Komünist hareketin son otuz yılda büyük bir güç kaybına uğramasını ve tarihsel hafızanın kaybolmasını fırsat bilen egemen sınıf, fikirler dünyasında eskimekten lime lime olmuş ne kadar süprüntü varsa bunları yeni adlar altında ambalajlayıp piyasaya sunmakta ve yine aynı nedenle bu fikirler kolaylıkla alıcı bulabilmektedir. “Yeni” sıfatıyla çeşitli adlar altında boca edilen bu burjuva ya da küçük-burjuva fikirler, hele ki solcu akademisyenler eliyle renkli soslara bulandırıldıklarında, çok daha kolay yutulur hale gelmektedirler. “Yeni” felsefeler, “yeni” orta sınıflar, “yeni” toplumsal dinamikler, “yeni toplumsal hareketler”, “yeni” örgütlenme anlayışları, “yeni” örgütsel biçimler, “yeni” devrim modelleri…
Ne yazık ki bu fikirler sosyalist harekete de fazlasıyla sirayet etmiş durumdadır. Bunda elbette sosyalist hareketin SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte ciddi bir teorik ve örgütsel bunalım içine sürüklenmesinin ve giderek çok daha belirgin bir şekilde küçük-burjuva temele kaymasının büyük bir rolü vardır. Neoliberal saldırılara örgütlü bir karşı duruş sergileyemeyen sınıf hareketinin giderek güç kaybına uğraması da, çeşitli düzlemlerde ortaya çıkan toplumsal muhalefet hareketlerine olan ilgiyi ve bu durumun teorize edilmesini kolaylaştırıcı bir faktör olmuştur. 2000’li yılların başından itibaren “küreselleşme”ye, emperyalist savaşa, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlara, Davos türü emperyalist organizasyonlara karşı yükselen kitlesel hareketlere, sosyal forumlara vb. dair abartılı değerlendirmelerde bulunulması ve yüksek beklentilerin oluşturulması bunun tipik bir göstergesidir. Üstelik “yeni toplumsal hareketler” olarak nitelendirilen bu hareketlerin kısa sürede sönümlenmesi ve beklentilerin boşa çıkması da bu tezleri savunanları görüşlerini gözden geçirmeye sevk etmemiştir.
Son olarak Türkiye’de ortaya çıkan “Gezi” hareketi ise bu yolun yolcuları için tadı damaklarından uzun süre silinmeyecek bir örnek teşkil etmiştir. Her türlü “hareket”te keramet gören çevrelerin alâmeti farikası olan bu tip görüşler, “Gezi”yle birlikte çok daha geniş bir sol kesim tarafından dillendirilir hale gelmiştir. Peki nedir bu görüşlerin “eski” ve “yeni” olarak nitelendirdikleri şeyler? Bakalım.
“Eski”ye karşı “yeni” mi?
Modern kapitalizmin tarihinde, ekonomik, sosyal ve siyasal baskının şiddetlendiği, hoşnutsuzluğun arttığı, düzenden beklentilerin tükenmeye başladığı dönemlerde, çeşitli toplumsal kesimlerin yükselttikleri muhalefet hareketlerine sıkça tanık olunmuştur. Proleter sınıf hareketinin yanı sıra, savaş karşıtı hareketler, kadın hareketi, ırk ayrımcılığına karşı yükselen hareketler, öğrenci hareketleri, çevre hareketleri, eşcinsel hareketi, yerli hareketleri, gecekondu direnişleri, göçmen isyanları ve 2000’lerin başından itibaren görülmeye başlanan “küreselleşme” karşıtı hareket vb. de, aslında kapitalizmin ürettiği yoksulluğun, işsizliğin, eşitsizliğin, ayrımcılığın, adaletsizliğin, baskı ve şiddetin, doğa ve insan tahribatının çeşitli toplumsal kesimlerde yarattığı tepkinin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Bu hareketlerin bir kısmının 60’lardan itibaren ortaya çıkması, burjuva sol akademisyenlerin “yeni toplumsal hareket” teorilerine bir zemin oluşturmuştur. Bu “yeni”ci teoriler, işte bu ikinci türden hareketleri “yeni toplumsal hareketler” olarak adlandırmakta ve bunları “eski” olarak nitelendirdikleri örgütlü proleter sınıf hareketinin alternatifi olarak göstermektedirler.
