“Din, bir kez egemen sınıfların devletinin resmi dini haline getirildiği ve kurumsallaştırıldığı andan itibaren, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, mülk sahibi sınıfların egemenlik ve düzeni koruma aracı olarak iş görmeye başlamıştır. (…) egemen sınıfın denetiminde olan, şu ya da bu ölçüde onun tarafından finanse edilen dinî kurumlar, emekçilerin eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya kölece boyun eğmelerini sağlamak için kullanılır.” (Oktay Baran, Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm)
AKP hükümeti birkaç yıl aradan sonra ikinci kez “Alevi açılımı”nı dillendirmeye başladı. “Alevi açılımı” 3 yıl önce de gündeme gelmiş, ancak 2011 yılındaki seçim sürecinin başlamasıyla birlikte geri plana itilmişti. Geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme getirilen “Alevi açılımı”, ayrımcılığı ortadan kaldırmayı ve inanç özgürlüğünü güvence altına almayı amaçlayan demokratik bir nitelik taşımıyor. Bilakis hazırlanan öneri paketi, Aleviliği devlet güdümü altına sokarak resmileştirmeyi ve tıpkı Sünniliği olduğu gibi Aleviliği de düzenin çıkarlarına hizmet eder hale getirmeyi amaçlıyor.
AKP’nin dile getirdiği öneri paketi bu amaçları açıkça ele veriyor. Hazırlanan pakette yer alan, cemevlerine malî destek paketi hazırlanması, Alevi dedelerinin malî giderlerinin karşılanması ve ekonomik durumlarının düzeltilmesine yönelik önlemler alınması, belediyelerin cemevleri için ücretsiz arsa tahsis etmesi gibi öneriler, Aleviliği maddi olarak devlete yaslanır duruma düşürmeyi amaçlıyor. Bu tutum, inançlar dâhil her şeyin parayla satın alınabileceğine inanan katıksız kapitalist zihniyetin yansımasıdır. Alevi kurumlarının, ibadethanelerinin ve din adamlarının maddi olarak kapitalist devlete bağımlı hale getirilmesi, Alevi inancının kapitalist esaret altına alınmasını ve kullanılmaya uygun hale getirilmesini hedefliyor. İnanç özgürlüğünün güvence altına alınmasını, devletin ayrımcılık yapmamasını talep eden Alevilere ve din adamlarına hükümetin “size de para verelim” demesi açıkça hakarettir.
Aleviler, okuldaki çocuklarına açıkça Sünnilik propagandası yapan zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, eğitim müfredatının mezhepçilikten arındırılmasını talep ediyor. Buna karşın hükümet ise ders kitaplarında Aleviliğin daha detaylı işlenmesini öneriyor. Üstelik bu iş Sünni öğretmenler tarafından yürütülecek. Din dersleri, imam hatip lisesi ya da ilahiyat fakültesi mezunu, yani Sünni İslam inancıyla eğitilmiş öğretmenler tarafından veriliyor. Bu öğretmenlerin Alevi inancını nasıl işleyeceklerini tahmin etmek zor değil. Asıl sorun ise AKP’nin Aleviliğin de devlet tarafından öğretilmesini teklif etmesidir. Dini inançlar egemen sınıfların marifetiyle kirletilir, yozlaştırılır ve siyasal malzeme haline getirilir; sömürülenlerin adaletsizliğe boyun eğmesini sağlayacak biçimde çarpıtılır.
