Küresel ölçekte mali piyasalarda büyük sarsıntılar yaşanıyor. “Kara Pazartesi”lerin sayısı giderek artıyor. 24 Ağustosta Çin borsası yüzde 8,5 (ertesi gün de yüzde 7,6), Japon borsası yüzde 4,5 oranında düşerken, Almanya, İngiltere, ABD ve İstanbul borsasındaki kayıp da yüzde 5’i aşmıştı. Avrupa borsalarındaki kaybın 400 milyar avroyu aştığı söyleniyor ki, bu yaklaşık Türkiye’nin milli geliri kadar bir büyüklük anlamına geliyor. Aynı kaybın dünya ölçeğinde ise 5 trilyon doları bulduğu belirtiliyor. Nicedir güya krizden çıkıldığının göstergelerinden biri olarak ABD Merkez Bankası’nın (FED) faiz arttıracağı yönündeki beklentiler de, bir kez daha bir başka “bahara” ertelendi. İşin cabası, ABD 10 yıllık bonolarının faizinin yüzde 2’nin altına düşmesi idi; bu, ABD’nin daha zor borçlanacağı anlamına geliyor.
Kapitalist balon 2008’de açığa çıkıp büyük bir gürültüyle patlamasına rağmen, kapitalistler “huylarından vazgeçmediler”, aslına bakılırsa vazgeçemezler de. Kapitalizmin işleyişi bu. O dönemde dünya ölçeğinde 77 trilyon dolarlık hasılaya rağmen, “türev piyasalarda” işlem gören varlıklar 555 trilyon dolara çıkmıştı. 2008’den bu yana, bu tablo daha da vahimleşmiş, finansal varlıklar reel ekonomiye kıyasla en az iki kat büyümüştür. Bu da muazzam bir balon demektir. Kapitalizmde para olduğu yerde durduğu sürece bir anlam ifade etmez, şu ya da bu şekilde yatırıma dönüşmek, sermayeleşmek zorundadır. Bir avuç süper zenginin ellerinde biriken trilyonlarca dolarlık finansal varlık, bir şekilde “işletilmeli”dir. Ancak ekonomik büyümenin yavaşladığı ya da durduğu ortamda, “para satılabilmesinin” yolu daha düşük borç faizleri demektir. İleri kapitalist ülkelerde faiz oranları sıfır civarında ve bunun da düşüğü yok! Öte yandan ucuz kredi buldum diyerek bu olanakların üzerine atlayıp “verimsiz” yatırımlar yapan “akılsız” kapitalistlerin de hem yatırımları hem de ürettikleri ürünler ellerinde kalmaya devam etti. Yani, 2008 krizinin temel nedeni olan dinamikler zayıflamak şöyle dursun daha da güçlenmiş görünüyor.
Türkiye ekonomisi bıçak sırtında
Türkiye ekonomisi uzun zamandır alarm zilleri çalıyor. Artan siyasi istikrarsızlık, ekonomik kriz dinamiklerini daha da yıkıcılaştırıyor. Son haftalarda dolardaki büyük artış ve TL’nin değer kaybetmesi, ekonomiyi daha da zora sokuyor. Yükselen döviz fiyatları, ekonominin büyümesini zorlaştırıyor, enflasyonu azdırıyor ve özel sektörün artan borçları nedeniyle “kırılganlığı” arttırıyor. Tüm bunlara döviz bazında emekçilerin gelirinin düştüğünü de eklemeliyiz. Dolardaki son yükseliş TL’nin yaklaşık yüzde 15 devalüe edilmesi (değerinin düşürülmesi) anlamına geliyor, bu da geniş emekçi kitlelerin alım gücünün azalması, yoksullaşması demek oluyor. Yılın başından itibaren bakıldığında ise TL dolar karşısında yaklaşık yüzde 30 değer kaybederek, kendi kategorisindeki ülke para birimlerine kıyasla en çok değer yitiren para birimi olmuştur.
