Tırmandırılan kirli savaş yüzünden her gün ölüm haberleri geliyor. Siviller, askerler, gerillalar; genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek… Hayatlarının baharında askere alınmış erler, sevdiklerine kavuşmak için gün sayarken ölüm kapılarını çalıyor. Özgürlük mücadelesi veren Kürt gençleri, katliama dönüşen operasyonlarda hayata gözlerini yumuyorlar. Tek günahı Kürt olmak olan bebekler, “Türkün gücünü anlayamadan” ölüyor. Keskin nişancılar, en tepeden aldıkları vur emriyle, 90’ların “en iyi Kürt ölü Kürttür” söylemine yeniden can veriyorlar.
AKP ve Erdoğan’ın bu kirli savaşı neden tırmandırdığı açıktır. Aklı ve vicdanı olan herkes için bu sorunun cevabı bellidir. Tam da bu yüzden Suruç’tan sonra yükselen şovenist histeri dalgası, ölen askerlerin ailelerinin bu savaşı sorgulamasıyla geri çekilmişti. Özellikle Yarbay’ın, kardeşinin cenazesinde “Düne kadar çözüm diyenler ne oldu da şimdi sonuna kadar savaş diyor?” diye feryat etmesi önemli bir kırılma yarattı. Beklemediği bir biçimde bu kanlı tezgâhın ters tepmesi ve öfkenin savaş arabasını sürenlere yönelmesi AKP ve Erdoğan’ı yeni arayışlara itti. Kutsadıkları “şehitlik makamına” bile saldırmakta beis görmediler. Erdoğan bir televizyon programında “vatan sağ olsun” diyen babalara methiyeler düzerken, çocuklarının neden öldüğünü sorgulayan acılı babalara ise “karakteri bozuk” demekten imtina etmedi. Erdoğan’a kötü söz söyleyenler her türlü hakaret ve suçlamayı hak ediyor; Erdoğan’ın kendi geleceğiyle özdeşleştirdiği “Yeni Türkiye” için canını feda etmeye hazır olanlara ise can feda!
Cenazelerde tepkilerin Erdoğan ve AKP’ye yönelmesi üzerine, AKP’nin istediği muhafazakâr/itaatkâr toplumu yaratmada en çok kullanılan kurumlardan biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı devreye sokuldu. Camilerde okunan hutbeler AKP’nin siyasetine uygun bir içerikle hazırlandı. Cenaze namazları protestoların engellenmesi talimatıyla müftülere kıldırıldı. Müftüler, cenaze namazlarının tören olmadığını, alkışlamanın, bağırmanın günah olduğunu söyleyerek cenazeye katılanları susturmaya çalıştılar. Muhalif medyanın cenazelerde görüntü alması engellendi. AKP’nin organize ettiği güruhlar, cenazelerde milliyetçi sloganlar atarak, AKP ve Erdoğan’a yönelecek tepkileri bu gürültüde boğmaya çalıştı. Amaç, yakınlarını kaybetmiş acılı ailelerin bu ölümlerin gerçek sorumlularını teşhir etmelerini engellemekti.
Cenazelerdeki tepkilerde ortaklaşan iki unsur var. Birincisi, gelen cenazelerle 7 Haziran seçimlerinin sonucu ve Erdoğan’ın başkanlık hırsı arasındaki bağ görüldüğü için tepkiler Erdoğan ve AKP’ye yöneliyor. Bazı cenazelerde tepkilerin PKK yerine AKP’ye yönelmesi, “Katil AKP” sloganlarının atılması, bu sloganları atanlar kendi içlerinde bazı çelişkileri ve milliyetçi duyguları barındırsalar bile, görmezden gelinecek bir durum değildir. Üstelik AKP ve Erdoğan’a yönelik bu tepkiler münferit vakalar olarak kalmamıştır. Dağlıca ve Iğdır’da çok sayıda asker ve polisin öldürülmesinden sonra estirilen milliyetçilik rüzgârlarına rağmen tepkiler dinmedi. Iğdır’da ölen polisin eşinin “Nereyi kurtardık şimdi? Iğdır başlarına göçsün onların, helâl etmiyorum kocamın kanını, helâl etmiyorum bu toprağa, etmiyorum, hiç uğruna gitti hepsi, nereyi kazandık şimdi? Nereyi? Başbakanım gel, bana da ceza ver!” demesi, kitleleri uyutmak için egemenlerin dillerinden düşürmedikleri “vatan”, “şahadet” gibi kavramların eskisi kadar etkili olmadığını gösteriyor.
