Burjuvazi içindeki güç ve iktidar kavgasında önemli bir raundu temsil eden Ergenekon davası, beş yıllık bir yargı sürecinin ardından karara bağlandı. 66’sı tutuklu 275 sanığın yargılandığı bu davada, 18 sanığı müebbete, geri kalanların çoğunu uzun süreli hapis cezalarına çarptıran mahkeme, 21 sanığın beraatine, 17 sanığın ise tahliyesine karar verdi.
Hatırlanacağı üzere, AKP’nin ikinci hükümet dönemine ilerlediği ve cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmek üzere olduğu 2007 dönemecinde egemen sınıf içindeki kavga alabildiğine kızışmıştı. Bu süreçte AKP, 2003-2004’te planlanan Genelkurmay merkezli darbe girişimlerine ilişkin belgeleri servis ederek statükocu devletçi burjuva güçlere karşı atağa geçmişti. Darbe planlarının o dönemle sınırlı kalmayıp 2007’den itibaren çok daha kapsamlı harekât planlarıyla genişletildiği de ilerleyen süreçte ortalığa saçılan birtakım belgelerle açığa çıkmıştı. Bütün bunlar, Genelkurmay’ın başını çektiği, MİT ve Emniyet içindeki bazı kadroların, üniversite ve yargı bürokrasisinin de işin içinde olduğu üst düzey bir ekip (daha sonra buna “Ergenekon” denecekti) eliyle yürütülen operasyonlarla, AKP’yi alaşağı edecek bir darbenin zeminini döşemek için hummalı bir faaliyete girişildiğini gösteriyordu. Bu uğurda, Akın Birdal ve Hrant Dink gibi isimlere ve gayrimüslim din adamlarına yönelik suikastları da içeren kanlı provokasyonların uygulamaya koyulduğu, Kuvvacı faşist güçlerin devreye sokulduğu, sosyalist, İslamcı ve Kürt çevrelerin internet sitelerinin andıçlanıp faaliyetlerinin engellenmeye çalışıldığı, medya, üniversiteler, sendikalar ve yargının desteğiyle kitle seferberliği yaratılmaya çalışıldığı, kara propaganda sitelerinin kurulduğu, yaygın bir fişleme faaliyetinin yürütüldüğü ve kontra birimlerin bu planlar doğrultusunda gizli yerlere silahlar depoladıkları gibi gerçekler, gizli Genelkurmay talimatlarını da içeren çeşitli belgelerle ortaya seriliyordu. Bu bilgilerin açığa çıkması sonrasında, örneğin şu anda müebbet hapse mahkûm olan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, medyanın karşısına geçip, açığa çıkan Genelkurmay talimatlarını “belge değil kâğıt parçası” diyerek yırtıp atıyor, toprak altından çıkarılan lav silahlarını ise “silah değil boru” diyerek elinde sallayarak aklınca davayla dalga geçiyordu. Askeri bürokrasi ve göbeği onunla kesilen sivil ekürisi, TC’nin kuruluşundan itibaren siyaset üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan askeri vesayetin sarsılamayacağına olan güveninden cesaret alarak böylesine pervasız davranırken, içeriden ve dışarıdan bulduğu güçlü desteğe yaslanan AKP, bu girişimleri bertaraf ederek iktidarını güvence altına almak üzere harekete geçmişti. Ergenekon davası işte bu doğrultuda atılmış bir adımdı ve bu sayede orduda büyük bir tasfiye operasyonu başlatılırken, gücü kırılan darbeci kesim de etkisiz hale getirilecekti.
AKP hükümetinin tümüyle oportünist bir şekilde kullandığı bu dava, bilindiği gibi, yandaş medya ve AKP destekçisi liberal kesimler tarafından “derin devlet”le ve darbelerle gerçek bir hesaplaşma olarak lanse edilip demokrasi yolunda büyük bir adım olarak selamlanmıştı. Ulusalcı-statükocu kesimler ise, mümtaz devletlû şahsiyetlere yönelik tutuklamaları AKP’nin “cumhuriyeti” tasfiye çabasının somut bir göstergesi olarak sunup, davayla açığa çıkan gerçekleri tümden red yoluna gitmişler ve özü gizlemek üzere çeşitli hukuksuzlukları öne çıkararak suçlamaları büyük bir komplo olarak nitelendirmişlerdi. Davanın her aşaması bu minvaldeki tartışmalarla geçti ve her iki kesim de gerçekleri kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmaktan ve türlü dezenformasyonlara başvurmaktan geri durmadı.
