Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde, özel harekât timlerinin Selahattin Eyyubi Havalimanı’nın kuzeyindeki bir şantiyeye ve etrafındaki evlere yaptığı baskında 52 işçi ters kelepçelenerek yüzüstü yere yatırıldı. 5 Ağustosta gerçekleşen olayın görüntüleri sosyal medyada hızla yayıldı. Bu görüntülerde bir polis amirinin, “ne yaptı lan size bu devlet? Türkün gücünü göreceksiniz” diye bağırdığı, işçilere hakaretler yağdırdığı görülüyordu. Gözaltına alınan, işkence edilen 52 işçiden 5’i tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. Sözde işçilerin üzerinden patlayıcılar, silahlar, bombalar çıkmıştı. Mahkeme, ifadelerin ardından 4 işçiyi “kuvvetli suç şüphesi” gerekçesiyle tutuklayarak Hakkâri Kapalı Cezaevi’ne gönderdi. Ardından soruşturma hakkında gizlilik kararı alındı. Savaş naraları ve alevleri arasında bu olay da hafızalarda daha gerilere doğru itildi, unutulmaya yüz tuttu.
Tüm yakıcılığı ile yürütülen savaş, Kürt halkına karşı düşmanca önyargılar yaratan manipülasyonlar gerçekleri karartıyor. Bu durum batıdaki işçi ve emekçilerin Kürt halkının, yoksul Kürt emekçilerinin sorunları ve acılarıyla özdeşlik kurmasını zorlaştırıyor. Oysa devletin işkenceleri, kirli planları, politikaları sadece Kürtleri vurmuyor. Yürütülen savaşın kararttığı en temel gerçek, bu sermaye devletinin Kürt ve Türk emekçilerin ortak düşmanı olduğudur. Zalimlikte sınır tanımayan bu düşman Kürt-Türk ayırmıyor. Kürt halkı kirli bir savaşla sindirilmeye çalışılırken, Türk işçiler de milliyetçilik zehriyle sakatlanıp azgın sömürü karşısında boyun eğmeye, itaat etmeye ve köleliğe itiliyor. Halklar arasına derin yarıklar açıldıkça kölelik de derinleşiyor. Türk işçiler, Kürt işçilere dostluk ve dayanışma elini uzatmadan, devletin işçilere ne yaptığını kavramadan, zulümden de kölelikten de kurtulamayacak.
Bu devlet işçilere ne yaptı, patronlar için ne yaptı?
Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında kurulduğunda, Mustafa Kemal önderliğindeki devlet bürokrasisi, sermaye birikimine itilim vermek üzere harekete geçti. Burjuva sınıfın palazlanması işçilerin ağır sömürüsü olmadan mümkün değildi. 1930’lu yıllarda, var olan demiryolları devletleştirilmeye ve yeni demiryolları inşa edilmeye başlandı. Yeni zenginler o yıllarda devletin teşviki ve koruması altında işçilere ray döşetiyor, hadsiz hesapsız para kazanıyordu. Sözde “sınıfların ve zümrelerin olmadığı” bu genç cumhuriyette ekonomi büyüyor ama bu büyüme refahı arttırmıyor, yoksulluğu ortadan kaldırmıyor, tersine derinleştiriyordu.
O dönemde işçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik hakları tanınmıyor, düzene boyun eğmeleri isteniyordu. Günde 12 saat çalışmak zorunda olan işçilerin örgütlenmesine kesinlikle izin verilmiyordu. Anayasası ve kanunları olan devletin iş ilişkilerini düzenleyen bir iş kanunu yoktu. Almanya’daki Nazi rejimine özenen egemenler her fırsatta işçi sınıfını daha da baskı altında tutacak yasalar çıkarıyorlardı. 1935’te 1 Mayıs “Bahar ve Çiçek Bayramı” ilan ediliyor, işçilere 1 günlük istirahat veriliyordu. Böylelikle işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs ve sınıf mücadelesinin gelenekleri unutturulmak isteniyordu. İşçi sendikalarının kurulmasına izin verilmeyen ülkede işçi yardımlaşma sandıkları kuruluyor ve büyük işletmelerin işçilerinden kesilen paralar bu sandıklarda toplanıyordu. Ancak sandığın yönetimi elbette işçilerin değil bürokratik elitlerin elindeydi.
