Egemen sınıfın, yıldırma, sindirme, cezalandırma, itirafa zorlama gibi amaçlarla sıkça başvurduğu işkence, dünyanın pek çok ülkesinde halen sistematik bir şekilde uygulanmaya devam ediyor. Türkiye’nin de aralarında olduğu 150’den fazla devlet tarafından bağlayıcı kabul edilen “İşkenceye Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde, bir kişinin, onu itirafa zorlamak, bilgi almak, korkutmak, cezalandırmak gibi amaçlarla fiziksel ya da ruhsal olarak ciddi acı ya da ıstırap veren uygulamalara maruz bırakılması işkence olarak tanımlanıyor. Sözleşmede, işkence yapmanın kesinlikle hiçbir mazereti olmadığı, savaş, sıkıyönetim, ayaklanma ya da herhangi bir olağanüstü durumda dahi işkenceye asla izin verilemeyeceği ve işkencenin asla meşrulaştırılamayacağı söyleniyor. Benzer şekilde, bu sözleşmeye ve aynı içerikteki diğer uluslararası sözleşmelere imza atan devletlerin yasalarında da işkence insanlıkdışı bir uygulama olarak mahkûm edilip, işkence yapan kamu görevlilerinin cezalandırılmaları öngörülüyor. Ne var ki söz konusu sözleşmeleri ve yasaları hazırlayan ikiyüzlü egemenler için, bunlar kâğıt üzerindeki boş sözlerden başka bir anlam ifade etmiyor ve işkenceye, sadece çıplak diktatörlüklerin ya da otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde değil, gelişmiş demokrasiler olarak sunulan Batılı devletlerde de yaygın bir şekilde başvuruluyor. Özellikle 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısının ardından “terörle mücadele” adı altında başlatılan emperyalist savaşla birlikte, gerek Irak ve Afganistan gibi işgal altındaki topraklarda, gerekse işgalci emperyalist güçlerin kendi sınırları içinde, işkence rutin bir uygulama haline gelmiş bulunuyor.
Bu olgunun ifşa olması kuşkusuz başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin elini yasalar ve kamuoyu karşısında zora sokuyor. Tam da bu nedenle, işkenceyi kitleler nezdinde meşrulaştırmak ve böylelikle bu fiili suç olarak gören yasaların çiğnenmesine, yumuşatılmasına ya da devre dışı bırakılmasına yönelik tepkileri bertaraf etmek için çeşitli araçlar devreye sokuluyor. Bu noktada Hollywood, senaryoları doğrudan hükümet politikaları ekseninde ve daha da ötesi CIA yönlendiriciliğinde hazırlanan filmlerle ve televizyon dizileriyle, söz konusu meşrulaştırma operasyonunda önemli bir rol üstlenmiş durumda. Bilhassa Guantanamo üssündeki ve Ebu Garib Cezaevindeki insanlıkdışı uygulamaların ortaya çıkmasının ardından, bu tip filmlerde ve dizilerde bir patlama yaşanmakta. Senaryoları son derece sinsi bir şekilde kurgulanan bu yapımlar, vicdani bir ikileme sokulan izleyicide işkencenin “olağanüstü koşullarda” zorunlu olarak başvurulması gereken bir yöntem olduğu kanaatini oluşturarak bunun meşru bir fiil olarak kabul görmesini sağlama amacı güdüyorlar. Bu kanaati oluşturmanın en kolay yolu olarak ise, izleyicinin “binlerce insanın hayatı mı, işkence uygulanmamasında direnmek mi” ikilemine sürüklendiği “zaman ayarlı bomba” senaryosu karşımıza çıkıyor.