Ergenekon davasını kendi iktidarını pekiştirmek ve güvenceye almak için bir araç olarak kullanan AKP, bu süreçte, dalgalar halindeki tutuklamalarla bir yandan muarızlarına gözdağı verirken, öte yandan davayı dar bir alana hapsederek devletin bundan fazlaca yara almadan çıkmasını sağlamaya uğraştı. İşte bu siyasi tercih doğrultusunda ilerleyen dava, nihayetinde, suçun “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs”e indirgenmesiyle, dolayısıyla halka karşı işlenmiş suçlar yerine hükümete karşı işlenmiş suçların cezalandırılmasıyla sonuca bağlandı. 9 Ekimde Yargıtay kararının netleşmesi beklenen 361 sanıklı Balyoz davasında da birinci aşama mahkemenin hükmettiği cezalar aynı suça binaen verilmişti. Tüm bunlara Hrant Dink davasının “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde” boğdurulmasını ve 12 Eylül davasının mefta ya da ayağı çukurda olan beş cuntacı generalle sınırlandırılıp içinin boşaltılmasını da eklediğimizde, Marksist Tutum sayfalarında defalarca dile getirdiğimiz üzere, liberallerin safiyane beklentilerinin aksine bu davaların “derin devlet”le ya da genel olarak darbelerle hesaplaşma niyeti taşımadığı, AKP’nin bu adımları demokrasi için değil karşı cephenin vurucu gücünü zayıflatarak kendi iktidarını korumak üzere attığı çıplak bir şekilde görülmektedir.
Ergenekon davasının bu kararlarla sonuçlanması, AKP’nin, yaklaşan seçimler öncesinde dişlerini yeniden göstermeye başlayan karşıt burjuva kesimlere gözdağı vermesine de hizmet etmektedir. Bununla birlikte AKP cephesi, dava kararlarına yönelik itidalli değerlendirmelerle ortamı germekten kaçınan bir tutum da izlemektedir. Hatta Erdoğan ve Gül, İlker Başbuğ’un aldığı müebbet kararına üzüntülerini belirten ve Yargıtay aşamasına dikkat çeken açıklamalar yapmaktan geri durmamışlardır. Bu tutum, hükümetin kendisine karşı yapılan hamlelerin rövanşını alırken, bunu bir kan davasına çevirmek istemediğine ve devletin bu işten en az zararla sıyrılmasını sağlamaya çalıştığına da işaret etmektedir. Kaldı ki, bu davadan ceza alanların Yargıtay aşaması sonuçlanmadan salıverilme ihtimali de zayıf değildir. Zira, Kürt hareketiyle müzakere sürecinin yolunda gitmesi durumunda ilan edilmesi beklenen genel af, Ergenekon zanlıları için de kurtuluş kapısı olacaktır. Böylece hükümet Kürt tutsakların serbest bırakılması karşısında kendisine basınç bindirecek milliyetçi kesimlere sus payı da vermiş olacaktır.
“Derin devlet”le hesaplaşma aldatmacası
Ergenekon davası başladığında, liberaller “derin devlet”in tasfiye edileceğinden ve Türkiye’nin pirüpak bir demokrasiye kavuşacağından söz ederken, bizler bunun boş ve yanılsamalar üreten bir beklenti olduğunu dile getirerek, yargılamanın sınırlarına işaret etmiştik:
“Bugün ortaya çıkarılan ve tasfiye edilmekte olduğu anlaşılan yapılanma, kontrgerilla aygıtının, ipliği pazara çıkmış ve genelde devlet aygıtının toplum gözündeki meşruiyetini zaafa uğratıcı bir hal almış sınırlı bir bölümünü oluşturmaktadır. Yoksa devletin dört bir yana kök salmış karşı-devrimci gizli/yasadışı faaliyet ve örgütlenmesi yerli yerinde durmaktadır.”
