Suudi ittifakının Yemen’e saldırmasıyla birlikte İran’a karşı oluşturulan Sünni cepheye dahil olan TC, izlediği dış politika nedeniyle içine sürüklendiği “değerli yalnızlığı” parçalayarak yeniden ön almaya çalışıyor. Yeni Suudi kralıyla yakın ilişki içinde tekrar atağa geçmeye koyulan AKP hükümeti, bugünlerde Suudi Arabistan ve Katar’la işbirliği halinde Suriye’ye saldırma planları yapmakla meşgul. Bu üçlü, Esad’ı değil IŞİD’e karşı mücadeleyi öncelikli hedef olarak açıklayan ABD’yle ipleri koparmaksızın fakat kendi öncelikleri dahilinde harekete geçerek İslamcı gruplara desteği arttırırken, gerekirse kuzeyden ve güneyden Suriye’ye saldırma planları yapıyorlar. Bu arada, bir kez daha hayaller alemine dalan Davutoğlu, Esad devrilip yeni rejim kurulduktan sonra Türkiye-Suriye sınırının kalkacağından (yani Suriye’nin Türkiye’nin nüfuz alanı ya da hatta toprağı haline geleceğinden) dem vuruyor. Bilindiği gibi Erdoğan da, dört yıl önce gaza gelerek, Emevi Camiinde namaz kılmayı diline dolamıştı. Ancak süreç tam tersi bir rotada ilerlemiş ve AKP’nin dış politikasının cenaze namazı kılınmıştı! Öyle görünüyor ki, Osmanlı düşleri, iktidardakileri, atılacakları maceraların sonuçlarını kestiremeyecek kadar körleştirmiş bulunuyor.
Biraz gerilere giderek bu düşü besleyen gelişmeleri kısaca hatırlayalım. 2011’de patlak veren Arap isyanları dalgasına dek, Türkiye, alt-emperyalist bir güç olarak, uluslararası konjonktürün de katkısıyla Ortadoğu’da önemli bir güç olma şansını yakalamıştı. ABD’nin Afganistan’ın ardından Irak’ı işgal ederek tetiklediği emperyalist savaş, aynı zamanda Ortadoğu’dan Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyanın yeniden şekillendirilip paylaşılması amacını güdüyordu ve AKP hükümeti de bu emperyalist planlar doğrultusunda üzerine düşen rolü üstlenmişti. Türkiye bu süreçte, ABD’nin de “rol model” olarak sunarak hem politik hem de ekonomik olarak ön açmasıyla önemli bir bölge gücüne dönüşmüştü.
Bu dönemde, Türki cumhuriyetlerden Afrika’ya dek geniş bir alanda ekonomik ve politik atılım yapmaya girişen AKP hükümeti kuşkusuz bunun ideolojisini de oluşturmaya koyuldu. Mehmet Sinan’ın vurguladığı gibi, Kemalizm, misak-ı milli sınırları içerisinde inşa edilmeye çalışılan bir ulus-devletin ideolojisiyken, Erdoğan öncülüğündeki AKP, bölgesinde büyük güç olmayı amaçlayan ve yayılmacı emeller taşıyan bir devletin ideolojisini oluşturmaya çalıştı.[*] Güçlendirilmeye çalışılan fetihçi ideoloji, Osmanlı’ya ilişkin pek çok safsata eşliğindeki bir tarih kurgusuyla kitlelere yedirilmek istendi ve işte bu çaba bugün de devam ediyor.