Özellikle 90’lardan itibaren yaygınlaşmaya başlayan bu teorilerin “yeni” olarak nitelendirdiği hususlardan birisi, bu hareketlerde sınıfsal kimliklerin yerine farklı türden kimliklerin öne çıkmasıdır. Oysa bu bütünüyle konjonktürel bir olgudur. Sınıf mücadelesinin ve örgütlülüğünün gerilediği dönemlerde işçilerin sınıf bilinçlerinin de en geri düzeylerde seyrettiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu tip dönemlerde emekçilerin çeşitli türden hareketlere sınıf kimlikleriyle değil “birey” olarak katılmaları ne şaşırtıcıdır ne de yeni bir olgudur. Sınıf mücadelesinin seyri, proleteryanın bilinç ve örgütlülük düzeyi gibi konjonktürel değişim gösteren faktörler, iddiaların aksine sadece “eski” denilen proleter hareket için değil, bu tip hareketler için de doğrudan belirleyici bir etkendir. Tarihsel gelişim çizgilerine bakılacak olursa, bu tür hareketlerin daha büyük bir kitlesellik kazandıkları dönemlerin sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemler olduğu net bir şekilde görülmektedir. Söz konusu teoriler ise bu gerçekliğin üzerinden atlamakta, hatta gerçekliği tersyüz etmeye çalışmaktadırlar.
Bu tür teorilere zemin oluşturan hareketlerin ortaya çıktığı 60’lı yılların sonlarına baktığımızda, bunun proleter hareketin yükselişe geçtiği ve sosyalist hareketin son derece güçlü olduğu bir dönem olduğunu görürüz. Nitekim bu faktör, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca çeşitli ülkelerde yükselen öğrenci gençlik hareketi, barış hareketleri, kadın hareketi, çeşitli köylü hareketleri, ırk ayrımcılığına karşı yürütülen mücadeleler vb. üzerinde doğrudan belirleyici bir rol oynamıştır. Üstelik bu tip hareketler, o dönemlerde örgütlü bir nitelik de kazanmış, keskinleşen sınıf mücadelesinden ve sosyalist hareketten kuvvet alarak güçlenmiş, bunun da ötesinde, kaçınılmaz olarak devrimci hareketin çekim merkezine girmişlerdir. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’nin söz konusu döneminde yaşananlar bu olguyu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. 60’ların sonlarından itibaren yükselişe geçen öğrenci hareketi, NATO karşıtı eylemler, kadın hareketi, gecekondu direnişleri, çeşitli demokratik talepler üzerinden yükselen hareketler, DGM karşıtı eylemler, anti-faşist mücadele, köylü hareketleri gibi pek çok hareket, doğrudan işçi hareketinin ve sosyalist hareketin ekseni etrafında şekillenmiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. Sınıf hareketinin malûm nedenlerle geri çekildiği ve sosyalist hareketin büyük bir güç kaybına uğradığı son otuz yıl boyunca ise bu hareketler de dibe vurmuşlardır.
“Yeni toplumsal hareket” teorilerinde ağırlıklı olarak ileri sürülen temel savlardan biri de, sanayi toplumundan “sanayi sonrası” topluma geçildiği ve buradan kaynaklı olarak da proletaryanın köklü bir yapısal değişime uğrayıp devrimci özne konumunu kaybettiğidir. Söz konusu teoriler, bu savdan hareketle, kapitalizmin örgütlü proletaryanın devrimci eylemiyle yıkılacağını savunan Marksist anlayışın geçerliliğini yitirdiğini, sınıf mücadelesinin artık eskide kaldığını, proleter devrimci hareketlerin yerini artık “yeni orta sınıf”ların çeşitli kültürel ve kimliksel talepler etrafında yükselttikleri, iktidar hedefi gütmeyen, hiçbir merkezi otoriteye tâbi olmayan, parti-dışı, gevşek, “ağ tipi” hareketlerinin aldığını iddia etmektedirler.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknolojideki ilerlemeye de paralel olarak sanayi işçilerinin işçi sınıfı içindeki ağırlığının azaldığını ve hizmet sektörüne doğru büyük bir kayış yaşandığını vurgulayan bu tip teoriler, proletaryayı, üretim ilişkileri alanının dışına çıkarak, meslek, gelir, yaşam tarzı, bilinç düzeyi vb. üzerinden tanımlamaya kalkışıp onu bir “parçala-buharlaştır” operasyonuyla yok etmeye girişmektedirler. Örneğin, kendisine ait hiçbir üretim aracı olmayan ve yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan ücretli emekçilerin tümü gerçekte işçi sınıfının unsurları oldukları halde, bu tip teoriler “beyaz yakalı” işçileri “yeni orta sınıf” (yani küçük-burjuvazi) kategorisine dahil etmektedirler.