Tepkilerin ikinci ortak noktası ise, askerde ölenlerin hep yoksul emekçi ailelerin çocuklarının olması. Bir kadın astsubay, ölen askerin annesini “Zengin olan asker olur mu? Olmaz. Zengin olan asker de olmaz, şehit de olmaz” diyerek teselli ediyordu. Tıpkı birçok asker gibi o asker de yoksul bir ailenin çok zor şartlar altında yetiştirilmiş bir çocuğuydu.
Amcasının oğlunun cenaze töreninde “Allah rızası için yazın” dese de sözleri muhalif medya haricinde yer bulamayan, hatta “terörist” ilan edilen Ömer Bilir de ailenin yoksulluğuna dikkat çekiyor: “Biz çocuklarımızı bu yaşa getirene kadar ne çileler çektik. Babası çobanlık yaptı, gurbette sıvada çalıştı, hamallık yaptı. Çocuğunu 20 yaşına kadar getirdi. Tek parça halinde gönderdiğimiz canımızı biz kırk parça halinde aldık. Eğer bu vicdansa, bu şerefse siz kendi evladınız üzerine kabul ediyorsanız, bizimkini de kabul edin. Bu acıya dur deyin, bu acı yeter. Nice evler yandı, nice ocaklara ateş düştü. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Bugün ateş düşüyorsa benim evim yanıyor başkasının ciğeri yanmıyor. Kim bu işe sebep olduysa Allah onun da evladının başına versin. Onu da bu şekil yapsın. Bu kardeş kanına kim dur diyecekse dur desin. Dağdaki de kardeş, askerdeki de kardeş. Kime insan ne diyeceğini bilmiyor. Türk, Kürt, Alevi, Sünni herkes kardeş.”
Başka bir “şehit” yakını ise öfkeyle haykırıyordu: “Şehit annesinin ne demek olduğunu öğrenseydi bir başbakan. Bu kadar ortalığı karıştırıp hükümet kurmayan rezil heriftirler onlar. Başka hiçbir şey değil. Her çeşit insan öldürüyorlar. Kendi cumhurbaşkanlarından, kendi konsoloslarından, kendi milletvekillerinden hiçbir çocuk ölmedi.”
Yoksulların bu haksız savaşta canlarını kaybetmeleri yeni bir durum değil. 2009 yılında Hakkâri’de ölen bir erin cenazesinde arkadaşları çok eski bir türküden esinlenerek “Yemen yolu çamurdandır, sefertası bakırdandır, gemiciği olan bedel öder, şehidimiz fakirdendir’” pankartı açtıkları için yaka paça gözaltına alınmışlardı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan er, okulunu yarım bırakarak tersanelerde çalışmak zorunda kalmış ve ardından da askere gidip hayatını kaybetmişti.
Aslında Kürt halkına yönelik başlatılan bu haksız savaşta ölenlerin aileleri şovenizmin akıl tutulmasından acılarının da yardımıyla kurtularak doğru soruları sormayı başarabilmişlerdir: Niye hiçbir zengin çocuğu ölmüyor? Hangi bakanın veya vekilin çocuğu “şehit” düştü? Neden hep yoksullar ölüyor? Düne kadar “barış” diyenler bugün neden sonuna kadar savaş diyor? 400 vekil için daha kaç kişinin ölmesi gerekiyor?