Tek parti iktidarının sürdüğü 27 yıl boyunca zenginler her zaman korunup kollandı. Elbette işçiler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. İş Kanunu’nun 1936’da çıkmış, sendika hakkının 1947’de, grev ve toplu sözleşme hakkının ise 1963’te tanınmış olması, bu devletin daha kurulur kurulmaz nasıl da işçi düşmanı olduğunu anlamaya yeter. Yeni çıkarılan İş Kanunu’nun uygulanıp uygulanmadığı o yıllarda asla denetlenmiyordu. Ayrıcalıklı bürokratlar takımı patronların yanında yer alıyor, işçilere kan kusturuyorlardı. Bu durum işçi simsarlığını yaygınlaştırıyor, işçiler iş bulmak istediklerinde bu simsarların eline düşüyordu. Küçük köylüler de borç yüküne daha fazla dayanamayarak topraklarını kaybediyor, işçi sınıfının saflarına katılıyorlardı.
Özellikle 1940’lı yıllarda devreye sokulan “savaş ekonomisi” uygulamalarıyla Türk burjuvazisi iyice palazlanırken kitleler yoksulluk nedeniyle inim inim inliyordu. Yoksulluktan kırılan kitleler daha da ağır bir vergi yükünün altına sokuldu. 1938-1945 yılları arasında enflasyon %300’den fazla arttı. O yıllarda yaşanan sefalet ve kıtlık kitlelerin hafızasına öyle bir kazındı ki o dönemi yaşayanlar yıllar boyu aynı acıların ve kıtlığın tekrarlanacağı kaygısıyla yaşadılar. Yoksul emekçiler, 1980’li yıllarda bile evlatlarına bir zeytinin tek lokmada yenemeyeceğini söylüyorlardı. Savaş yıllarında çıkarılan Milli Korunma Kanunu, bütün “milletin” değil, onun yalnızca en zengin kesiminin korunması için çıkarılmıştı. “Savaş koşulları nedeniyle 1940 yılında uygulamaya sokulan Milli Korunma Kanunu, 1936 yılında işçilere verilen bazı temel hakları ortadan kaldırmakla işe başlamıştı. Kadın ve çocukların çalışmasıyla ilgili İş Kanunundaki bazı hükümler bu dönemde askıya alındı. İşçilerin hafta tatili hakkı ellerinden alındı ve zorunlu bir sebep olmadıkça işlerinden ayrılmaları da yasaklandı. Maden ocakları civarında yaşayan köylülere, belirli bir süre maden ocaklarında çalışma mecburiyeti getirildi. 3 Nisan 1944’de çıkarılan bir kanunla işverenlere, işçileri işyerine bağlamak amacıyla zor kullanma hakkı tanındı. Bir mazeret göstermeksizin işinden ayrılan işçilerin bulunup zorla işyerine getirilmeleri ve bunun için yapılan masrafın da işçinin gündelik ücretinden kesilmesi kabul edildi.” (Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar/4, MT, Mayıs 2008)
İşçi ve emekçilerin örgütlenerek bu durumdan kurtulmaya çalışması ve iktidarı kendi ellerine alması gerektiğini düşünen sosyalistler ve demokratik haklarını talep eden Kürtler bu devletin en büyük düşmanlarıydı. Devlet bu “düşmanlarla” savaşmayı kutsal bir görev sayıyor ve asla ihmal etmiyordu. Toplumsal muhalefetin filizlenmesi ve güçlenmesi her zaman yoğun bir baskı ile engelleniyordu. Ancak burjuvaların “muhalefeti” anlayışla karşılanıyor ve gerekleri yerine getiriliyordu. Sözde ekonomiyi ayakta tutmak için tüm tüccarlardan alınması planlanan Varlık Vergisi, bu “muhalefet” sayesinde yalnızca gayrimüslim azınlıklardan alınan bir vergi haline geldi ve tarihe düşen kara lekelerden biri oldu. Yoksul gayrimüslimler ödeyemedikleri bu vergiler nedeniyle Aşkale’deki taş ocaklarında ölesiye çalıştırıldılar. Türk sermayedarlar gayrimüslim halktan gasp ettikleri ile daha da zenginleştiler.
27 yıllık tek parti iktidarının ardından 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin “demokratlığı” da yalnızca burjuva sınıflar içindi. 1950-1960 arasında iktidarı elinde tutan DP de, işçi sınıfının grev ve toplu sözleşme hakkını içeren gerçek sendikal örgütlenme hakkını tanımadı. Kıtlık, yokluk, yoksulluk çeken işçi kitleleri, bu sömürüye karşı mücadele araçlarından mahrum bırakıldı. DP iktidarı 27 Mayıs darbesiyle son buldu. Bu süreçten sonra işçi ve emekçi kitlelerin en temel haklarını kazanabilmesi için büyük mücadeleler vermesi gerekecekti. 60’lı yıllarda serpilip büyümeye başlayan işçi sınıfı en ağır saldırılara göğüs germek zorunda kalacaktı.
