Suriye’de isyancı güçlerin yeni bir yapılanmaya gittiği, Türkiye’nin Patriot füzeleriyle savaş hazırlıklarına hız verdiği, İsrail’in Filistin’e ve dolaylı olarak da İran’a karşı gövde gösterisinde bulunduğu, Irak ve Suriye Kürdistanı’nın da ateş hattına çekildiği Ortadoğu’da, yeni savaş cepheleri açılıyor.
Son on sekiz ayda 40 bine yakın insanın öldüğü, 450 bine yakın insanın ülkeyi terk ederek komşu ülkelere sığındığı ve yıkımın had safhaya ulaştığı Suriye’de iç savaş tüm şiddetiyle devam ediyor. Emperyalist güçlerden aldıkları desteğe rağmen şu ana kadar Baas rejimini yıkmayı başaramayan isyancı güçler, Kasım ayı ortalarında Katar’ın başkenti Doha’da biraraya gelerek yeniden yapılanmaya gitttiler. Bilindiği gibi, özellikle son aylarda başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Suriye’de Baas rejimine karşı yürütülen mücadeleye ilişkin çeşitli endişeleri söz konusuydu. Tüm çabalara rağmen Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) ve Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) Esad’ı devirecek güce erişememesi ve ÖSO içinde önemli bir ağırlığa sahip olan radikal İslamcıların kontrolden çıkmaya başlaması, ABD’yi frene basmaya ve yeni arayışlara yöneltmişti. Bu doğrultudaki girişimlere daha somut bir şekil vermek için ABD’de başkanlık seçimlerinin sona ermesi bekleniyordu ve nitekim seçimlerden bir hafta sonra beklenen adım atıldı. Doha’da toplanan muhalif gruplar, Suriye Muhalefet ve Devrim Güçleri Ulusal Koalisyonu adı altında yeniden yapılanma kararı aldılar.
Daha geniş bir bileşimi kucaklaması nedeniyle içerde ve dışarıda meşruiyetinin artması, SUK gibi ayakları dışarda bir yapı olarak kalmaması ve Esad sonrasında geçiş dönemine önderlik etmesi umuduyla, emperyalist güçlerin yönlendiriciliği altında oluşturulan bu burjuva “Koalisyon”un karargâhı Kahire olarak açıklandı. Başına ise ılımlı görüşleriyle öne çıkarılan Sünni bir din adamı olan Şeyh Ahmed Muaz el-Hatib geçirildi. Bu oluşumun tepe kadroları, Esad iktidarıyla çatışma içinde olan burjuvalardan meydana geliyor. Örneğin Koalisyon’un başkan yardımcılarından biri, Amerika’nın adamı olarak bilinen ve Suriye’nin büyük kapitalistlerinden biri olan Riyad Seyf. Genel sekreteri ise sürgündeki Suriyeli kapitalistlerin oluşturdukları Suriye İş Forumu’nun başkanı Mustafa el-Sabbah.
En önemli muhalefet güçlerinden biri olan Suriye Ulusal Konseyi’nin de aralarında olduğu çeşitli grupları biraraya getiren Koalisyon’un, 60 kişiden oluşan bir “liderlik konseyi” tarafından yönetilmesi kararlaştırıldı. SUK, bu yönetim kadrosunda 22 kişiyle temsil edilecek. Bu arada, Müslüman Kardeşler’in belirleyici bir ağırlığa sahip olduğu SUK’ta da bir yönetim değişikliğine gidilerek, köktenci İslamcıların yarattığı derin korku ve tedirginliğin ortadan kaldırılması için bir imaj tazelenmesine girişildi. Başkanlığa da, bu korkuyu gidermek üzere incelikle düşünülüp karar verildiği anlaşılan, Hıristiyan ve eski bir komünist olan George Sabra getirildi.
Suriye halkının geniş kesimi tarafından kabul görüp görmediğine dair hiçbir belirti olmamasına rağmen, daha ilk günden AB, Arap Birliği ülkeleri ve Türkiye tarafından “Suriye halkının tek meşru temsilcisi” olarak tanınan Koalisyon’un içinde yer almayan muhalefet grupları da var. Şu anda ÖSO içinde savaşan ve bazılarının El-Kaide ile bağlantılı olduğu söylenen 15’e yakın Selefi grup, Koalisyon’u “dış komplo projesi” olarak nitelendirerek katılmayı reddediyor ve İslam devleti kurma çağrısında bulunuyor. Yaklaşık bir yıl önce kurulan ve 13 sol eğilimli siyasi parti, 3 Kürt partisi ve bağımsız aktivistlerden oluşan Ulusal Koordinasyon Komitesi (UKK) de Koalisyon’a katılmıyor. Hasan Abdül Azim başkanlığındaki UKK, büyük ölçüde Suriye içine dayanıyor. Ne var ki Baas rejimine karşı izlediği uzlaşmacı çizgi, uzun bir süre boyunca halk ayaklanmasına destek vermemesi ve Esad’a iktidarı terk etme çağrısında bulunmaması, on yıllardır bu rejimden sıdkı sıyrılan halk kitlelerinde haklı bir güvensizlik yaratıyor ve rejime karşı mücadelede çekim merkezi olmasını engelliyor.