Yoksullaşan emekçilerin, ekonominin genel durumu ve gidişatına güven duymadığına ilişkin de veriler bulunuyor. TÜİK verilerine göre, “tüketici güven endeksi”, krizi hemen takiben Mart 2009’da görülen 61,55 seviyesinden bu yana en düşük seviyeye gerileyerek bu yılın Ağustos ayında 62,35 olmuştur (Endeksin 100’den büyük olması tüketicinin ekonomik beklentilerinin iyimser olduğuna, 100’den küçük olması ise kötümser olduğuna işaret ediyor). Tüketici güven endeksindeki düşüş, tüketimin ve belli bir ölçüde de yatırımın düşmesi, yani ekonomik büyümenin düşme riski anlamına geliyor.
Tüm veriler kötümser bir tabloya işaret ederken, hükümet yetkilileri pembe tablolar çizmekten geri durmuyor ve apaçık yalan söylüyorlar. Maliye bakanı “siyasi belirsizlikten” kaynaklı ekonomik yansımalardan bahsederken, sanki bunun dışında bir sıkıntı yokmuş gibi konuşup, daha güçlü bir AKP hükümeti ile tüm risklerin bertaraf edileceği yalanına sarılıyor. Ekonomideki kötü gidişatı dile getiren iktisatçılar aforoz ediliyor. Sıralanan sayısız gerekçeye rağmen, AKP’nin ekonomi bakanı iktisatçılara beddua ediyor: “Bana televizyon ekranlarında konuşan kriz tellâlları bir tane gerekçe söylesinler. İllâ kriz çıkacak diyor. Krizlerde kalasın e mi? Kendi kendinin krizinde kalasın da kefen parasını bulamayasın.”
AKP’li bakanlar bu sokak ağzı ile emekçileri kandırmaya çalışırlarken, emperyalist merkezlerden farklı uyarı sesleri geliyor. İngiltere merkezli Financial Times gazetesi “Dünya gelişen piyasalardaki çöküşten korkmalı” başlıklı yazıda, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “gelişmekte olan” ülkelerden para çıkışının durumunu değerlendiriyor. Bu ülkelerin para birimindeki değer kaybının ithalatta ve dolayısıyla üretim ve yatırımlarda azalma şeklinde somutlandığı belirtiliyor. Türkiye ekonomisi bu açıdan tipik bir örnek teşkil ediyor. Düşen TL nedeniyle ihracatın kolaylaşacağını savunan hükümet yanlısı iktisatçıları gerçek rakamlar yalanlıyor, zira üretimin önemli bir kısmı ve ihraç edilen malların yüzde 70’ten fazlası ithalata bağımlı durumda olduğundan, artan döviz fiyatlarıyla birlikte maliyetler de artıyor, düşen ithalatla birlikte üretim ve kaçınılmaz olarak ihracat da düşüyor. Financial Times, bu duruma karşı yalnızca Meksika ve Hindistan’ın önlem aldığını belirtiyor ve bu tip ülkelerde kamu harcamalarının arttırılmasını öneriyor. Eğer bu önlemler alınmazsa “kötü gidişin çöküşe doğru gidebileceği sinyalleri verdiği” söyleniyor. Ne var ki, Financial Times’ın önerdiği üzere kamu harcamalarının arttırılması demek, dış borcun ve enflasyonun daha da tırmanması anlamına gelecektir.