AKP’nin akıl hocalığına soyunan İbrahim Karagül gibiler de, “gelişmeleri çok doğru okuyan büyük ideolog” pozlarında, yeni-Osmanlıcılık olarak da adlandırılan bu ideolojiinin goygoyculuğunu yapmakla meşguller. Bunlar, Birinci Dünya Savaşıyla belirlenen sınırların parçalanmakta oluşundan hareketle, “yüzyılık kuşatma ve çözülme” olarak adlandırdıkları durumun aşılmakta olduğunu, “yeni bir diriliş çağı”nın başladığını ve Türkiye’nin “20. yüzyıl parantezini kapatarak” Osmanlı’nın eski tebalarına hamilik yapıp yeniden “tarihsel” sınırlarına geri dönme fırsatını yakaladığını öne sürüyorlar. Bir yandan, üzerinde büyük oyunlar oynandığı, yükselmesinin önüne geçilmeye çalışıldığı vb. tezlerini işleyip Türkiye’yi mağdur pozisyonunda gösterirken, bir yandan da suçladıkları emperyalist saldırganlığı kendileri izleyerek ve benzer oyun planlarını kendileri kurarak, Türkiye’nin Osmanlı mirası üzerinden bütün Ortadoğu’da söz sahibi olduğunu iddia ediyorlar. Bir kişilik yarılmasının ifadesi olarak aynı anda hem mağduru hem güçlüyü oynayan ve gerçekler dünyasından kopan bu şizofrenik ruh hali, son dönemlerde iyice depreşmiş vaziyette. Aşağıdaki cümleler aslında bu ruh halini gayet açık bir şekilde ifade ediyor:
“Bu mücadele, Birinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan statükoyu yıkmaktır. Meydan okumaktır. (…) Yeni bir toplumsal sözleşme ile, yeni bir kuruluş sözleşmesi ile ülkeyi ulus devlet sınırlarının ötesine taşımaktır, Anadolu sınırlarına hapsolmuş ülkeye yeni ufuklar sunmaktır. (…) Türkiye’nin bu yükselişine, öne çıkışına, kendini bulmasına, özgürleşmesine, kendisiyle birlikte coğrafyayı harekete geçirmesine karşı sinsi ve müthiş yıkıcı bir operasyon yürütülmektedir. Bir had bildirme, bir bileğini bükme, bir boynunu kırma savaşıdır Türkiye’ye karşı yürütülen. (…) Coğrafyanın tek siyasi otoritesini paramparça eden Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından tam yüz yıl sonra, tam yüz yıllık korku ve sabırdan sonra, siyasi tarihin önümüze çıkardığı aralıktan sıyrılıp çıkmaya çalışan bir ülkeyiz biz. Şükür ki, bu tarih aralığında vesayetçi kadroların değil, bu siyasi hesaplaşmanın bilincinde olan bir anlayışa, liderliğe, kadroya, toplumsal desteğe sahibiz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra yakaladığımız tek mucizedir bu. İşte bu mucize, yeni bir Türkiye’nin inşa edilmesidir. Devletin yeniden formatlanması, sistemin yeni döneme hazır hale getirilmesi, toplumsal hafızanın yeniden canlandırılması, Türkiye’nin tarih yapıcı misyonuna yeniden döndürülmesidir.” (İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 16.02.2015)
Bir yandan “büyük ve güçlü devlet” söylemleriyle ulusal gururu okşayan, öte yandan ölümcül bir kuşatma ve saldırı altında olunduğu hissini diri tutan bu demagojik söylem, kimi AKP ideologları tarafından “değerli yalnızlık” türü ifadelerle de süslenmektedir. Kabına sığmayan kapitalist güçlerin emperyalist yayılma emellerini dillendirirken kullandıkları bu manipülatif dil elbette Türkiye egemenlerine özgü değildir. Geriden gelen bütün emperyalist güçler, kendi coğrafi, tarihi vs. arka planlarına göre temellerini döşedikleri mağduriyet söylemini, “hakkımız olan bize verilmiyor” demagojisi eşliğinde, yayılmacı politikalarının temel ekseni haline getirmişlerdir. Örneğin Birinci Dünya Savaşının bitiminde Almanya’ya dayatılan ağır şartlar bir mağduriyet edebiyatını beslemiş ve bu durum Alman faşizminin temel demagojik argümanlarından birisi olarak kullanılmıştır. Saldırgan dış politikalarını ve yayılma heveslerini haklı göstermek için bir yandan tarihi geçmişi, ırk ortaklığını, din kardeşliğini vb. dayanak yapanlar, bir yandan da saldırı altında olunduğu propagandasına sarılarak kitleleri peşlerine takmaya çalışmışlardır. Çeşitli emperyalist güçlerin kendi haydutluk siyasetlerini gizlemek için başvurdukları demagojilerle bugün AKP’nin emperyalist ideologlarının demagojileri arasında pek çok benzerlik vardır. İnsaniyet kılıfı altına gizlenen emperyalist politikalarsa bunların ortak paydasıdır.