Bu noktada sözü, Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabında bu tip görüşleri Marksist temellerde çürüten Elif Çağlı’ya bırakalım:
“Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir.” (Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., 2. bsk, s.40-41)
Bu tip ideolojik manipülasyonlarla, sınıfsal kimliklerin parçalandığını ve eski sınıf tanımlarının geçerli olmadığını savunan söz konusu görüşler, buradan hareketle emek-sermaye çelişkisinin yarattığı sınıf mücadelesinin yerini artık farklı çelişkiler üzerinden yükselen farklı türden mücadelelerin aldığını iddia etmektedirler. Bu tür mücadelelere katılanları, yurttaş kimliği, tüketici kimliği, cinsel kimlik, dinsel kimlik, etnik kimlik, çevreci kimlik gibi neredeyse sonsuz sayıdaki “kimlik” üzerinden kategorize edip ayrıştıran burjuva akademisyenler, sonra dönüp bunu sınıf kimliğinin yok olduğunun kanıtı olarak ileri sürmektedirler.
Bu bağlamda, “beyaz yakalı” işçilere yönelik manipülatif girişimlerin, göçmen isyanlarının, gecekondu direnişlerinin, topraksız köylü hareketlerinin öznesi olan emekçilere yönelmesi de şaşırtıcı değildir. Bu kesimler de böylelikle gerçekte işçi sınıfının parçası olmalarına rağmen sınıfsal kimliklerinden soyutlanmak istenmektedirler.
Bunun son derece bilinçli bir ideolojik manipülasyon olduğu ve amacın da, birleştirici bir kimlik olan sınıf kimliğinin yerine çeşitli yapay “kimlik”leri geçirerek, bu tip hareketler içinde biraraya gelen emekçilerin örgütlenip mücadeleyi anti-kapitalist düzeye sıçratma olanaklarını daraltmak olduğu aşikârdır. Nitekim tüm bu iddialar, sınıfa dayalı politikaların ve örgütlenme modellerinin zamanının geçtiği tezine dayanak yapılmaktadır. Bu tezleri savunanlara göre, artık ne ekonomik ne de siyasal mücadele alanında “eski” örgüt biçimlerine yer vardır! Sendikal örgütlülük alanındaki konjonktürel gerilemeyi üretim ilişkilerinin mevcut aşamada geldiği noktanın doğal ve geri döndürülemez sonucu olarak gören bu anlayış, sınıfın geleneksel ekonomik mücadele örgütleri olan sendikaları eski ve geleceği olmayan örgütlenme biçimleri olarak ıskartaya çıkarmaktadır. Politik program temelinde ve iktidar hedefiyle yürütülen örgütlü siyasal mücadele de, bir yandan burjuva iktidarlar karşısında aynı türden “hegemonya ve iktidar ilişkilerini yeniden üretmesi”, öte yandan da zamanın ruhuna uygun olmaması gerekçesiyle “arkaik” ilan edilmektedir.
Bu teorilerin vardıkları nihai noktada ise “eski” ilan edilen şey bizzat sosyalizmdir. Bu tür tezleri ortaya atan akademisyenlere göre, artık esas olan şey kapitalizmin devrim yoluyla ortadan kaldırılması değil, bu mücadeleler sayesinde demokratik temellerde dönüştürülmesidir! Çeşitli toplum kesimleri maruz kaldıkları mağduriyetlere yönelik tepkilerini ortaya koymak üzere kendiliğinden biraraya gelecekler, örgütsüz bir şekilde tepkilerini dile getirecekler ve hükümetler üzerine basınç bindirerek onları demokratik adımlar atmaya mecbur bırakacaklar, böylelikle de toplumu yavaş yavaş değiştireceklerdir! Yani son tahlilde bu teorilerle bildik reformizm yeniden ve yeniden üretilmektedir.