Özellikle İkiz Kuleler saldırısından sonra bilinçli bir şekilde sıkça işlenmeye başlanan bu tuzak senaryoların özü, ABD’nin kilit önemdeki kurumlarına ya da nüfus yoğunluğunun fazla olduğu merkezi noktalarına zaman ayarlı kitlesel imha silahları yerleştiren ve yüz binlerce insanı öldürmeyi planlayan bir terörist grubun (çoğu durumda İslamcı!) ele geçirilen üyesine bombanın yerini söyletmek ya da bombayı etkisiz hale getirmek üzere işkence yapılmak “zorunda kalınmasına” dayanmaktadır. Bu kurgusal senaryolarda, son derece manipülatif biçimde, bu tip olaylar gerçek hayatta sıkça yaşanan durumlarmış gibi gösterilmekte ve izleyicide bunların ancak işkence sayesinde engellenebileceği algısı yaratılmaktadır. Oysa dünya tarihinde şimdiye dek ne herhangi bir devlet dışı politik örgüt bu tür bir kitlesel imha eylemi gerçekleştirmiştir, ne de böylesi bir planlı eylemin işkence aracılığıyla edinilen bilgiler sayesinde önlendiği görülmüştür. Böylesi bir olay olasılık olarak hesaba katılacak olsa bile, kitlesel imha silahlarıyla gerçekleştirilebilecek bu tür eylemlerin politik örgütlerin değil ancak burjuva devletlerin ve burjuva istihbarat örgütlerinin işi olabileceği çok açıktır. Şimdiye dek nükleer bombanın kitlesel imha aracı olarak bir kez, o da ABD tarafından kullanıldığı ve yüz binlerce Japonun ölümüne yol açtığı gerçeği de unutulmamalıdır. Demek ki, ortada insanlığa karşı bir tehdit varsa bu tehdit Hollywood yapımı sanal teröristlerden değil, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerden gelen bir tehdittir ve gerçek terörist onlardır. Dolayısıyla bu senaryolar her açıdan bilinçli bir ideolojik çarpıtmanın ürünüdür ve amaç, “terör” öcüsüyle kitleleri korkutup sindirirken, emperyalist saldırganlığı ve işkenceyi de kitleler nezdinde meşrulaştırmaktır.
Söz konusu filmlerde ve dizilerde işkence kaba değil son derece sinsi bir şekilde savunulmaktadır. Bunlar, işkenceye karşı olanları bile vicdani ikileme sokarak bu fiili kabul ettirmeye dönük psikolojik savaş araçlarıdır. Burada verilmek istenen mesaj şudur: “İşkence yanlış olabilir ama binlerce insanın ölmesi bundan daha kötü bir şeydir; bundan dolayı kitleleri korumak amacıyla başvurulan işkence tolere edilmelidir.” Zira egemenler, “işkence olağanüstü durumlarda kabul edilebilir bir fiildir” kanaatini bir kez yerleştirdiklerinde, çeşitli bahanelerle gerçekleştirdikleri bu insanlıkdışı uygulamayı sıradan durumlar için de kabul ettirebileceklerini gayet iyi bilmektedirler.
2001’den önceki film ve dizilerde genelde işkenceciler psikopat ve cani tipler olarak canlandırılırken, bu tarihten sonra patlamalı bir şekilde artan söz konusu yapımlarda işkencecilerin kahraman olarak resmedilmeleri de bir tesadüf değildir. Zira artık karşımızdaki işkenceciler, polisiyle, ajanıyla, askeriyle, “vatansever” kamu görevlileridirler! Cani olarak sunulanlarsa, bu “vatansever” işkenceciler tarafından türlü eziyetlere maruz bırakılan “terörist”lerdir! Meselâ Amerikan yapımı olan, gerçek zamanlı kurgu ve sunum tekniğiyle de ayrıca ilgi çeken “24” dizisi bu tür senaryoların en yetkin örneklerinden birini teşkil etmektedir. Senaryosunun CIA yönlendiriciliğinde yazıldığı belli olan, stüdyo ofislerinde sorgu tekniklerini anlatan CIA el kitapları bulunan ve 11 Eylül saldırısının hemen ardından 2001 yılında yayına sokulan bu televizyon dizisi, bir taraftan ABD politikalarıyla uyumlu bir şekilde İslamcı örgütleri, Ortadoğu ülkelerini, Almanya’yı, Çin’i ve Rusya’yı “terörist” faaliyetler yürüten güçler olarak hedef tahtasına oturtmaktadır. Diğer taraftan ise, bu “düşman” güçlerin desteğiyle ABD’ye zarar vermek isteyen “teröristlerin” ellerindeki kitle imha silahlarını kullanmalarını engellemek için, ele geçirilen şahıslara “zamanla yarışıldığı” için “mecburen” işkence yapılması gerektiği mesajını vererek işkenceyi haklı göstermeye çalışmaktadır.