Ne yazık ki emekçi kitlelerin geneli bu soruların cevaplarını ve anlamlarını derinlemesine kavramış durumda değil. Ancak bu sorular çok anlamlı sorulardır ve tam da bu yüzden, “bütün savaşlarda yoksullar ölür zaten” argümanıyla bu sorular boşa çıkartılmaya çalışılıyor. Egemenler iktidarlarını baki kılmak için, mevcut düzen herhangi bir yerinden sorgulanmaya başlandığında kitleleri, bu durumun ezelden beri öyle olduğuna inandırmaya çalışırlar. Değişime inançsızlığı ifade eden ve beraberinde acılara katlanmayı, mücadele etmemeyi getiren “böyle gelmiş böyle gider” anlayışını kuvvetlendirmeye çalışırlar. Çünkü çok iyi bilirler ki, içinden geçtiği tarihsel kesitin haleti ruhiyesinin ötesine geçmeyen bir toplum, varlığını egemenlerin istediği biçimde sürdürecektir. Yakın tarihten bir örneği hatırlatalım. AKP iktidarının 17-25 Aralık operasyonlarıyla açığa vurulan yolsuzlukları, “bundan önceki iktidarlar da çalıyorlardı zaten” düşüncesinin gölgesinde kalmıştı. Özellikle medya araçlarının ulaşmış olduğu muazzam güç sayesinde egemen ideolojinin zihinleri adeta esir alması sağlanıyor.
Bugüne kadar bütün savaşlarda yoksulların öldüğü doğrudur. Peki, yoksullar ne için ölüyor? Yoksulların savaşında mı ölüyor bu yoksullar? Haklı bir savaş uğruna mı gençler hayatının baharında can veriyor?
Kimin savaşı?
Bugüne kadarki tarih sınıf savaşımlarının tarihidir. Yöntemleri, taktikleri, araçları, silahları değişmiş olsa da sınıflı toplumların tarihinde her daim savaşlar olmuştur. Bu savaşlar çoğunlukla egemenlerin kendi aralarındaki savaşlardır. Bazen de ezilen ve sömürülen kitleler egemenlerin düzenine isyan etmişlerdir. Bazen yenmişlerdir, bazen yenilmişlerdir. Egemenlerin kendi çıkarları için başlattıkları savaşlarla, ezilenlerin savaşları birbirinden farklıdır. Bütün savaşları aynı kefeye koymak ve genel bir savaş karşıtlığı doğru bir tutum değildir. Savaşlara karşı tutumumuzun doğru olması için o savaşın niteliğinin doğru tespit edilmesi gerekir. Bunun için doğru soruları sormak gerekiyor. Savaş kimin çıkarınadır? Savaş hangi siyasetin sonucudur?
Marksistler pasifist bir savaş karşıtlığını kapitalizmin sınıfsal çelişkilerinin ve savaşların niteliğinin üstünden atladığı için doğru bulmazlar. Lenin’in de söylediği gibi Marksistler bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığını; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederler.
En iyimser haliyle pasifist savaş karşıtlığı naifliktir. Hele ki kapitalizmin çürüdüğü, krizlerin giderek derinleştiği emperyalizm döneminde “barışçıl” politikalarla savaşların son bulmayacağı açıktır. Üçüncü dünya savaşının yaşanmakta olduğu şu günlerde bu haydi haydi olanaksızdır.
“Peki, bir savaşın «özü»nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.” (Lenin’den aktaran Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme)
Bu ilkeleri bugün yürüyen savaşa uyguladığımızda, bu savaşın “özü”nü açık bir biçimde görürüz. Savaşın ortaya çıkmasına sebep olan siyaset AKP’nin ve sermayenin siyasetidir. Sermaye sınıfının AKP’de temsiliyet bulan emperyalist siyaseti, aynı zamanda onun Ortadoğu savaşına da müdahil olmasını getirmiştir. AKP’nin “yeni Türkiye” diye kodladığı siyaset, işçilerin, emekçilerin, yoksulların siyaseti değildir. AKP’nin planlarında ilk 10’a girecek “yeni Türkiye”de, işçi ve emekçilerin payına refah ve zenginlik düşmeyecektir. İşte bu siyasetin devamı olan, bugün Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş da yoksulların, işçilerin savaşı değildir. Savaşlar ile ülke içindeki sınıf savaşımların arasındaki bu ayrılmaz bağı kaçırmamalıyız. Yani, yoksullar kendileri için yürütülen bir savaşta ölmüyorlar. Tersine birileri servet içinde yüzerken, yoksulluğun ve sefaletin sürmesi için cephelere gönderiliyor yoksullar.