“Sonuç olarak, AKP ve ordu arasındaki güç dengesinde yaşanan kaymalar ve oluşan yeni uzlaşma zemini üzerinde gerçekleşen Ergenekon operasyonuyla ıskartaya çıkarılacak yapılanma nihayetinde sınırlıdır ve başka türlü olması da beklenemez. Türkiye’nin çelişkileri, nispeten durmuş oturmuş Avrupa ülkelerinden çok daha keskindir ve bu coğrafyada başka türlüsü de olmayacaktır. Bu nedenle Türkiye’de hiçbir zaman, bıraktık kapitalizmde asla mümkün olmayan tam bir temizliği, Avrupa’daki Gladio temizliği tarzı bir operasyon dahi olamaz. Bu kontra aygıtlar ancak bir devrimle temizlenir ve tekrar vurgulamak gerekir ki, Türkiye’de demokrasi sorunu bir devrim sorunudur.” (Levent Toprak, Ergenekon’dan Çıkanlar, MT, Mart 2008)
Bu tespitleri yaparken, AKP’nin niyetinin ve demokratlığının çapının daha ileri bir adım atmayı baştan engellediğini, ancak bunun da ötesinde, en demokrat burjuva partisinin bile “derin devlet” denen yapıyı tasfiye edemeyeceğini, çünkü “derin devlet”in burjuva devletin içsel, ayrılmaz bir parçası olduğunu da vurgulamıştık:
“Marksistlerin geniş emekçi yığınlara kavratmakla yükümlü oldukları gerçeklik, kapitalist çürüme çağında burjuva devletin bu tür örgütlenme ve faaliyetlerinin onun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğudur. Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur. (…) «derin devlet» burjuva devlete dışsal ya da ondan arındırılabilir bir şey değil, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Burjuva liberaller sanki kapitalizmin bu çürüme çağında «derini» olmayan bir burjuva devlet olabilirmiş havası yaratmaktadırlar. Bu kasıtlı bir aldatmaca değilse kuruntudan başka bir şey değildir.” (Levent Toprak, Derin Devlet, MT, Mart 2007)
Ergenekon davasının gelişim seyri, sonucu ve tüm bu süreçte hükümetin takındığı tutum, bu hakikatleri fazlasıyla kanıtlamıştır. Davanın görevden alınan hakimlerinden Köksal Şengün’ün şu sözleri aslında açık bir itiraf niteliğindedir: “Bu davada «derin devlet» çözülmedi. Hangi derin devletten bahsediyorsunuz? Türkiye’nin tarihindeki cinayetleri kimlerin yaptığı, kimlerin emir verdiği ortaya çıktı mı? Hangi eylemin perde arkası ortaya çıktı? Daha iddianamede bile, bir tek faili meçhul cinayetin deliller eşliğinde kimseye ithaf edildiğini görebildiniz mi? Dosyadaki hiçbir sanık hakkında eylemlerle bağlantı kurulmadı, deliller eşliğinde suçlama getirilmedi.”
Kuvvet komutanlarının yanı sıra çok sayıda üst düzey subayın, YÖK gibi kilit önemdeki bir devlet kurumunun başkan ve üyelerinin, rektörlerin, kısacası devletin kilit kadrolarının yargılanıp onlarca yıl hapis cezası aldıkları bu davada, devlet ve kontra aygıtları, Ergenekon’un devletten bağımsız bir “terör örgütü” olarak gösterilmesiyle aklanmaya çalışılmıştır. Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaşın, sosyalistlere karşı yürütülen imha operasyonlarının, nice faili meçhul cinayetin, azınlıklara karşı planlanan tezgâhların ve benzeri “derin” faaliyetlerin ana enstrümanlarından olan MİT ve Emniyet teşkilatına dokunulmamıştır. Kontgerillanın en faal olduğu 90’lı yıllarda “devlet adına kurşun sıkanlarla” gurur duyduğunu belirten Çiller’in, derinlerin derini Demirel’in, “1000 operasyon”cu Mehmet Ağar’ın, Hayri Kozakçıoğlu’nun, Ünal Erkan’ın, Necdet Menzir’in ve daha nice eli kanlı katilin adı bile anılmamıştır. JİTEM’in gerçekleştirdiği katliamlar, işkenceler, asit kuyuları, Akın Birdal suikastı, Hrant Dink’in katli iddianameye fon oluşturmuş ancak sanıklardan hiçbiri bu suçlardan ceza almamıştır.