Hükümet kimin inanç önderi, kimin Alevi dedesi kabul edileceğine de burnunu sokmaya niyetli. AKP, Alevi dedelerini seminerlere katıp “İnanç Önderi” sertifikası vermeyi, sertifika almış dedeleri de maaşlı eleman olarak cemevlerine atamayı planlıyor. Bu, Alevi din adamlarını da kapıkulu devlet memuru haline getirme planıdır. Hükümetler devletin maaşlı imamlarını kendi çıkarları doğrultusunda zaten kullanıyor. Cami imamlarının Cuma vaazlarında ne konuşacağını hükümet belirliyor, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla imamlara talimat gönderiliyor. Cenazelerde bile imamların ne konuşacağı devlet tarafından saptanmış durumda. Düzen, cenazeleri kaldırmakla görevlendirdiği din adamlarına ölen kişinin mezarı başında acılı ailelere vatan, millet, devlet, bayrak edebiyatı yaptırtacak kadar ahlâksızca yöntemler kullanarak din adamlarını pis işlerine alet ediyor. Ölüm acısı yaşayan insanlara “şehitler” hatırlatılarak duygu sömürüsü yapılıyor; devlet ve düzen kutsanırken “düşmanlar” lanetleniyor. Devlet ve düzen propagandasının dini kurumlar ve devletin din görevlileri üzerinden yürütülmesi, egemen sınıfın halkın dini inançlarını sömürdüğünün açık bir göstergesidir.
AKP’nin açılımı gerçekleşirse devlet, Sünni İslam inancına olduğu gibi Alevi inancına da burnunu sokabilecek. Alevi cemaatine Aleviliğin öğretilmesi işini devletten sertifika almış maaşlı din adamları üstlenecek. AKP bunun kurumsal yapısını Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı üzerinden yürütmeyi planlıyor. Alevi açılımı öneri paketinde Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı’nın maddi olarak desteklenmesi, diğer tüm Alevi dernek ve vakıflarına da bu vakıf üzerinden kaynak aktarılması düşünülüyor. Hükümet tüm Alevi kurumlarını tek çatı altında toplama niyetini de gizlemiyor. AKP, Alevi kurumlarının bir kısmının bu oyuna gelmeyeceğinin farkındadır. Ancak tek çatı altında toplanacak devlet güdümlü bir Alevi örgütleri topluluğu, Alevilerin bölünmesini sağlayacaktır. Böyle bir bölünme Alevilerin taleplerini ortaklaştırmasına engel olacaktır.
“Alevi açılımı” çerçevesinde AKP, Hitit Üniversitesi bünyesinde Alevilik kürsüsü oluşturmak istiyor. Aleviliğin akademik alanda devlet güdümüne sokulması işini bu kürsü üstlenecek. Üniversiteler burjuva ideolojisinin üretildiği alanlardan biridir. Türkiye burjuvazisi bugüne kadar İslamiyetin akademik alanda sömürüsünü ilahiyat fakülteleri eliyle yürüttü. Şimdi de aynı şey Alevilik için yapılmak isteniyor.
AKP, İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adını vereceğini açıklamıştı. Gezi Parkı eylemlerine Alevilerin yoğun destek vermesi üzerine AKP, üçüncü köprünün adı konusunda geri adım atmaksızın Alevilerin tepkisini yumuşatma ihtiyacı hissetti. Bu yüzden Tunceli Üniversitesi’ne Pir Sultan Abdal ve Nevşehir Üniversitesi’ne Hacı Bektaş-ı Veli ismi verilmesi önerisi, “Alevi açılımı”na dâhil edildi.
Kısacası “Alevi açılımı” diye pazarlanan şey, Alevi kurumlarını ve Alevi dedelerini parayla satın almak ve kullanmak; devlet güdümlü Alevilik yaratmak; Alevileri bölmek; seçimler öncesinde göz boyamak; Alevilerin inanç özgürlüğünün sağlanmasını ve mezhepsel ayrımcılığa son verilmesini amaçlayan demokratik taleplerini çarpıtmak gibi niyetler taşımaktadır.