Türkiye ekonomisi AKP iktidarı döneminde dış finansmanla beslenip önemli büyümeler kaydetmişti. Sıcak para akışının sağlanması, birçok sorunun üstünün örtülmesini sağlıyordu. Ama bu konuda da birkaç yıldır işin rengi değişti ve tablo giderek daha kötü hale geliyor. Bu durum yalnızca Türkiye’ye has da değildir. Brezilya ve Rus ekonomileri de benzer dertlerden muzdariptir: “Türkiye Rusya ve Brezilya ile birlikte, sıcak paranın önce soğuduğu, sonra net çıkışlar yapmaya başladığı ülke görünümünde. 2012 ve 2013’e göre sıcak para girişlerinde önemli gelişmeler yaşayan Türkiye, bu yıl ise gerileme bir yana, net çıkışlar yaşıyor ve Merkez Bankası [verilerinde], 14 Ağustos itibariyle bu net çıkışın kümülatifinin 5,5 milyar doları bulduğu görüldü. Dolar fiyatının 3 lirayı gördüğü geçen hafta, sıcak para çıkışlarının 6 milyar dolar nete ulaştığı tahmin edilebilir.” (Mustafa Sönmez, Birgün, 26/8/2015)
Tüm faktörler birlikte düşünüldüğünde, ufukta burjuvazi açısından çıkış gözükmüyor aslında. Ancak bu durum, esas olarak tüm dünyayı içine çekmiş bulunan kapitalizmin tarihsel krizinden kaynaklanıyor. Bir başka deyişle, Türkiye ekonomisi kendine has birçok zaaf taşımakla birlikte, bugün yaşadığı sıkıntıların nedenini onun dünya ekonomisiyle ilişkisinde ve dünyayı kasıp kavuran krizde aramak gerekiyor.
Aslında 2004’ün sonlarından itibaren olgunlaşmaya başlayan ve nihayet 2008 sonbaharında büyük bir gürültüyle patlayan bu kriz, büyük siyasal ve toplumsal altüst oluşlara yol açmaksızın göstermelik tedbirlerle geçiştirilemeyecek denli köklü ve şiddetli bir tarihsel kriz özelliğini taşıyor. 2008’den bu yana, burjuva iktisatçılar, ilk büyük şok dalgası geçtikten sonra her gün krizden çıkıldığını söyleseler de, kriz olanca şiddetiyle devam etti. Son gelişmeler bu tespiti bir kez daha doğrular nitelikte. Burjuva iktisatçılar uzun bir süre Çin ekonomisindeki büyümeye bel bağladılar ve orada işler yolunda gittiği sürece büyük bir tedirginliğin yersiz olduğu şeklinde bir iyimserliği pompaladılar. Bizler ise dünya ekonomisinin kaderini Çin’e bağlayan yaklaşımların tek yanlı ve yanlış olduğunu, esas olanın Çin ekonomisinin dünya ekonomisinin gidişatına sıkı sıkıya bağlı olduğu gerçeği olduğunu söylemiştik. Çin’in eninde sonunda mevcut krizden etkilenip, dünya ekonomisini daha da dibe çekecek kıvılcımları çakacağını belirtmiştik. Bugün yaşananlar, bu analizi doğruluyor.
Çin balonu hava kaçırıyor
Çin’de oluşan balonun artık patlama evresine geçtiğini görüyoruz. Çin borsası son bir yılda yüzde 150’yi aşan bir prim yaptıktan sonra, Haziran ayının ortasından itibaren düşüşe geçmişti. O tarihten itibaren üç hafta içerisinde Çin borsasındaki düşüş yüzde 34’ü bulmuş ve bu muazzam düşüş hükümetin aldığı ekstra önlemlerle düzeltilmeye çalışılsa da kayıp yüzde 22’de ancak frenlenebilmişti. Ardından da Çin para birimi olan yuanın resmi devalüasyonu geldi ve yuanın değeri bir gecede yüzde 3 oranında düşürüldü. Bu devalüasyon oranı aslında çok da yüksek değil, ancak kapitalistler arasında paniğe yol açmak için son yıllarda olumsuz bir yaprak kıpırdaması bile yeterli oluyor, zira kapitalist sistem derin ve köklü bir kriz evresinden çıkabilmiş değil. Çin’deki bu gelişmeleri sermaye hareketlerinin halen devlet kontrolünde olduğu olgusuyla birlikte dikkate aldığımızda, yaşananların Çin kapitalizminin temelindeki çok daha köklü sorunlara işaret ettiğini söylemek mümkün. Yüzde 10’lu büyüme rakamları duymaya alıştığımız Çin’in bu yılki büyüme oranının yüzde 7,4 olacağı açıklanmıştı, bunun daha da düşeceği yönündeki değerlendirmeler yaygın. Temmuz ayında hem ithalat hem de ihracat, geçen yıla göre yüzde 8’in üzerinde bir oranda azaldı. İhracata dayalı bir ekonomide bu rakamlar, büyümenin yavaşlaması anlamına geliyor.