Ergenekon davasının egemen sınıf içinde cereyan eden kavganın ürünü olarak doğduğu ve tüm sürecin bu çatışma tarafından belirlendiği görmezden gelindiğinde, gerçekliğin şu ya da bu ideolojinin prizmasından geçerek çarpılması kaçınılmazlaşmaktadır. Bu çarpılma, liberalleri derin devletin tasfiye edildiği ve darbelerle yüzleşildiği yolundaki hayallere, statükocu-devletçi burjuva kesimlerin kuyruğuna takılan Kemalist solu ise “cumhuriyetin şeriat doğrultusunda tasfiye edildiği” algısıyla hezeyana sürüklemiştir. Oysa yürüyen kavga ne burjuva rejimi demokratikleştirme ne de tersine onu yıkma kavgasıdır; bu kavga burjuvazinin iki kesiminin devlet iktidarı üzerinde hakim olma ve bu dolayımla bağlı sermaye gruplarını semirtme kavgasıdır. Dolayısıyla işçi ve emekçi sınıfların çıkarları bu kavgada taraf olmaktan değil, kapitalist düzeni her iki burjuva kesimin kafasına yıkmaktan geçmektedir.
Dava kararı karşısında karalar bağlayan sözde sosyalistler
Mesele Marksistler açısından bu kadar net olmalıyken, ne yazık ki solun önemli bir kesiminde AKP karşıtı burjuva kanadın tüm girişimlerine hayırhah bir yaklaşım içinde olmak şeklindeki tutum yaygınlığını korumaktadır. Bu tutum Ergenekon dava sürecinde olduğu gibi, kararın açıklanması sonrasında da kendini göstermiştir. Örneğin TKP bu tutumun tipik bir temsilcisi olarak, dava kararına alelacele yanıt veren bir açıklama yayınlamış ve verilen cezaları “diktatörlüğün Türkiye’ye meydan okuyuşu” olarak nitelendirerek “hükümsüz” ilan etmiştir. Generallere, onların faşist ya da sosyal-faşist kuklalarına, gayrimüslimleri misyoner diyerek hedef gösteren maşalarına, medyadaki yalakalarına, Kürt ve sosyalist öğrencileri inim inim inleten düzen profesörlerine vb. verilen cezaları “hukuk, insanlık ve vicdan dışı” bulan TKP, bunun hesabını sorma görevini de Türkiye halkının sırtına yüklemiştir. Bu partinin sözcülüğünü yapan Sol Portal sitesinde ise, Ergenekon davasının “bütün sanıkları” mağdur ettiği söylenerek onlar için gözyaşları dökülmektedir:
“Ergenekon davasında verilen kararlar, itirafçılar/gizli tanıklar dışında kalan bütün sanıkları mağdur etmiş bulunuyor. Bu davada mağdur olanların, adaletin yerini bulmamasının acısını ve bir şey yapamamanın çaresizliğini ne derecede yaşadıklarını tahmin etmek bile mümkün olmuyor. Sayısal olarak mağdur olanların içinde askerler, İşçi Partililer, eski rektörler öne çıkıyor. … askerlerin, kararlardaki adaletsizlik ve düşülen çaresizlik karşısında, diğer kesimlere göre, dışarıdaki meslektaşlarından yeteri kadar destek görmeseler de, mağdur oldukları ölçüde dirençli olabilecekleri tahmin ve umut ediliyor. … İşçi Partililerin de mağdur oldukları ölçüde dirençli olabilecekleri tahmin ve umut ediliyor. İşçi Partisi üyelerinin ve organlarının sürdürdükleri kararlı tutum, bu tahmini ve umutları artırıyor. Mağduriyete direnme bağlamında en zayıf halkanın eski rektörlerden oluştuğu tahmin ediliyor. … Ceza verilen diğer sanıklar gibi eski rektörlerin de, mahkum olmalarını haklı çıkaracak kanıtların var olmadığı anlaşılıyor. … Türbana taviz vermemeleri, kendi anlayışları çerçevesinde Atatürkçülüğü savunmaları ve üniversitelerinde dinsel gericiliğe prim vermemeleri, her şeyin başlangıcı ve nedeni oluyor.” (Rıfat Okçabol, sol.org, 23 Ağustos 2013)
Askerleri, rektörleri, işkenceci polis şeflerini, faşist mafya unsurlarını ve devrimci hareketin ipliğini 40 yıl önce pazara çıkardığı Perinçek’in şovenist İşçi Partisini mağdur olarak gösterip, “sürdürdükleri kararlı tutum”u takdir edenlerin sosyalistlikle nasıl bir alâkaları olabileceğine akıl sır erdirmek gerçekten de güçtür. Bu “sol”cuların, tüm kanıtlar apaçık ortadayken darbeci generallerin ve payandalarının eylemlerini “hükümete muhalif olmak, bu yönde toplantılar düzenlemek, televizyon yayını yapacak bir kanal kurmak, gazete çıkarmak ve siyasi çalışma yapmak”la sınırlandırıp bu güçleri aklamaya girişen CHP’den en ufak bir farkları yoktur.