Burjuva güçler arasındaki iktidar savaşı
İşçi ve emekçi kitlelerin bağımsız bir örgütlülükten yoksun durumda oldukları Suriye’de, iç savaş burjuva güçler önderliğinde ve onlar arasında bir iktidar savaşı olarak yürüyor. Bir yanda burjuva Baas rejiminin, diğer yanda ona muhalif olan burjuva güçlerin konumlandığı ve emperyalist güçlerin de aynı konumlanış içinde saf tuttuğu bu iç savaşta, emekçi halk kesimleri ya arada kalıyorlar ya da iki taraftan birinin yanında yer almaya mecbur oluyorlar. Yıllardır zorba bir diktatörlük olarak Suriye halklarının tepesine çöreklenen Baas rejiminin yıkılması gerektiği açıktır. Ne var ki bu bizzat iktidarı ellerine almak üzere harekete geçen emekçi kitleler tarafından gerçekleştirilmedikçe, yoksulluğun son bulduğu, eşit, özgür, adil ve demokratik bir toplum hayalinin hayat bulması mümkün değildir. Baas rejimine karşı mücadele eden burjuva güçlerin niyeti halkın bu haklı taleplerini karşılamak değil, kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir baskı rejimi kurmaktır.
Burjuva muhalefet güçlerinin temsilcilerinden biri olan George Sabra, yıkıma uğrayan ülkenin ayağa kaldırılması için ilk etapta acilen 60 milyar dolara ihtiyaç olduğunu söylüyor ve “Suriye için Marshall Planı” olarak tanımlanabilecek bir yardım fonunun Arap ülkeleri ve “uluslararası toplum” tarafından geciktirilmeden oluşturulması çağrısında bulunuyor. Koalisyon başkanı Hatib ise emperyalist güçlerden ağır silahlar istiyor ve Batı’nın Libya’da kısa sürede harekete geçerken Suriye’de petrol olmaması nedeniyle burada elini yavaş tuttuğunu söyleyerek Batılı emperyalist güçlere sitemde bulunuyor. Oysa emperyalist güçlerin müdahale ettikleri Libya’nın durumu bugün apaçık ortadadır. Ülkeye akbabalar gibi üşüşen bu güçler, yerli işbirlikçileriyle birlikte petrol başta olmak üzere tüm zenginliği yağmalamak için ilk günden paylaşım masasına otururken, emekçilere düşen şey yoksulluğun ve baskının devamından başka bir şey olmamıştır. Benzer bir emperyalist saldırı Suriye’ye yapıldığında, ya da saldırıya gerek kalmaksızın muhalif burjuva güçler iktidarı aldığında, aynı şey Suriye’de de yaşanacaktır. Dolayısıyla daha önce de ifade ettiğimiz gibi, “Doğru tutum, hem gerici Baas rejimine hem de onun yerini alması muhtemel diğer gerici burjuva güçlere karşı bağımsız bir mücadele hattını savunmaktır. Baas rejiminden de emperyalistlerin ve diğer gerici bölge güçlerinin beslediği burjuva güçlerden de emekçi yığınlara hayır yoktur.” (Levent Toprak, Suriye’de Kanlı Açmazlar, MT, Eylül 2012)
“Demokrasi” ve “özgürlük” söylemiyle Suriye halkının dostu oldukları yalanıyla gerçek niyetlerini maskelemeye çalışan emperyalist güçler açısından Suriye’de Baas rejiminin yıkılması çeşitli açılardan önem taşıyor. Her şeyden önce, Suriye, on yıllardır kapalı devletçi yapısıyla emperyalist sisteme tam entegre olamayan, üstelik tarihsel bağları nedeniyle Rusya’ya yakın duran bir konuma sahip. Bunun yanı sıra İran’la da yakın ilişkiler içinde ve işgal altındaki Golan Tepeleri ve Filistin sorunu nedeniyle İsrail’e düşman ülkeler arasında yer alıyor. Suriye’nin bu özellikleriyle mevcudiyetini koruması, ABD emperyalizminin ve müttefik güçlerin petrol ve doğalgaz kaynağı olması bakımından büyük bir önem taşıyan Ortadoğu’ya yönelik planlarına kökten karşıtlık oluşturuyor. Bu nedenle Baas rejimi, bir dönem çeşitli yaptırımlarla, ambargolarla ve tehditlerle, ardından ise Türkiye aracılığıyla daha yumuşak taktiklerle dize getirilmeye çalışıldı. Bu belli ölçülerde sonuç da verdi. Ne var ki, bölgedeki halk isyanları emperyalist planlarda köklü değişikliklere gidilmesine yol açtı ve Baas’ı gelişen halk muhalefetine dayanarak yıkıp kolay zafer elde etme umutlarını doğurdu. Libya’daki zafer sarhoşluğu da emperyalist ittifakı Suriye’yi kolay lokma olarak görme yanlışına sevk etti. Bu süreçte Esad rejimini devirmek için en gayretkeş çabaları sarfeden ülke ise Türkiye oldu.