Bu süreçte, işçi ücretlerini ödemeyen ve kapanan işletmelerin yalnızca sayıları artmakla kalmadı aynı zamanda dev işletmeler de bu duruma düşmeye başladılar. Kuşkusuz bu durum Çin işçi hareketinde de yansımasını bulmuştur. China Labor Bulletin’in (Çin İşçi Bülteni) verdiği bilgilere göre, bu yılın ikinci çeyreğinde gerçekleşen grev ve işçi eylemleri sayısı 568’e ulaşarak geçtiğimiz yılın tümündeki sayının iki katına çıkmıştır.
Küresel kapitalizmin kırılganlığı, kriz dalgalarının şoklarını daha da büyütüyor. Panik hızla büyüyebiliyor. Çin borsalarında sert düşüşün Almanya ve ABD’ye de yansıdığını görüyoruz. Almanya, Fransa ve ABD’li yetkililerden arka arkaya “piyasaları yatıştırıcı” açıklamalar geldi. Almanya başbakanı Merkel, “Çin ekonomiyi istikrarlı hale getirmek için yapabileceği her şeyi yapacak” dedi. Sorun şu ki, Çin ekonomisi, halen devam eden 2008 krizinden bu yana zaten “elinden gelen” her şeyi yapmış ve kriz karşıtı önlemleri sonuna kadar zorlamıştır, bugün o da yolun sonuna yaklaşmış bulunmaktadır.
Çin borsasındaki ve ekonomisindeki “kötü haberler”, emtia piyasasında da büyük düşüşler anlamına geliyor. Ekonomik büyüme verilerindeki düşüş, emtia fiyatlarını (petrol, hammadde ve tarım ürünleri) da düşürüyor ki, bu durum en başta ekonomileri hammadde üretimine bağlı olan ve çoğu “gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeki ülkeleri vuruyor. Örneğin düşen petrol fiyatları nedeniyle Irak hükümeti on milyarlarca dolarlık yeni yatırım projelerini askıya aldığını duyurdu.
Çin’deki devalüasyon, son yıllarda temel ihracat pazarı Çin haline gelen Afrika ülkelerinin ekonomilerini de sarsmış gözüküyor. Afrika’nın hammadde ihracatçısı konumundaki ülkelerin para birimlerinde de büyük değer düşüşleri yaşandı. OECD verilerine göre Afrika ülkelerinin son on yıl içerisinde Çin’e yaptıkları ihracat 30 milyar dolardan 230 milyar dolara çıkmıştır, aynı dönemde ABD’ye yapılan ihracat ise 100 milyar dolardan 80 milyar dolara düşmüş bulunuyor. Bu rakamlar, aynı zamanda ABD emperyalizmi ile Çin arasında Afrika üzerinde yürüyen emperyalist rekabetin temeline de işaret etmesi bakımından önem taşıyor.
Tüm göstergeler, dünya kapitalizminin tarihsel krizinin sürdüğü anlamına geliyor. Dev şirketler, yeni işten çıkarmaların kapıda olduğunu açıklıyorlar. Avrupa’da, özellikle Akdeniz havzasındaki birçok ülke ya iflas etmiş durumda ya da iflasın eşiğinde. Kapitalist kriz, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok coğrafyasında emperyalist paylaşım savaşlarını harladıkça harlıyor. İşçi sınıfı kriz içinde debelenen kapitalizme ölümcül darbeyi indirmedikçe, kapitalizm insanlığa daha da büyük acılar yaşatmaya devam edecektir.
link: Oktay Baran, Kapitalizmin “Kara Pazartesileri” Çoğalıyor, 21 Eylül 2015, https://marksist.net/node/4484
“Bizim Atlantisimiz Kamp Armen” Dayanışma Konseri
Savaşlarda Neden Hep Yoksullar Ölüyor?