Gerek CHP’nin gerekse Kemalizmle bulaşık ulusalcı “sosyalist” kesimlerin dava sürecindeki birtakım hukuksuzlukları öne çıkararak, Ergenekon davası sayesinde ortaya saçılan pisliklerin üstünü örtme ve sanıkları mağdur olarak gösterme çabalarına geçit verilmemelidir. Siyasi davalarda, delillendirmeden suç isnadına kadar tüm aşamalarda her türlü sahtekârlığa ve kanunsuzluğa başvurulması, esas ve usûl ihlallerinin yapılması ve nihayetinde siyasi kararlar verilmesi, burjuva hukuka içsel olan adaletsizliğin ve anti-demokratikliğin ürünleridir. Nitekim AKP’nin rövanş hamlelerinden biri olan Ergenekon davasında da bu tür kanunsuzluklar, ihlaller sıkça yaşanmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, bu, tam da bugün aldıkları ağır cezalara “hukuk ve vicdan” adına isyan edilen vicdansız ve eli kanlı halk düşmanlarının hukukudur. Mevcut “terör” kanunları da, on binlerce insanın kanına giren ve şimdi utanmadan mağduru oynayan generallerin yoğun çabaları eşliğinde çıkarılan kanunlardır. TC’nin bu garabet “terör” kanunları, şimdi ironik bir şekilde, kalabalık bir “seçkin” devletlû grubu “terör örgütü” olmaktan mahkûm etmiştir. Ulusalcı düzen yanlıları, TSK’yı terör örgütü saymaya varan bu karara isyan ededursunlar, bu durum aslında bir gerçekliğin de itirafıdır: Burjuva devlet, “derin”iyle, ordusuyla, polisiyle, egemen sınıfın ezilen sınıflar üzerindeki terör aygıtıdır!
Bizlerin burjuva mahkemelerin hukuksuzluğunu, adaletsizliğini, anti-demokratikliğini, sahtekârlığını görmek için Ergenekon davasına bakmamız gerekmiyor; zira bu “hukuk” aracılığıyla sosyalistlere, Kürtlere, düzen muhaliflerine ve yoksul halk kesimlerine çektirilen eziyet apaçık ortadadır. Ama “demokrasi” lafını ağzından düşürmeyen ikiyüzlülerin, örneğin üç bine yakın insanın “terör örgütü üyeliği”nden onlarca yıla varan hapis cezalarıyla yargılandığı KCK davası karşısında takındıkları tutumlar da ortadadır. Dolayısıyla bütün bu gerçekliğe gözlerini ve kulaklarını kapatmayı tercih edip, darbeci generallerin ve onların şakşakçılığını yapan profesörlerin, gazetecilerin, kısacası düzenin “saygın” temsilcilerinin başına gelenler karşısında feveran eden ikiyüzlüler sürüsüne en ufak prim bile verilmemelidir. Aksine sosyalistler ve tutarlı demokratlar, halk düşmanı darbecilerin faili oldukları diğer tüm suçların sumen altı edilmiş olmasına, faşist mafya liderlerinin, işkenceci polis şeflerinin vb. aldıkları kısa süreli cezalarla bir-iki yıl yatıp salıverilecek olmalarına tepki göstermelidirler. Bu halk düşmanlarının suçlarının hafifletilmeye çalışılması ve onların mağdur olarak gösterilmesi ise yüz karası bir tutum olarak mahkûm edilmelidir.
link: İlkay Meriç, Ergenekon Kararları ve İbret Manzaraları, 1 Eylül 2013, https://marksist.net/node/3316
Suriye’ye Emperyalist Müdahale ve Türkiye’nin Rojava Korkusu
AKP’nin Körüklediği Polis Terörü Bir Can Daha Aldı