Tıpkı diğer güçler gibi Türkiye de emperyalist çıkarları uğruna hiçbir ilke ya da etik değer tanımadığını gösterdi. AKP hükümeti, Erdoğan’ın “kardeşim” dediği Esad’ı bir kalemde silerek askeri müdahalenin en ateşli savunucusu haline geldi. Ancak önceleri birkaç hafta ömür biçilen Baas’ın kolay lokma olmadığı kısa sürede anlaşılınca, bu süre çok geçmeden birkaç aya çıkarıldı ve ardından da kehanette bulunmaya son verildi. Tüm çabalara rağmen, Baas iktidarını devirebilecek güçte ve sonrasında geçiş dönemini güvenle yürütebilecek nitelikte bir muhalefet odağının yaratılamaması, büyük emperyalist güçleri zamanla daha temkinli davranmaya itti. Libya’dan farklı olarak Suriye’de Rusya’yla boğaz boğaza gelme durumunun söz konusu olması, emperyalist güçlerin askeri müdahale seçeneğini devreye sokmalarını zorlaştırdı. Muhalefeti ağır silahlarla donatmayı ve gerekirse askeri müdahaleyle desteklemeyi savunan AKP hükümeti de bu durum karşısında ister istemez vites küçültmek zorunda kaldı. Ne var ki ABD seçimlerinin ardından keskin savaşçı dil yeniden kuşanıldı.
Özellikle Suriye Kürdistanı’ndaki (Batı Kürdistan) gelişmelerden fazlasıyla rahatsız olan Türkiye’nin tahammülsüzlüğünün giderek arttığı görülüyor. Erdoğan’ın BM’ye yönelik eleştiri dozunu arttırması da bu tahammülsüzlüğün bir işaretidir. AKP hükümeti izlediği politikayla Türkiye’yi savaşın doğrudan parçası haline getirmiş durumdadır. ÖSO’ya bağlı silahlı isyancılar Türkiye’den askeri ve lojistik destek görürken, bunların sınırı rahatça geçerek savaşmaları, yaralanma durumlarında tedavileri vb. sağlanmaktadır. Tam da bu yüzden savaş birkaç aydır Hatay ve Urfa başta olmak üzere Türkiye’nin güney sınırında yakıcı bir şekilde hissedilmektedir. Ceylanpınar gibi sınır bölgelerinde mermiler havada uçuşurken insanlar her an ölüm tehdidiyle yüz yüze bulunmaktadır. Şimdiden bazı sınır köylerinin boşaltılması da söz konusudur.
Son haftalarda sınırın hemen karşı tarafında bulunan Resulayn (Serêkaniyê) kasabasında yaşanan çatışmalarda Türk devletinin oynağı rol artık gizlenemez hale gelmiştir. ÖSO ile PKK’ye yakınlığı bilinen Demokratik Birlik Partisine (PYD) bağlı milisler arasında çıkan çatışmalarda iki hafta içinde 80 kişi yaşamını yitirmiş, onlarcası yaralanmıştır. Ölenler arasında PYD’li Halk Meclisi Başkanı Abid Xelil de bulunuyor. PYD, ÖSO içinde yer alan ve El-Kaide’yle bağlantılı olan paramiliter güçlerin Türkiye’den geldiğini ve Türkiye’nin Kürt bölgesini istikrarsızlaştırmaya çalıştığını belirtiyor.
Resulayn’daki çatışmaların ardından, Barzanici güçlerin hâkimiyetindeki Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile PYD temsilcileri Irak Kürdistanı’nın (Güney Kürdistan) başkenti Erbil’de bir araya gelerek askeri güçlerini birleştirmek üzere bir anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Bu açıklama sonrasında, Peşmerge güçlerinin alınan karar doğrultusunda Suriye Kürdistanı’ndaki Qamişlo’ya gitmesi, Batı ve Güney Kürdistan’ın ortak bir savunma hattı oluşturması açısından önem taşıyor. Bu ortaklığın pratikte yaşam bulmasının TC’nin rahatsızlıklarını daha da arttıracağı ortadadır.