Nüfuz alanını genişleterek bölgenin efendisi olmak için her türlü kirli oyunu tezgâhlayan, vahşi çeteleri yıkım silahlarıyla donatarak halkların üzerine salanlar, utanmadan, “Türkiye üzerinde oynanan sinsi oyunlar”dan dert yanabilmektedirler. Bunlara göre, büyük güçler yıkıcı, kanlı planlarını hayata geçirmek için çalışıyorlar, “bölgeyi lime lime ediyor, parçalara ayırıyor, yeni güç haritaları ortaya çıkarıyorlar”, Türkiye ise gayet masumane bir biçimde “eski Osmanlı coğrafyasına göz atıyor, ilgi gösteriyor, oradaki insanların sorunlarıyla ilgileniyor, bölgedeki kaosu sona erdirmeye dönük girişimlerde bulunuyor”! Gel gör ki, tüm iyiniyetine, insaniyetine ve meşruiyetine rağmen, şer güçler tarafından “Osmanlıcı olmakla, emperyal olmakla” suçlanıyor! (İ.K., Yeni Şafak, 11.03.2015)
AKP’ye göre, bugünlerde Suriye, Yemen ve Irak üzerindeki kara senaryoları hayata geçirmek için kirli bir ittifak kuran Suudi Arabistan, Türkiye, Katar ve diğer Sünni güçlerin, İran’ın emperyal projelerine karşı kendilerini savunmak dışında bir niyetleri yoktur. Fakat bu yavuz hırsızlar, yalanlarını dillendirirken gerçekleri de ağızlarından kaçırıvermektedirler. Meselâ İran tarafından kuşatılmaya ve kalbinden vurulmaya çalışılan Suudi Arabistan’ın Yemen’e saldırmak dışında bir seçeneğinin olmadığını söyleyen Karagül, onun aynı zamanda “sınırlarına hapsedilmeye çalışıldığını” da olumsuz bir unsur olarak dile getirmektedir. Yani Suudi Arabistan’ın sınırlarını aşma yönündeki emperyal politikaları mübahtır, İran’ınkiler ise mekruh:
“Tahran’ın Yemen senaryosu S. Arabistan’ı çevrelemeye, onu sınırlarına hapsetmeye, bir adım sonrasında ise kalbinden vurmaya ayarlıdır. (…) Buradan bakınca Suudi yönetiminin Yemen’e müdahaleden başka seçeneği zaten yoktu. Hiçbir ülke, sınırlarına kadar gelmiş bir gücün bir adım sonrasında kendisini vurmasını beklemez.” (İ.K., Yeni Şafak, 01.05.2015)
Bütün bunların, emperyalist güçlerin bölgeyi mezhep savaşlarını kışkırtarak bölüp parçalama planlarına dikkat çeken ve bölge ülkelerinin de “tuzağa düştüklerini” söyleyen bir yazıda dile getirilmesi ise ayrı bir tuhaflıktır:
“Bölge ülkeleri ise, üst aklın tasarımında kendilerine düşen rolü kendi gerçekleri, çıkarları, jeopolitik hesapları zannettiler. Oysa bu basiretsizliğin, tarihin en büyük yanılgılarından biri olacağının farkında bile değiller. Farkında olsalar bile, “bu boşlukta ne kazanırsak kârdayız” gibi fırsatçı bir çizgide hizalandılar. Oysa bu fırsatlar yarın kendileri için büyük felaketlere dönüşecek, bunu anlamakta zorlanıyorlar. Böyle olunca da ülkeler bir süre sonra o ‘gerçekler’in dışına çıkamaz hale gelecekler. Bir başka domino etkisiyle çatışmalar ardı ardına gelecek ve bizler o çatışmalarda ‘haklı olarak’ pozisyon almak zorunda kalacağız.”
İşte “İran’ın yayılma haritası”na ve Suudi Arabistan’ın “Yemen’e müdahale etmek zorunda kalmasına” ilişkin satırlar tam da bunların arkasından gelmektedir. Eh, bu durumda Türkiye de “haklı olarak” pozisyon almaktadır! Neden? Çünkü İran, tüm Osmanlı şehirlerini, yani bizim tarihsel mirasımız olan şehirleri kontrolü altına almıştır! O “bizim” tarihi bölgemizde cirit atarken herhalde sessiz kalmamız mümkün değildir!
“Şam İran’ın kontrolünde, Bağdat İran’ın kontrolünde, Yemen İran’ın kontrolünde. Osmanlı şehirleri artık İran’ın denetiminde. Türkiye gidince emperyal oluyor, İran gidince haklı savaş mı oluyor?” (İ.K., Yeni Şafak, 11.03.2015)
İran’ın emperyal politikalarını haklı görüp savunan varmış gibi, üste çıkıp, bizi niye emperyallikle suçluyorsunuz demek, sözünü ettiğimiz yavuz hırsızlık halinin tipik bir örneğidir.