Dizinin baş kahramanı, izleyicinin onunla özdeşleşmesi istenen Jack Bauer adındaki bir “terörle mücadele birimi” ajanıdır. Dizi Bauer’i, aylar boyunca korkunç işkencelere uğrayıp ser verip sır vermezken, vatanını ve Amerikalıları korumak için aynı yola kendisi de başvurmaktan çekinmeyen ve ele geçirilen şahısları işkenceyle çözmeyi başarıp ülkesini büyük felâketlerden kurtaran bir kahraman olarak sunmaktadır. Aslında Bauer karakteri, yaptığının doğru olduğuna inanan insanların en ağır işkencelere bile göğüs gerip çözülemeyeceğini göstermektedir. Ama dizi yapımcılarının çok yönlü mesaj verme kaygısı nedeniyle, senaryonun genel temasıyla çeliştiği halde bu hususun üzerinden atlanmaktadır. Çünkü bir yandan “işkence eninde sonunda çözer” mesajı verilmek istenirken, bir yandan da “Amerikalı kahramanlar en zorlu işkencelere dahi dayanır, teröristlerse birkaç saat içinde çözülen karaktersiz şahıslardır” algısı yaratılmak istenmektedir.
Söz konusu dizi, işkencenin önündeki yasal engelleri felâketlere yol açabilecek ayakbağları olarak göstermeyi de ihmal etmemektedir. Örneğin Bauer’in gizli servisten atılan ya da ayrılan bir ajan olarak her türlü pis işi bireysel olarak üstlenmek zorunda kalması, doğrudan bu mesajı vermektedir. Kimi durumda Başkan, kimi durumda ise gizli servis şefleri tarafından yasadışı faaliyetleri onaylanmayıp devre dışı bırakılmaya çalışılan, ama eninde sonunda haklılığı ortaya çıkıp ona muhtaç olunan bir karakterdir Bauer. Üstelik böylelikle Başkanı ve gizli servisi bu tür yasadışı faaliyetler nedeniyle yargı karşısında hesap vermekten de korumuş olmaktadır.
Bilhassa 90’lı yıllardan itibaren İsrail’in ve ABD’nin “alternatif sorgu prosedürleri” adı altında yaygınlaştırdıkları ve “ılımlı yöntemler” olarak göstererek işkence suçu kapsamında değerlendirilemeyeceğini iddia ettikleri “su altında havasız bırakma”, “ilaçla konuşturma” gibi işkence teknikleri, bu dizide de bolca seyir malzemesi haline getirilmektedir. Yayınlandığı süre boyunca yüzlerce işkence örneğini ayrıntılı bir şekilde sergileyen bu dizi, meşrulaştırma çabasının yanı sıra kanıksatma yoluyla kitleleri işkenceye tepki göstermemeye itme amacı da gütmektedir.
Benzer amaçlar güden ve yine saatli bomba senaryosunu temel alıp bu alandaki kült filmlerden biri olarak anılan bir diğer yapım ise Akılalmaz (Unthinkable) adlı Amerikan filmidir. İzleyiciye “işkence olağanüstü durumlarda kabul edilebilir mi” sorgulamasını bu soruya olumlu ve olumsuz yanıtlar veren karakterler aracılığıyla yaptıran Akılalmaz, gerçekten de “akılalmaz” tuzaklarla örülmüş bir filmdir. İşkence karşıtı kadın gizli servis elemanı kahramanla işkencede hiçbir sınır tanımayan bir cani olan erkek eleman arasındaki diyaloglar işkenceyi ahlâki ve felsefi düzeyde sorgularmış görünürken, öte yandan film kadın kahramanın tezlerini geçersiz kılan bir senaryo üzerinden akmakta ve her aşamasında bir üst düzey sorgulamaya geçilmektedir. İşkenceye uğrayan kişi, kalabalık kent merkezinin bilinmeyen yerlerine nükleer bombalar yerleştirmiş bir İslamcı militandır. Ama 24’ten farklı olarak burada İslamcı militan, asıl suçlunun yüzbinlerce insanı katleden bir savaş başlatan ABD olduğunu açıkça savunarak en