Marksistler ezilenlerin ezenlere karşı, sömürülenlerin sömürenlere karşı yürüttükleri savaşlara karşı değillerdir. Bu savaşlar haklı savaşlardır. İlerici karakterinden dolayı bu savaşlarda ilkesel olarak ezilenlerden ve sömürülenlerden yana olurlar. Haklı savaşlarda da haksız savaşlarda da işçiler, emekçiler, yoksullar ölürler. Birinde kendi gelecekleri ve çıkarları için savaşırlar, diğerinde ise kendi siyasetleri için savaş çıkaran egemenler için savaşırlar. Parisli işçiler, 1870 Fransa-Prusya savaşında örnek bir tutum sergilediler. Prusya ordusuna karşı kentlerini savunan işçiler, Fransız burjuvalarını da iktidardan alaşağı ettiler. Fransız burjuvazisi ise dün savaştığı Prusya ile bir olup asıl düşmanına, yani iktidarı ele geçiren işçi sınıfına saldıracaktı. Burjuvazinin saldırısına karşı işçiler, kendi iktidar organları olarak kurdukları Komün’ü korumak için savaştılar. Paris’in yoksulları ve enternasyonalist dayanışma için onların yardımına koşan sınıf kardeşleri Paris Komünü için kahramanca savaştılar. Bu işçilerin haklı savaşıydı. Ancak maalesef işçiler burjuvazi karşısında yenik düştüler. Ama dünya işçi sınıfına önemli bir deneyimi miras bıraktılar. Nitekim onların yolundan yürüyen Rus işçileri de birinci emperyalist paylaşım savaşında silahları kendi burjuvalarına çevirdiler ve iktidarı ele geçirdiler. Uluslararası burjuvazinin desteğini alan Rus burjuvazisinin ordularına karşı, yüz binlerce yoksul işçi ve köylü devrimlerini savunmak için öldüler. Yani kendi savaşlarında öldüler.
Bugün yürüyen haksız savaştan Türk-Kürt hiçbir işçinin çıkarı yoktur. Bu savaş “sarayın” savaşıdır. Savaşı çıkartanlar “çocuklarımızı feda etmeye hazırız” deseler de, ölen onların çocukları değildir. Kendi savaşlarında yoksulların çocuklarını feda etmek istiyorlar. Din ve milliyetçilik kullanılarak yoksulların hiç sorgulamadan cephelere koşmalarını, öldüklerinde ise ailelerin “vatan sağ olsun” demelerini bekliyorlar. Bu beklentilerini karşılamayanları ise “karaktersiz”, “hain” ilan ediyorlar. “Savaşlarda yoksullar ölür zaten” söylemiyle haklı/haksız savaş ayrımının üzerini örterek, kendilerinin olmayan bir savaşta ölmelerini sorgulamaya başlayan emekçilerin isyanını boşa çıkartmaya çalışıyorlar. Ama gerçekler inatçıdır. Baskının her türlüsünün en yoğun bir biçimde uygulandığı şu günlerde bile, tepkilerin dinmemesi yoksul emekçilerin eskisi kadar kolay kanmadığını gösteriyor. AKP ve Erdoğan’ın siyasetini sorgulamaya başlayan yoksul kitleler, söylenen yalanların, haksızlıkların, Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşın da farkına varmaya başlayacaklardır.
link: Suphi Koray, Savaşlarda Neden Hep Yoksullar Ölüyor?, 27 Eylül 2015, https://marksist.net/node/4488
Kapitalizmin “Kara Pazartesileri” Çoğalıyor
Yunanistan’da Syriza Oyalamacasına Devam