Kavel Kablo fabrikasının işçileri 1963 kışının soğuğunda tüm İstinye’yi ayağa kaldıran mücadelelerini başlattılar. Polis, mahkemeler, siyasetçiler işçileri sindirmek için el ele verdi. Ancak dönemin mücadeleci sendikası Maden-İş ve işçiler geri adım atmadılar. Grev hakkı yasalara ancak bu şekilde geçti. Bundan sonra yayılan fabrika işgalleri dalgası da polis şiddetinden nasibini aldı. Her grev, her işçi mücadelesi şiddetle bastırılmaya çalışıldı.
Maden-İş’in ve DİSK’in varlığı, 60’lı ve 70’li yıllarda işçilere güç ve güven veriyor, mücadelelerinin militanlaşmasını sağlıyordu. DİSK’in “çanına ot tıkamak” ve işçileri örgütsüz bırakarak büyümek isteyen sermaye 1970’te harekete geçti. Ancak işçiler bu saldırıyı büyük bir direnişle karşıladılar. 15-16 Haziran’da işçilerin DİSK’e sahip çıkma mücadelesi sıkıyönetimle bastırılmak istendi. Direnişe katılan işçiler kara listelere alındılar. Bir daha hiçbir yerde iş bulamadılar. Yine de sermayenin hevesi kursağında kaldı, hem DİSK faaliyetini sürdürdü hem de işçi hareketi gelişmeye devam etti. 1970’ten itibaren Türkiye’de sınıf savaşı daha da keskinleşti. 1 Mayıs ilk kez 1976’da anlamına uygun bir biçimde ve kitlesel olarak kutlandı. 1977’de ise 1 Mayıs meydanında daha büyük bir kitlesellik ve coşku vardı. Devlet büyük bir katliam gerçekleştirerek 1 Mayıs’ı kana buladı. 70’li yıllar boyunca sürdürülen işçi eylemlerine dönük faşist saldırılar işçileri yıldırmayı, mücadeleci sendika ve örgütleri işçilerden yalıtmayı amaçlıyordu. Direnişlerde, işyeri işgallerinde, grevlerde katledilen işçiler oluyordu. Devlet, bu katliamların sorumlularını açığa çıkarmak ve yargılamak bir yana onları koruyor hatta ödüllendiriyordu.
İşçi sınıfına ve DİSK’e geri adım attıramayan sermaye sınıfı kanlı tezgâhlarını arttırarak devam ettirdi. Önce işçi sınıfının önderlerinden Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler katledildi. Ardından 1980 askeri faşist darbesi geldi. 1980 darbesinin tüm icraatları işçilerin mücadelesini silindir gibi ezmek ve sermayenin önünü açmak içindi. Tüm grevler bir gecede yasaklandı. Grevci işçiler hiçbir talepleri kabul edilmeden MGK kararıyla işyerlerine geri gönderildiler. Binlerce işçi tutuklandı. Tüm sendikalar kapatıldı. Sermaye örgütleri orduya ve devlete övgüler dizmeye başladılar. İşçilereyse “bugüne kadar siz gülüyordunuz, şimdi gülme sırası bizde” dediler. Mücadeleci işçileri fabrikaların dışında bırakarak, işçileri korkutup sindirerek yeni kuşaklara deneyim aktarmalarını engellediler. Ama kendi evlatlarını, yeni nesil burjuvaları işçi sınıfına karşı yürüttükleri amansız saldırılarda ustalaştırdılar.
Kürt halkı, 1980 darbesinden sonra demokratik hak ve özgürlükleri için mücadelesini büyüttü. İşçi sınıfının paramparça edildiği, örgütsüzleştirildiği böyle bir ortamda Türk halkına Kürtlere karşı kin ve düşmanlık zehri pompalandı. 1980 darbesinden sonra ilk grev 1986’da Netaş fabrikasında gerçekleştirildi. Karanlık mum aleviyle delinmişti artık ama dağılmamıştı. 90’lı yıllar boyunca, maden işçilerinin büyük eylemleri dışında işçi sınıfı genel bir sessizlik içindeydi. Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaş, darbeyle topluma giydirilen deli gömleğini daha da daralttı. İşçi mücadeleleri “terör”le bağdaştırıldı ve boğuldu. Bu yıllarda başta emeklilik yaşının yükseltilmesi olmak üzere işçi sınıfının pek çok hakkı tırpanlandı. Neoliberal politikalar sermayeye büyük bir hareket ve büyüme kabiliyeti verirken işçileri en temel haklarından yoksun bıraktı. 2000’li yıllarla beraber ise kapitalizmin derinleşen küresel ve yapısal krizleri işçi sınıfının peşini bırakmadı.