İşte “Gezi” hareketine düzülen övgüler de ağırlıklı olarak bu “teorik” zemine dayandırılmaktadır. Kendiliğinden patlak veren, katılımcıların ağırlığını öğrencilerin, çeşitli küçük-burjuva kesimlerin ve “beyaz yakalı”ların oluşturduğu, sınıf kimliğinin öne çıkmadığı, sanayi işçilerinin içinde yer almadığı, partiler dışı kalmasına özen gösterilen, politik hedefi olmayan bir hareket; gevşek, “ağ tipi” bir yapılanma; polis müdahalelerine direniş haricinde karnavala dönüşen bir eylemlilik süreci… Bu tip hareketlerin küreselleşme karşıtı eylemlerden dünya sosyal forumlarına, on yılı aşkın bir süredir çeşitli vesilelerle pek çok örneği görülmüştür. Ne var ki, örgütsüzlük ve bununla doğrudan bağlantılı olarak politik hedef yoksunluğu nedeniyle dağınık kalan, dar bir alana sıkışan ve sorunun gerçek kaynağını yani kapitalizmi ortadan kaldırmaya yönelemeyen bu hareketler, kaçınılmaz olarak, amaçlarına ulaşamadan kısa sürede sönümlenmişlerdir. Sonuçta, bu tip hareketlerin tepki odağında olan “küreselleşme” (yani adıyla anılmayan emperyalist kapitalizm) milyarlarca insanı sefalet içinde bırakarak varlığını sürdürmekte, emperyalist savaş giderek yayılıp on binlerce insanın canını almakta, kemer sıkma politikaları tam gaz uygulanmaya devam edilmekte, çevre katliamları sürmektedir. Yani sınıf hareketine alternatif hareketler olarak üzerine ciltlerce kitap yazılan bu lafta yeni hareketlere rağmen, kapitalizm bildiğimiz kapitalizm olarak egemenliğini sürdürmeye devam etmektedir.
Zaten egemen sınıfın, dolaşıma sürdüğü “yeni” sıfatlı kafa bulandırıcı teorilerle yapmak istediği şey de budur: Sınıfsal ayrımların üzerini çeşitli yapay ayrımlarla örtmeye çalışıp emekçileri bölerek, örgütlü bir güç olarak hareket etmelerini engellemek üzere kendiliğindenliği ve örgütsüzlüğü kutsayarak, onları “her türlü otoriteye karşı çıkış” adı altında kendi otoritesine boyun eğdirerek düzenin bekasını sağlamak!
“Eski” örgütlere karşı yeni modeller
Kapitalizmin yarattığı çeşitli mağduriyetlere duydukları tepkiyle biraraya gelen emekçileri örgütsüz, dağınık yığınlar olarak tutmak üzere üretilen bu tip teorilere göre, sınıfın geleneksel ekonomik ve politik örgütleri (sendikalar ve sosyalist/komünist partiler) eskimiştir; yeni ve çağa uygun olan şey, liderliğe ve merkezi işleyişe dayanan “katı” örgüt formlarına karşı, yatay ve esnek örgütlenmeyi hayata geçiren “ağ tipi” yapılardır:
“Dağınık ağ yapısı, hem hâkim ekonomik ve toplumsal üretim biçimlerine tekabül eden hem de hâkim iktidar yapısına karşı en güçlü silah olan, tamamen demokratik bir örgütlenme modeli sunar bize.”