ağır işkencelere bile tık demeden dayanmaktadır. Militan direndikçe işkencenin dozuna paralel olarak yukarıda sözünü ettiğimiz sorgulama da bir üst düzeyde yaşanmakta ve izleyici için birbiri ardı sıra tuzaklar kurulmaktadır. İlk aşamada “olağanüstü durumlarda işkenceye başvurmak zorunlu olabilir” kanaati yaratılarak militana yapılan işkence haklı gösterilmiş olmaktadır. Ancak ilerleyen aşamalarda militan, yanına getirilen karısına ve çocuklarına işkence yapılmasıyla tehdit edilerek, bu meşruiyetin sınırları sorgulanmaktadır. Buna karşı olan kadın ajanın düşüncesi, “çocukları tehdit unsuru olarak kullanmak zorunlu olabilir” denilerek olumsuzlanmakta, ancak nihayetinde “çocuklara işkence yapılmamalı” fikri haklı gösterilerek, “bizim de bir sınırımız var, o kadar da cani değiliz” mesajı verilmektedir. Oysa “saatli bomba” senaryolarının genel tezi bir kez kabul edildiğinde, bu sınırın aşılmasının önünde hiçbir ahlâki ve vicdani engelin dikilemeyeceği çok açıktır. Zaten gerçekte de başta CIA olmak üzere istihbarat örgütleri böyle bir sınır tanımayarak her türlü insanlıkdışı yöntemi uygulamaktadırlar.
İnsanlık onuru işkenceye direniyor
İşkence her zaman egemen sınıfın bir yöntemi olagelmiştir. Tarih boyunca egemen-ezen sınıflar, ezilen ve sömürülen yığınların mücadelesiyle karşılaştıklarında haksız konumda olmalarının yarattığı güçsüzlüğü işkence, baskı ve zorbalıkla gidermeye çalışmışlardır. İşkencenin genel olarak emekçi yığınlar cephesinde nefretle karşılanmasının nedeni de ona muhatap olanların hep haklı konumundaki ezilen emekçi kitleler oluşudur. İşte Hollywood filmlerinin yapmaya çalıştığı da esas olarak bu haklı-haksız ayrımını tepe taklak ederek, egemenleri haklı, ona karşı mücadele edenleri haksız bir konumda göstermektir. Böylelikle ezilen kitlelerin sınıf içgüdüsü diyebileceğimiz haklı ve mağdur olanın yanında olma duygusu suiistimal edilmektedir.
Ortalama her insan, bir “cani” kitlesel bir katliam peşindeyse ve birileri bunu engellemeye çalışıyorsa, haksız olanın “cani”, haklı olanın da onu engellemeye çalışanlar olduğunu ve bu “caniyi” durdurmak için her yolun mübah olduğunu düşünecektir. İşte söz konusu filmlerde insanın içine sokulduğu ikilem ya da paradoks budur. Ve bir çok paradoks gibi, bu paradoksun da tek çözümü, tanımlanan durumun tümüyle hayal ürünü olduğunu kavramaktan geçer. Ezilenlerin bağrından çıkmış hiçbir siyasi hareket, nükleer, kimyasal ya da biyolojik silahlarla onbinlerce insanı katletmeyi aklının ucundan bile geçirmez, geçiremez. Bu canilik, olsa olsa mülk sahibi sınıflara, onların devletine ya da bunların kuklası durumundaki suç çetelerine mahsustur.
Tam da bu yüzdendir ki, sinemanın etkileme gücünü inanılmaz ölçüde istismar eden yoğun ideolojik propaganda bombardımanına rağmen burjuvazi, insanlığın ezilen çoğunluğu nezdinde bu fiili meşrulaştırmayı başaramamaktadır. Bu konuda çeşitli ülkelerde yapılan kamuoyu araştırmaları, “teröre karşı mücadele” ya da “ulusal güvenlik tehdidi” gibi argümanlar karşısında bile insanlığın büyük çoğunluğunun işkenceye karşı olduğunu göstermektedir. Bu gerçek, egemenlerin söz konusu meşrulaştırma operasyonuna neden bu denli önem verdiklerini de açıklamaktadır aslında.