ABD’nin Irak’ı işgal ederken cebinde bulunan harita, yani Büyük Ortadoğu Haritası bölgeyi mezheplere dayanarak bölüp parçalamayı ve nüfuz alanlarını buna göre tahkim etmeyi içermiyormuş, Erdoğan bu planın eşsözcülüğüne soyunmamış gibi, şimdi çıkıp, “üst aklın” dayattığı mezhep savaşları projesi İran eliyle uygulanıyor diye feveran etmek riyakârlığın dikâlâsı değil midir? Üstelik bu riyakârlar, İran’a ahlâklı ol “tavsiyesinde” bulunmaktan da geri durmamaktadırlar:
“İran bir an önce ahlaki bir pozisyona çekilmeli. Aşırı yayılmacı, komşularını tehdit edici, pervasız, açgözlü saldırganlığına derhal son vermeli. Yabancı işgallerle mücadele eden bütün coğrafya bugün en az işgaller kadar tehlikeli bir İran saldırganlığı tehdidi altındadır. (…) Son yıllarda aşırı silahlanmanın getirdiği bir şımarıklıkla Arap dünyasını tehdit etmekte, dahası Türkiye’yi güneyden çevreleme, Türkiye’nin Müslüman-Arap dünyası ile arasında bir tampon kuşak oluşturma projesi yürütmektedir. Açık söyleyeyim, bütün bölgeyi ikiye ayırıp sonu gelmez bölgesel savaşlara neden olabilecek mezhep savaşları projesi İran eliyle uygulanmaktadır. Bu müdahalelerin bir sonraki aşaması çok daha tehlikelidir ve asıl bölgesel savaş o zaman çıkacak ve Türkiye de bu savaşın içinde yer almak zorunda kalacaktır.” (İ.K., Yeni Şafak, 27.03.2015)
Demek ki, masum Türkiye şimdiye kadar yürüyen savaşın dışındaymış!
O Türkiye ki, AKP hükümeti iktidara geldiği günden bu yana, bu projelerin bizzat göbeğinde yer almıştır. Irak’ın bu proje doğrultusunda dizayn edilmesinde birinci elden rol üstlenmiş, fakat hesapları tutmayınca açığa düşmüştür. Daha yakın dönemde ise, tüm bölgede Müslüman Kardeşler eksenli hükümetler yaratarak ve bunları halife edalarındaki Erdoğan’a biat ettirerek bölgenin emperyal gücü olmaya soyunmuş, ne var ki bu planları da suya düşmüştür. Üstelik bu yıkıcı plan, Mısır’da Mursi’yi ipe götürürken Libya’yı da büyük bir kaosun içine sürüklemiştir. Aynı şey Suriye için de geçerlidir. Suriye’de ilk etapta Esad’a karşı Müslüman Kardeşler çizgisindeki güçleri destekleyen ve o aşamada Suudi Arabistan’la da karşı karşıya gelen Türkiye, bu politika çökünce, bu kez Suudi-Katar ittifakına yanaşmak zorunda kalmıştır. O Suudi Arabistan ki, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in ipini çeken askeri darbeyi ve sonrasında oluşan cunta yönetimini var gücüyle desteklemiştir. Yani AKP şimdi, cansiperane savunur göründüğü Mursi ve İhvan’ın cellatlarıyla koyun koyunadır.
Bu durum, burjuva devletlerin dış politikalarının ideolojik dostluklarla değil kapitalist çıkarlarla şekillendiği, bunun için her türlü oportünizmin mübah görüldüğünü, bugünün “düşman”larının yarın kolaylıkla “dost” olabildiklerini ve tersini de göstermektedir. Egemenler için değişmeyen tek düşmansa işçi sınıfıdır; onun tepesine binerek kendi aralarında her türlü ittifakı kurarlar, bozarlar, ama söz konusu düşmanlık baki kalır. Nitekim bölge halklarını kitlesel yıkıma uğratan emperyalist savaşta şu ya da bu kutupta kümelenen egemenler, çıkarları temelinde bir araya ya da karşı karşıya gelirken, felâkete uğrayan, sefalete sürüklenen, ezilen, her daim emekçiler olmaktadır. Emperyalist amaçlarla bölgeyi yağmalamaya girişenler ve bu politikaları din, ırk, mezhep kardeşliği, insaniyet, demokrasi vb. adı altında pazarlayanlar emekçilere hesap vermekten kaçamayacaklardır.
[*] Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi, marksist.com
link: Zeynep Güneş, AKP’nin Emperyalist Politikaları ve Yalanları, 12 Haziran 2015, https://marksist.net/node/4273
Kapitalizmin Bizlere Sundukları
Aşırı Sıcaklar mı, Kapitalizm mi Can Alıyor?