TC’nin Sünni karakteri daha da sivriltiliyor
Ortadoğu’da yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında din de önemli ölçüde kullanılmaktadır. Kapışmanın Sünnilik-Şiilik eksenleri yaratması, meselâ Türkiye’nin birinci, İran’ın ise ikinci eksende yer alması bunun bir ifadesidir. AKP hükümeti Suriye’de yürüyen iç savaşta, yerel otoritesini örgütleyen Kürt bölgelerini istikrarsızlaştırmak üzere El Kaide örgütünün kolu olarak bilinen El Nusra’ya silah ve lojistik destek sunuyor. Esad rejimini hedef alırken, Alevi-Nusayri inancını aşağılayan bir dil tutturmaktan geri durmuyor. AKP, Mısır’da askeri darbeyle hükümetten uzaklaştırılan Müslüman Kardeşler’e açıkça sahip çıkıyor. Üstelik bazı adımları ABD ile ters düşmek pahasına atıyor. AKP şeriatçı bir parti olmamakla birlikte gerek iç gerek dış politikadaki çıkarları gereği devletin Sünni karakterini daha belirgin hale getiriyor.
Bu süreç şüphesiz devlet bürokrasisi içerisinde de yansımasını buluyor. Afyon’un yeni Milli Eğitim Şube Müdürü’nün din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenleriyle yaptığı toplantıda sarf ettiği sözler bu duruma çarpıcı bir örnektir. Yeni şube müdürünün “Sizler okul müdürlerinin başdanışmanısınız. Okul müdürü bir adım atacak, size soracak. Müdürler kusura bakmasın. Bundan sonra işler ve işlemler, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinin kontrolünde gerçekleşecek. Bunu Ankara da böyle istiyor. Bunu valilik de böyle istiyor. Milli eğitim müdürü de böyle istiyor. Biz de böyle istiyoruz. Allah da böyle istiyor. (…) Sizi dinlemeyen öğretmen ve okul müdürlerini derhal bize bildirin. Biz gereğini yaparız” dediği toplantının ses kaydı basına sızdı. Bu toplantıda söylenenler Meclis’te de tartışma konusu oldu. AKP’li bürokratın din öğretmenlerine biçtiği rol, hem eğitim emekçilerini kontrol altına alma, hem de itaatkâr kuşaklar yetiştirme niyetleriyle örtüşüyor.
Alevilerin demokratik taleplerine CHP yanıt verebilir mi?
Aleviler, 2008 Kasımında gerçekleştirdikleri kitlesel mitingle kimliklerini açıkça ortaya koymuş, CHP’den farklı olarak laiklik ve din konusunda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması gibi demokratik taleplerini yüksek sesle dile getirmişlerdi. Bu mitingin ardından AKP, MHP ve CHP Alevileri tavlamak için politikalar geliştirmeye çalışmıştı. Ancak bu partilerin hiçbiri gerçek bir laiklik anlayışını, yani devletin din işlerine burnunu sokmamasını savunamıyor. Alevilerin çoğunluğu, muhafazakâr Sünni kesime hitap eden sağ partiler karşısında geleneksel olarak CHP’den medet ummuş ve CHP’nin peşinden sürüklenmiştir. Sağ partiler her dönem Sünni cemaatlerle içli dışlı olmuş; Alevileri dışlayan, Sünnileri ise kucaklayan söylemler geliştirmişlerdir. 70’li yıllarda MHP, Alevi-Sünni çatışması yaratma stratejisi izlemişti. Bu faşist strateji bazı bölgelerde başarılı olmuş, devletin de katkılarıyla Maraş’ta ve Çorum’da Alevilere yönelik kitlesel kıyımlar gerçekleştirilmişti. 1993’teki Sivas katliamının izleri ise halen tazedir. Tüm bu yaşananlar Alevi kitlelerde derin bir travma yaratmış, haklı olarak yaşadıkları korkular ve kaygılar Alevileri, kendisini laik olarak pazarlayan ve Alevilere sahip çıkar görünen Kemalist CHP’nin kucağına itmiştir. Alevi emekçiler bugün Diyanet’in lağvedilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını ve devletin dini inançlardan elini çekmesini savunuyor. Bu talepler son derece haklı ve ilerici taleplerdir. Buna karşın Alevilerin çoğunluğu halen Kemalist önyargılardan ve CHP hakkındaki yanılsamalardan kurtulabilmiş değildir. CHP Alevilerin temel demokratik taleplerini sahiplenmediği halde, Alevi oylarını kendisine çekebilmektedir. Devletin, insanların giyimlerinden inançlarına kadar toplumsal yaşamın her alanına müdahale etmesine dayanan CHP anlayışının, Alevilerin taleplerine yanıt verebilmesi mümkün değildir. 2008’de CHP’nin parti programında yapılan değişiklikle, “din derslerinin seçmeli olmasını” savunan madde bile ortadan kaldırıldı. Onun yerine “din dersinin zorunlu olması ancak müfredatta tadilata gidilmesi” yaklaşımı kabul edildi.
