Geçtiğimiz Temmuz ayında Londra’da gerçekleşen bombalama eylemlerinden birkaç gün sonra, tek “suçu” Anglo-Sakson Beyaz Adama benzememek olan bir Brezilyalı emekçi, Charles de Menezes, İngiliz demokrasisinin yaptığı nokta atışı sonucu vahşice öldürüldü. “Yasaların verdiği yetkiye dayanarak” kafasına sıkılan yedi kurşun, burjuva demokrasisinin beşiği Londra’nın güneyini Menezes’in mezarı haline getirdi. Yapılan resmi açıklamalarda, polise verilen öldürme maksatlı ateş etme izninin (“vur-öldür”) sürdürüleceği ve “teröre karşı savaş” kapsamında (“masum sivillerin selameti açısından”) demokrasinin “bu kadarcık” kısılması gerektiği belirtildi. Öyle ki Blair tam bir pervasızlıkla çıkıp, “kendisini havaya uçurabilecek bir insanın etrafını saran görevlilerin cesaretinin de takdir edilmesi gerektiğini” buyurdu!
Bu olayın iyi bir ders olacağını ve polise verilen “vur-öldür” yetkisinin kısa vadede geri alınacağını düşünenler fazlasıyla yanılıyorlar. Zira İngiliz burjuvazisi (veya genel olarak konuşalım, Avrupa burjuvazisi) “bu daha başlangıç” diyor. Nitekim Başbakan Tony Blair Ağustos ayı başında, “oyunun kuralları değişti” derken tam da bunu kastediyordu. 20 Ağustosta üst düzey polis yetkililerinin basına “sızan” tartışmaları bunu teyit eder nitelikte. Açıkça söyleyelim, İngiliz burjuvazisinin bekçiliğini yapanlar, “vuralım mı vurmayalım mı” sorununu değil, “böylesi vurmak ne kadar çözüm”ü tartışıyorlar.
Tarihsel geçmişi nedeniyle bir burjuva muhalefeti de bünyesinde barındıran İngiltere’de, bu umulmadık gelişmeler karşısında kafalar iyice karışmış durumda. Sonuçta onyıllardır “demokrasinin, düşünce özgürlüğünün ve hoşgörünün anavatanı” sayılmış bir ülkede savaş dönemi yasalarına dönüş konuşuluyor. Kamuoyunu burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yönlendirme konusundaysa burjuva medya yine en ön planda.
Ekonomik krizin yanı sıra, “sosyal devlet” politikalarının terk edilmesinin ve sınıfa yönelik diğer saldırıların zaman içinde doğuracağı tepkiyi ve genel olarak geleceğin sınıf mücadelelerini öngören burjuvazi şimdiden, kendi baskı aygıtı olan devletini iyiden iyiye güçlendirmenin hesaplarını yapıyor. Bu amaçla polisi ve diğer “güvenlik” birimlerini olağanüstü yetkilerle donatıyor.
Burjuvazinin muradı, her şeyden önce bir terör korkusu yaratarak devlet terörünün, baskıların ve anti-demokratik uygulamaların önünü açmaktır. Nitekim yaratılan olağanüstü hal ve alarm durumu şimdiden hasadını vermişe benziyor. İngiltere’nin büyük gazetelerinden The Guardian’ın yaptığı kamuoyu araştırmasına göre, nüfusun üçte ikisi, Londra’daki saldırıların bir yenisini önleyeceği umuduyla bireysel özgürlüklerinden bazılarını feda etmeye hazır olduğunu söylüyor.
Yeni yasalarla birlikte “ulusal güvenliğe tehdit oluşturma” gerekçesiyle tutuklamalar kolaylaşacak. İlk planda yabancı uyruklu kişilerin hedef tahtasında olması –şimdiden, Ağustos ayı başında 10 kişi gözaltına alındı– İngiliz işçi sınıfı için bir gözbağı oluşturmamalıdır. Yasa gerçekte bir bütün olarak işçi sınıfını hedef almaktadır ve İngiliz proletaryası bu gelişmelere gözünü kapadığı takdirde, devlet terörü eninde sonunda dönüp onu vuracaktır.
Bu yasayla polis her an sudan bir sebeple istediği kişiyi öldürme yetkisine kavuşmaktadır. Hatırlatalım ki, bir elektrikçi olan ve bozulmuş bir yangın zilini tamir etmek için sabahın dokuzunda metroya giren Menezes’in de vurulmasının en büyük gerekçelerinden birisi sıcak bir yaz gününde görece kalın giyinmiş olmasıydı. Polis bu sıcak havada kalın bir şeyler giyilmesinden kuşkulanmış ve alevlenen şüphesini yakın mesafeden şüphelinin kafasına sıkılan yedi kurşunla söndürmüştü. Menezes’in öldürülmesinin bir diğer bahanesi de koşuyor oluşuydu (Menezes’in “dur” emrini takiben koşmaya başladığı iddiasının yalan olduğu hemen ortaya çıktı). Dolayısıyla seyrek geçen bir otobüsü veya metroyu yakalamak için koşmak dahi, polisin kafanızı uçurması için yeterli.
Diğer taraftan yeni yasaları topluma benimsetmek amacıyla bir kampanya yürütülüyor. Ağustos ayıyla birlikte radyo ve televizyonlardan teröre karşı eğitim başlığı altında reklâm yayınlarına başlanması, bütün evlere gönderilmek üzere broşürler hazırlanması tüm bunların bir parçası. Defalarca tekrarlamak suretiyle “terör tehdidi” denen yalana inandırıcılık kazandırmak ve böylelikle sisteme muhalif tüm kesimleri tek bir başlık altında toplayıp, İkinci Dünya Savaşı döneminin cadı kazanlarını yeniden kaynatmak amaçlanıyor.