Devletleşen AKP işçilere ne yaptı? Patronlar için ne yaptı?
AKP de iktidara gelir gelmez, büyük bir enerjiyle işçi düşmanı politikalarını hayata geçirmeye başladı. İş Kanunu’nun değiştirilmesi ilk icraatlarından biri oldu. Değişikliklerin tümü işçilerin temel haklarını geliştiren değil yok eden düzenlemelerdi. İşgünü kavramı esnetildi, iş haftası tanımı getirildi, Pazar günü hafta tatili olmaktan çıkarıldı. Belirli süreli iş sözleşmesi tüm sektörlerde uygulanabilir hale getirildi, iş güvencesi neredeyse ortadan kalktı. Taşeronlaştırma dizginsizce yaygınlaştırıldı, tüm kamu kurumlarına, tüm işyerlerine taşeron sokuldu. 2003’ten önce 300 bin olan taşeron işçi sayısı AKP döneminde 3 milyonu geçti. Sendikalı işçi oranı düştü, yetkili sendikaların sayısı azaldı. İşsiz sayısı arttı. Güvencesizlik, işsizlik korkusu derinleşti. İş saatleri ve çalışma temposu insanlıkdışı boyutlara taşındı. Tüm bunlar iş güvenliği önlemlerinin maliyet olarak görülmesiyle birleşti ve iş kazaları, işçi ölümleri durmaksızın arttı. 16 bine yakın işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği AKP döneminde ekonomi işçilerin kanı ve canı pahasına büyüdü.
İşçilerin yoksulluk, işsizlik ya da aşırı çalışma ile boğuştuğu bu dönemde Türkiyeli sermayedarlar ihya oldular. Patronların bir dediği iki edilmedi, onlar için üst üste teşvik paketleri çıkarıldı. Sermaye belli ellerde yoğunlaştıkça gelir dağılımındaki adaletsizlik korkunç biçimde arttı. Sınıf çelişkileri iyice keskinleşti. Elbette AKP kendi sınıfının iyi bir temsilcisidir. Bu nedenle “sermayenin ayağındaki prangaları çözeceğiz” demiş ve çözmek için her şeyi yapmıştır. Buna karşı çıkanlara “ayaklar baş olamaz” diyerek had bildirmek istemiştir. Ankara sokaklarında iş güvencesi ve hak talep eden Tekel işçilerine iftiralar atmaktan, grevleri yasaklamaktan, Soma’nın ardından “fıtrat, kader” nutukları atmaktan çekinmemiştir. Somalı madencilerin acılı yakınlarını tokatlamaktan, tekmelemekten, polisin hedefi haline getirmekten utanmamıştır. İşçilere meydanları yasaklamaktan, işçi düşmanı sendika bürokratlarına vekillik bahşetmekten, sözde şikâyet ettiği 12 Eylül ruhunu, yeni sendikalar, toplu sözleşme ve grev kanunlarında aynen korumaktan da utanmamıştır.
Seçim sonuçlarına rağmen devletin dümenini elinden bırakmayan AKP ve onun iktidar hırsına gark olmuş şefi Erdoğan, Türk işçi ve emekçileri kendi emellerinin payandası haline getirmek istiyor. Her şeye itaat etmelerini, üç kuruşluk ücrete kanaat edip onlara verilenle yetinmelerini buyuruyor. Milliyetçi, muhafazakâr, işçi sınıfının mücadele yöntemlerinden bihaber kuşaklar istiyor.
Bugünlerde yükseltilen savaş çığlıkları, asker ve polis cenazelerinde tabutların kürsü gibi kullanılmasına varan kirli propaganda yöntemleri işçilerin zihinlerine bir kez daha çörekleniyor. Türk işçilerin önünde dizginsiz sömürü ve kirli savaşın kurbanı olmak ya da hangi kimlikten olursa olsun tüm işçilerle kardeşleşip asıl düşman olan patronlar sınıfına karşı birlikte mücadele etmek seçenekleri duruyor. Türk işçilerin, devletin Kürt işçilere ve Kürt halkına “ne yaptığını” anlaması, bu nedenle hayati önem taşıyor.
link: Ezgi Şanlı, Bu Devletin Emekçilere Yaptıkları, 5 Eylül 2015, https://marksist.net/node/4423
90’larda Çocuk Olmak
Besinleri de Sistemleri Gibi Hastalık Saçıyor