“Kendisini Alevi oylarının yegâne sahibi olarak gören CHP, bir yandan AKP’yi şeriat getirmeye çalışmakla, herkese türban giydirmeye uğraşmakla, dinci gericilikle ve laiklik karşıtlığıyla suçlarken, öte yandan gerçek laikliğin en önemli ayağı sayılabilecek olan «devletin din işlerinden elini çekmesi» hususunda, yani Alevi örgütlerinin «Diyanet tasfiye edilsin» talebi karşısında tek kelime etmemektedir. Çünkü sapına kadar devletçi bir anlayışa sahip olan ve kendini de o devletin kurucusu ve sahibi olarak gören bir partinin başka türlü düşünmesi mümkün değildir. CHP’nin temsil ettiği statükocu-Kemalist anlayış, toplumdaki her şeyin devletin tam kontrolünde olması gerektiği inancına dayanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, devletin din işlerinden elini çekmesinin ve inanç sahiplerinin kendi cemaatlerini oluşturarak inançlarını istedikleri doğrultuda yaşamalarının önünü açacaktır. Bu da beyinleri asyatik-despotik geleneğin kalıntılarıyla ve vesayetçi anlayışla dolu olan CHP’li elitler için kabul edilmesi imkânsız bir şeydir.” (Kerem Dağlı, Zoraki Demokratlar, Statükocular ve İkiyüzlülük, MT, Kasım 2010)
CHP’nin tek parti diktatörlüğü, toplumun devlet kontrolü dışında örgütlenmesinin tüm araç ve kanallarını yok etmeye girişti. Tekke ve zaviyeler kapatıldı. Şeyhlik, müritlik, dedelik gibi dinsel sıfatlar yasaklandı. Din tamamıyla devletin güdümü altına sokuldu. 1925’lerden bugüne CHP, tarihinin hiçbir döneminde gerçek anlamda laikliği ve dinsel özgürlükleri savunmadı. Dinin devlet eliyle Batılılaşma-çağdaşlaşma-kapitalistleşme hedeflerine hizmet etmesi sağlanmaya çalışıldı. Alevilerin ve diğer inanç topluluklarının yaşadıkları sorunların kaynağında CHP’nin siyasal anlayışı ve tarihsel mirası vardır. CHP, diyanetin de zorunlu din derslerinin de kaldırılmasını istemiyor. Alevi emekçilerin bu gerçekleri öğrenmesi ve Kemalist önyargılardan kurtulması büyük bir önem taşımaktadır.
Laiklikten ne anlaşılmalıdır?
“Marksistler, devletin, dini insanların kişisel bir sorunu olarak görmesini talep ederler. Bunun anlamı, herkesin istediği dine inanmakta ya da hiçbir dine inanmamakta serbest olmasıdır. Dinsel inancı ya da inançsızlığı nedeniyle hiç kimse ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya vb. tâbi tutulmamalıdır. Marksizm devletin din üzerindeki her türlü yasaklamasına karşıdır: Başkasının haklarını gasp etmek anlamına gelmediği sürece hiç kimse dinî inançlarının ya da inançsızlığının gereğini yerine getirmekten alıkonamaz. Herkes inançları gereği şu ya da bu şekilde giyinme hakkına sahip olmalı ve bu tercihinden ötürü kamusal haklarından hiçbir şekilde yoksun bırakılmamalıdır (Türban yasağı gibi yasaklamaların egemen sınıfın hem laik geçinen hem de dindar kesimlerince, gündem saptırmak ve emekçilerin dikkatini kendi acil sınıfsal çıkarlarından uzaklaştırmak için nasıl ikiyüzlüce kullanıldığı apaçık ortadadır). Aynı şekilde hiç kimse bir dine ya da onun bir mezhebine vs. inanmaya ve o inançların gereklerini yerine getirmeye de zorlanamaz.