11 Eylül’de gerçekleştirilen saldırılarla birlikte ABD burjuvazisi “Yurtseverlik Yasası” denilen bir paketi hayata geçirmişti. Zira İkiz Kulelerin vurulması, krize giren kapitalist sistemin demokratik, sendikal ve sosyal hakları budayıp daha rahat at koşturabilmesinin meşruluk zemini olarak kullanılmıştı. Dünya çapındaki bu eğilim bugün de artarak devam ediyor. O gün olduğu gibi bugün de, terör umacısı sayesinde bir oldubitti yaratılmaya çalışılıyor. Avrupa ülkelerinde anti-terör başlığı altında birbiri ardına yasalar geçiriliyor ve militarizm eğilimi güç kazanıyor. Tüm bu tabloya işçi sınıfının genel örgütsüzlüğünü de eklediğimizde, ilerleyen süreçte kendiliğinden bir düzelme yaşanacağını düşünmek fazla safdillik olacaktır.
Dünya kapitalizmin içine girdiği genel krizle beraber burjuva demokrasisinin sınırları daralmakta, özgürlükler kısıtlanmaktadır. Tüm bunlar Türkiye’deki AB’ci kesimlerin attığı demokrasi nutuklarının ne denli boş olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Elif Çağlı’nın Avrupa Birliği broşüründeki çok önemli tespiti bir kez daha vurgulamakta yarar var: “Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğu, içinde bulundukları berbat duruma bakıp hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çekiyorlar. Avrupa ülkelerinde ise bu tür özlemlere ters istikamette gelişmeler yaşanıyor.”
Dünya çapındaki bu eğilimin somut bir kanıtı için AB’nin en güçlü ülkesi konumundaki Almanya’ya da bakabiliriz. 11 Eylül saldırılarının ardından birbiri peşi sıra “terör” karşıtı yasalar çıkarılmıştı ve geçtiğimiz sene içerisinde bunlara grevdeki işçiler karşısında koz olarak sık sık başvurulmuştu! İçişleri Bakanı Otto Schily, Mayıs ayında, terör tehlikesinin henüz sona ermediğini, bu nedenle yeni terör yasaları çıkarılacağını belirtmiş ve Federal Suç Dairesi için daha fazla yetki talebinde bulunmuştu.
İngiltere’deyse yeni terör-karşıtı yasaların Şubat ayında gündeme alındığı biliniyor. Ve gelinen noktada, Temmuz ayındaki bombalamalar parlamentodaki muhalefeti bastırmak için yeterli olmuşa benziyor, zira Muhafazakâr ve Liberal Parti başkanları olayların ertesinde Blair’in yasa önerilerinden övgüyle bahsettiler. Çıkartılmaya çalışılan yeni yasada suç sayılacak olan, “nefreti körüklemek, şiddeti savunmak veya mazur göstermek, aşırılıkçı internet siteleri ve kitapçılarla faal bağlantıda bulunmak” veya “dolaylı yoldan terörü teşvik etmek” gibi kasıtlı muğlâk ifadelerin varlığı kimin neyi hedef aldığını gösteriyor. Hatırlayalım, çok değil birkaç yıl önce ABD başkanı Bush’un sözcüsü yeni “terör” karşıtı yasalara dayanarak öğretmenler sendikasını terörist ilan edebilmişti. Yani burjuvazi işine öyle geliyorsa grevleri dahi terörü teşvik kapsamına sokmaktan çekinmiyor.
Dünyada bu yıl “terörle mücadele” kapsamında harcanacak meblağ 190 milyar doları geçiyor. Bu harcamaların 84 milyarını ABD burjuvazisi yapacak, hani şu G8 zirvesinde geri kalmış ülkelere sadaka vermek için onca tantana koparan ABD burjuvazisi. Beş yıllık süre içerisinde “terörle mücadele”ye ayrılan paranın 350 milyarı bulması bekleniyor. Üstelik muhtemel büyük çaplı saldırılar hesaplamaların dışında tutuluyor.
Bu nedenle İngiltere’deki gelişmeleri de, parçası olduğu bütünlükten yalıtık ele almamak gerekiyor. Şurası çok açık ki, dünyada bugün inanılmaz büyüklükte sarsıntılar ve dönüşümler yaşanıyor.
Burjuvazi süreci kendi ideolojik argümanlarıyla tarif ediyor ve bunu topluma benimsetmeye çalışıyor. Bunun başarılı olup olamayacağı şüphesiz sınıf mücadelesinin seyrine bağlıdır. Avrupalı işçi ve emekçiler henüz sürecin gerçek niteliğini kavramış değiller. Mevcut kargaşanın sıcaklığı kaybolduğunda, Avrupa proletaryasının önünde iki seçenek belirecektir: Ya sınıf mücadelesini yükselterek demokratik kazanımlarına sahip çıkmak, tüm bu saldırıların yürüyen emperyalist savaşın bir parçası olduğunu kavramak ve öfkesini burjuvaziye yöneltmek, ya da örgütsüz, dağınık bir güruh olarak burjuvazinin dümen suyunda kalmaya devam ederek ileride ucu faşizme kadar uzanabilecek sonuçlara katlanmak. Burada temel sorun Bolşevik bir önderlik sorunu olarak karşımızda duruyor. Avrupa işçi sınıfını Marksizmin kurucularının öngördüğü gibi devrimin lokomotifi olmaya itecek koşullar filizleniyor, yeter ki onu sapa yollara dalmaktan kurtaracak enternasyonal bir Bolşevik önderlik eksik olmasın.
link: Baran Köksal, İngiliz Demokrasisi?, 23 Ağustos 2005, https://marksist.net/node/482
Sınavların cenderesindeki çocuklar
Sendikalılık Oranları Düşmeye Devam Ediyor