“Günümüzde, toplumsal sınıfların küresel bileşiminin dönüşümü, maddi olmayan emeğin hegemonyası ve ağ yapılarından kaynaklanan yeni karar alma biçimleri, bütün devrimci süreçlerin koşullarını köklü biçimde değiştiriyor. Örneğin, Paris Komünü'nden Ekim Devrimi’ne uzanan çeşitli olaylarda ortaya çıkan, geleneksel modern ayaklanma anlayışının seyri, kitlelerin ayaklanmasından siyasal öncünün yaratılmasına, iç savaştan devrimci bir hükümetin inşasına, karşı-iktidar örgütlenmelerinin oluşumundan devlet iktidarının ele geçirilmesine ve oy hakkının genişletilmesinden proletarya diktatörlüğünün kurulmasına doğruydu. Günümüzde devrimci faaliyetin bu tür bir sıra izlemesi hayal bile edilemez ve bunun yerine bugünkü ayaklanma deneyiminin çokluğun bağrında tekrar keşfedilmesi söz konusudur.” (Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk)
Örgütsüzlüğü yüceltip kutsayan burjuva akademisyenler, görüldüğü üzere, proletaryanın iktidarı kendi eline almak üzere giriştiği devrimci mücadeleleri, günümüze uymayan bir mücadele türü olarak mahkûm etmektedirler. Bunun yerine ise sınıflar üstüymüş gibi gösterdikleri kalabalıkların “ayaklanma deneyimlerini” koymaktadırlar. Oysa tekrar tekrar “keşfedilen” bu ayaklanma deneyimleri, şimdiye dek görülen tüm örneklerde aynı sonucu vermiştir: Yenilgi! Sebep de aynıdır: Devrimci örgütlülükten yoksunluk!
Negri gibiler, politik özne rolünü atfettikleri bu kalabalıkları “çokluk” olarak adlandırıp, proletaryadan esirgedikleri devrimci rolü bunlara biçerken, kimileri de “çokluk” gibi kavramların yerine “halk” kavramına başvurarak aynı şeyi yapmaktadırlar. Onlara göre, bu tip hareketler içinde “çokluk” ya da “halk” kendi örgütlenme modellerini yaratacaktır. Bu tip görüşler sadece Avrupa’da değil Türkiye’de de fazlasıyla yaygındır ve Dev-Yol geleneğinden gelen ÖDP, Halkevleri gibi “hareket” tapınıcısı yapılar, bunların ilk ağızdan savunucularıdırlar. Söz konusu çevrelerin “Gezi” hareketine dair değerlendirmeleri bunun tipik bir örneğidir:
“Direniş kendisine has bir eylem örgütlenme biçimini yaratmıştır. Özellikle gençliğin yeni iletişim teknolojilerini kullanarak geliştirdiği ağlar ve yine düzene karşı isyanlarını ifade ettikleri terminolojiler önemli bir deneyim yarattı. … Bu direniş asıl olarak, bürokratik örgütlenme modellerinin geçersizliğini ilan ederek, yatay örgütlenme ve esnek ilişkiler temelindeki taban inisiyatifine dayanan örgütlenme modelleriyle ancak bu yeni akımın kapsanabileceğini işaret etmektedir. Tek bir örgütsel biçim altında ve bir çatı altında toplanamayacak, farklı model ve örgütlenme biçimleriyle bunları ortak bir politik zemin etrafında birleştirecek bir örgütsel yapının inşası ilk elden çıkarılabilecek sonuçlardan birisidir.” (ÖDP’den Direniş Üzerine Değerlendirme, odp.org.tr)
“…ayaklanma bitmedi, hala devam eden bu sürecin içerisindeyiz. … Hareket, işletecek bir programı olan örgütlü bir hareket değil, bir tepki hareketi. … Bir tepki hareketi olmasına karşın kendi örgütsel biçimlerini arıyor/buluyor. … Ama asıl yeni örgütsel biçimlerin denendiği yerler, kendisi de bir örgütsel biçim olan mahalle forumları. Buralar çok zengin deneyimleme ve yeniden öğrenme okulları. Dolayısıyla «ne olacak şimdi» sorusunun yanıtı zaten yaşanmakta olan süreç. Anlık tepki vermeye devam edilecek, düzenli eylem biçimleri oluşturulacak, eskiyenin yerine yeni biçimler denenip bulunacak, bolca örgütlenme modelleri çıkarılıp kendisini koruyabilenler devam ettirilecek… Bu dönemi karşılayacak bir ideal örgüt formunun olmadığı bir gerçek. Hele hele klasik örgüt formlarının bu dönemlerde geriletici bir etkiye sahip oldukları bile söylenebilir. Tek bir örgüt çatısı altında basitçe örgüt propagandası yapmaya, örgütün etkinliğini arttırmaya ve örgüte yeni katılımlar sağlamaya dönük faaliyetler bir işe yaramamaktadır. Bir önceki dönemin «fizik kuralları» böylesi bir dönemde geçerli değildir. Buradan “örgütlü olmak” değersizdir sonucu çıkarılmamalı. Tam tersine çok daha sıkı bir örgütlülükle ancak, çok fonksiyonlu örgütsel biçimler, esnek modeller ve zengin faaliyetler yaratılabilir. Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri gibi modeller bu dönemin en ideali olmasa bile ona yakın örnekleri olarak ortaya çıkmakta. «Hak meclisleri»nin örgütlenmesi girişimlerinde görüldüğü gibi, en basit anlatımla, bu yapıların tek bir işleri ve çağırdıkları tek bir çatı altı yoktur. (Ayrıca parlamentoya girme hedefi koyup insanlardan oy da istemiyorlar.) Bu konuda zengin araçlara ve zengin iş kalemlerine sahipler. 7 yıl önce başlatılmış «okumuş insan halkın yanındadır» projesi bile ne kadar uygun bir model olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca film festivalleri (işçi ve gençlik), kadınların ayrı örgütlenme ve etkinlikleri, «halkın mühendislerinin» projeleri, hatta çocuk korosu bile zengin bir faaliyet ve ayrı örgütlenme modelleri oluşturabilmektedir.” (Aktüel Gündem, 4 Temmuz 2013, sendika.org)
İşte size 40 yıllık Dev-Yol geleneğinin tipik bir temsilcisi olduğu “yeni” örgütlenme modelleri! İşçi sınıfına dair tek bir kelam etmeyen ve devrimi bu tip modellerle örgütleyeceğini iddia eden bu küçük-burjuva anlayışın Marksizmle uzaktan yakından ilişkisinin olmadığı açıktır ve ne yazık ki bu model “devrimcilik” 2000’li yılların başından bu yana fazlasıyla revaçtadır. Kapitalizmin başat çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinden ziyade, gerçekte yine bu temel çelişkiye bağlı birtakım tâli çelişkileri öne çıkaran, sınıfların yerine “halk” denen muğlaklığı geçiren küçük-burjuva sollar için, esas olan, işçi sınıfını değil “halk muhalefetini” örgütlemek, “halkın özörgütlerini” inşa etmek, “halkın iktidarlaşmasını” sağlamaktır.
Öte yandan, belirli bir toplumsal kesimin (köylü, öğrenci, kadın, eşcinsel, etnik ya da dinsel bir grup gibi) sorunları ya da kısmi talepler üzerinden şekillenen hareketlerin bütün emekçi kesimleri kucaklaması ve seferber edebilmesi mümkün değildir. Oysa proletaryanın devrimci mücadelesi, sadece kesimsel ve kısmi talepler uğruna verilen bir mücadele olmayıp tüm toplumsal ve demokratik sorunları mesele edinen ve kapitalizme karşı yürüttüğü savaşımla bunlara köklü bir çözüm sunan bir mücadele olması sebebiyle, diğer emekçi kesimleri de kendi ekseni etrafında seferber etme yeteneğine sahiptir.
Marx, proletaryayı, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf olarak betimlerken, burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar arasında sadece onun gerçekten devrimci bir sınıf olduğu gerçeğini dile getirmiştir.
Kapitalizmi yıkma potansiyeline sahip tek sınıfın proletarya olması, onun kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumundan kaynaklanmaktadır. Ne var ki, “Marksizm, bu potansiyelin kendiliğinden gerçek güce dönüşmeyeceğini de kapsamlı bir biçimde açıklamıştır. … ne kapitalizm tarih sahnesinden kendiliğinden çekip gidecektir, ne de işçi sınıfının potansiyel devrimci gücü kendiliğinden bir biçimde kapitalist düzene noktayı koyacaktır. Devrimci sınıf, ancak dünyayı değiştirme doğrultusunda siyasal bilinçle donanıp örgütlendiğinde, tarihsel misyonunu yerine getirebilir”. (Elif Çağlı, age, s.34)
Enternasyonalist komünistler, sınıfın devrimci örgütlülüğünü Bolşevik temellerde ve enternasyonal ölçekte inşa etme uğraşını, tüm ters akıntılara karşın, bıkmadan usanmadan sürdürmeye devam edecekler.
link: İlkay Meriç, “Yeni Toplumsal Hareketler” mi?, 1 Ağustos 2013, https://marksist.net/node/3309
Rejimin Aleviliği Kullanma Açılımı
Halkların Demokratik Partisi 1. Olağan Kongresi Gerçekleşti