BBC’nin 2006 yılında, 25 ülkeden 27 bin kişiyle görüşerek gerçekleştirdiği kamuoyu araştırması, %60’a yakın bir çoğunluğun işkenceye koşulsuz hayır dediğini gösteriyor. Bu araştırmada, ABD ve çeşitli Avrupa ülkelerinin yanı sıra, Türkiye, Avustralya, Kanada, Brazilya, Şili, Meksika, Rusya, Çin, Irak, Mısır, Filipinler, Güney Kore ve İsrail’in de aralarında bulunduğu 25 ülkede, katılımcılara şu soru sorulmuş:
“Ülkelerin çoğu, tutuklulara işkence yapılmasını yasaklayan kuralları kabul etmiştir. Sizin tutumunuz aşağıdakilerden hangisine yakın?
a) Teröristler öylesine olağanüstü bir tehdit oluşturmaktadırlar ki, eğer masum insanların hayatını koruyacak bilgiyi elde edebiliyorsa hükümetlere işkenceyi belli bir ölçüde kullanma izni verilmelidir.
b) İşkenceyi yasaklayan açık kurallar olmalıdır, çünkü işkenceye başvurulması gayri ahlâkidir ve tersi bir durum işkenceye karşı uluslararası insan hakları standartlarını zayıflatacaktır.”
Verilen yanıtların ortalamasına bakıldığında, ilk seçeneği onaylayanların oranının %29, ikinci seçeneği onaylayanların oranının ise %59 olduğu görülüyor. Bu arada, bu insanlık dışı uygulamanın acılarının derinden yaşandığı Türkiye de %62 ile ikinci seçeneğin onaylandığı ülkeler arasında yer alıyor.
Genelde tersi düşünüldüğü halde Amerikan halkı açısından da sonuç farklı değildir. Söz konusu ankette %58 gibi bir çoğunlukla ikinci seçeneğe onay veren Amerikan halkının bu kanaatinin, 2001-2009 yılları arasında gerçekleştirilen çeşitli anketlerden izlendiği üzere fazlaca değişmediği görülüyor. Anketler, ABD’nin tam bir beyin yıkama operasyonuna tâbi tutarak Irak’a gönderdiği askerler arasında bile işkenceye her koşulda karşı olanların %60’a yakın bir çoğunluğu oluşturduğuna işaret ediyor.
Burjuvazi sömürü düzenini devam ettirmek için her türlü zulme başvururken, insanlık onuru, sömürüye, haksızlığa, adaletsizliğe ve zulme direniyor. Zalimlerin zulmü, ezilenleri sindirmek yerine öfkelerini bileylemekten başka bir işe yaramıyor. Engizisyona rahmet okutan işkence yöntemleriyle iktidarını ebedi kılmaya çalışan Nazi faşizmi, insanlık tarafından ilelebet lanetle anılmaya mahkûm edilmiştir. 12 Eylül faşizminin tüm cezaevlerini, karakolları, kışlaları işkence merkezine çevirmesi, sosyalistlerin ve Kürt halkının haklı mücadelesinin önüne geçememiştir. İsrail devletinin yasal güvence altına almaktan bile çekinmeden uyguladığı vahşi işkenceler, Filistin halkının boyun eğmesini sağlayamamıştır. Apartheid rejimi altında uygulanan dizginsiz işkence, Güney Afrika halkının özgürlük mücadelesinin başarıya ulaşmasını engelleyememiştir. İrlandalı ve Cezayirli özgürlük savaşçılarına uyguladıkları tarifsiz zulme rağmen İngiltere ve Fransa da aynı kaderden kaçınamamıştır. Ve Amerika’dan Asya’ya dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan daha nice örnek… Sınıf mücadeleleri tarihi, tıpkı Ortaçağ’ın en vahşi işkencelerinin feodal mutlakıyetin ve kilisenin saltanatını ebedi kılmayı sağlayamadığı gibi, burjuvazinin zulüm politikalarının da onun saltanatını ebedi kılmayı sağlayamayacağını kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Ezilenlerin tarihsel haklılığının önüne zulümle örülmeye çalışılan duvarlar eninde sonunda o duvarları örenlerin başına yıkılmaktadır; burjuvazinin de bundan kaçışı yoktur.
link: İlkay Meriç, Hollywood İşkencecilerin Hizmetinde, Kasım 2013, https://marksist.net/node/3349
İş Kazaları Kader Değildir, İşçi Ölümlerini Durduralım!
Mısır ve Tunus’ta Son Gelişmeler