“Bizler tutarlı ve gerçek laikliği savunuruz. Bunun anlamı devletin din işleri ile hiçbir ilişkisi olmaması ve aynı şekilde dinî öğelerin de (dinî eğitim, dinî kurallar, törenler, ritüeller vb.) devletin işlerinde yeri olmaması demektir. Devlet tüm dinlere ve onların tüm mezheplerine eşit mesafede durmalıdır. Hiç kimse dinî inanışını açıklamak zorunda değildir, bu nedenle resmi belgelerden kişinin dinî inancını belirten tüm ibareler çıkarılmalıdır. TC gibi lafta laik bir devletten değil gerçekten laik bir devletten ve toplum düzeninden bahsediyorsak, en temel ilke, devletin hiçbir resmi ya da yarı-resmi dinsel kurumunun olamayacağıdır. Oysa bugün Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, il müftülükleri vb. gibi devlet kurumları aracılığıyla resmi bir din yaratılmakta ve din devletin denetimi altına sokulmaktadır.
Devlet dinden ve dinsel hayattan tümüyle elini çekmeli, resmi, yarı-resmi ya da gayri resmi dinsel kurumlara bütçeden pay ayırma ve vergi indirimi uygulamalarına son verilmeli, dinsel kurumlara aktarılan bütün ödenekler kesilmeli ve din işlerinin örgütlenmesi ve finansmanı bütünüyle cemaate terk edilmelidir. Belli bir dine inananlar ibadethanelerini yapmakta da, dinsel işlerini yürütecek din adamlarını seçip görevlendirmekte de bütünüyle serbest olmalı ve bu tür işlerin giderlerini kendi gelirlerinden yapacakları bağışlarla sağlamalıdırlar. Devletin, herkese kendi anadilinde, bilimsel, demokratik ve laik içerikli parasız eğitim sağlama görevi vardır. Laik bir eğitim sisteminde devlet okullarında ister seçmeli ister zorunlu olsun din dersine yer verilemez; devlet imam-hatip liseleri gibi dini eğitim veren okullar açamaz. Çocuklarına dini eğitim aldırmak isteyen ebeveynler bunu kendi gelirlerinden yaptıkları bağışlarla organize ve finanse edecekleri özel eğitim kurumlarında diledikleri gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdırlar.” (Oktay Baran, Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm, MT, Şubat 2008)
Devlet dini kontrol altına aldığı ölçüde onu bir tahakküm aracı olarak kullanmaya devam edecek; kitleleri manipüle etmek, kirli çıkarlarına alet etmek ve kitleleri kontrol etmek için dini kullanacaktır. Yeri geldiğinde mezhepsel çatışmaları körükleyecek, emekçileri mezhepsel temelde bölmeye ve karşı karşıya getirmeye çalışacak; emperyalist çıkarları gereği mezhepsel kamplaşmalarda taraf olacak. Egemen sınıf o kirli ellerini insanların inançlarına uzattığı sürece o inançları çarpıtarak kirli siyasi emellerine alet edecektir. İşçi sınıfının devrimci programı tüm ezilenlerin kurtuluşunu temsil etmektedir. Devletin dinden elini çekmesini sağlayacak, mezhepsel ayrımcılığa ve çatışmalara son verecek olan da yine işçi sınıfının devrimci programıdır.
link: Zehra Aras, Rejimin Aleviliği Kullanma Açılımı, 1 Ağustos 2013, https://marksist.net/node/3308
Dünyanın Çivisi Çıktı
“Yeni Toplumsal Hareketler” mi?