Irak’ta Kürtlerle merkezi yönetim arasında tırmanan gerginlik
Suriye Kürdistanı çatışma üssü haline getirilirken, Irak Kürdistanı’yla Maliki yönetimi arasındaki gerginlik de giderek tırmanıyor. “İstikrar” örneği olarak gösterilen bu bölge, son günlerde Irak merkezi yönetiminin Dicle Operasyon Gücü adı altında oluşturduğu askeri birlikleri kuzeye kaydırmasının ardından diken üstünde bulunuyor. Nisan ayında yapılacak seçimlerin, dolayısıyla Kerkük’ün statüsünün belirlenmesi sürecinin de yakınlaşmasıyla birlikte, petrol yatakları bakımından zengin olan bu Kürt kentini Kürtlere bırakmak istemeyen Maliki yönetimi harekete geçerek Kürtlere gözdağı vermeye girişti. Bunun üzerine Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Kerkük’e 30 kilometre yaklaşan Irak ordusunun kente girişine izin verilmeyeceğini ve yolun Peşmergeler tarafından tutulduğunu açıkladı. Barzani’nin kardeşinin komutasında, tank ve toplarla donanmış bir askeri birliğin Kerkük’e hareket etmesini takiben, merkezi yönetimin geri adım atması, gerginliğin şimdilik çatışmaya dönüşmeksizin yatışmasıyla sonuçlansa da, sorun tüm sıcaklığıyla varlığını korumaya devam ediyor.
Maliki yönetiminin, Kerkük gibi Kürdistan’a dahil olup olmayacağı tartışmalı olan bölgelerde nüfus sayımı ve referandum yapılmasını ve bu bölgelerin statüsünün buna göre kararlaştırılmasını öngören anayasa maddesinin gereğini yerine getirmeyi reddetmesi, meselenin düğüm noktasını oluşturuyor. Kendi aralarında ciddi anlaşmazlıklar yaşayan Şii ve Sünni Araplar ve Türkmenler bu sorunda Kürtlerin karşısına tek blok olarak çıkıyor. Durum buyken, bir yandan Maliki yönetimiyle arası açık olan, öte yandan üzerinde emelleri olduğu Kerkük’ü Kürtlere kaptırmamaya çalışan Türkiye’nin de, Kürt yönetimiyle merkezi yönetim arasındaki olası bir savaş halinde eli iyice zora girmiş bulunuyor. Şu anda Amerikan planlarıyla gayet uyumlu bir politik hat izleyen ve Irak Kürdistanı’yla ilişkileri tarihinin en iyi noktasında olan Türkiye’nin, Kerkük’ün tümüyle Kürdistan’a bağlanması söz konusu olduğunda aynı çizgiyi koruması mümkün görünmüyor. Yani izlediği çıkışsız Kürt politikası her alanda TC’nin ayağına dolanıyor.
Bir kez daha Patriotlar
Suriye’ye yönelik emperyalist planların hızlandırıldığının bir diğer işaretini de ABD’nin Irak’a saldırdığı 1991 ve 2003 yıllarının ardından üçüncü kez Türkiye’ye yerleştirilen Patriot füzeleri oluşturuyor.[*] Daha önce geldikleri tarihlerin özellikleri dikkate alındığında, Patriotlar aslında Suriye’ye yönelik savaş hazırlıklarında kritik bir dönemece girildiğini gösteriyor. Söz konusu füzelerin Suriye sınırındaki bölgelere yerleştirilmesi, “uçuşa yasak bölge” ve “tampon bölge” kararının alınmasına giden yolun ilk adımı olarak görülüyor. Emperyalist cephede Suriye’ye insani yardım gücü adı altında askeri birliklerin gönderilmesi doğrultusunda çeşitli hazırlıklar olduğu da dikkate alındığında, savaş hazırlıklarının çok yönlü olarak hızlandırıldığı anlaşılıyor.
Genelkurmay Başkanının yirmi yıl sonra ilk kez Suudi Arabistan’a gitmesi ve Türkiye’nin bu ülkeyle düzenli ortak askeri toplantılar başlatması da bu hazırlıklar kapsamında değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi Türkiye Suriye’ye yönelik emperyalist planların uygulamaya geçirilmesinde Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte başı çekiyor. Bu iki ülke İslamcı muhalif güçlerin maddi destek kaynağı durumundayken, Türkiye aynı güçler için askeri ve politik üs görevini görüyor.
Burjuvazinin emperyal çıkarları uğruna Suriye’deki kanlı savaşı körükleyen AKP hükümeti, Türkiye’yi de savaş cehennemine atmak üzeredir. “Kimsenin toprağında gözümüz yok” diyen Erdoğan, hemen ardından “ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz” diyerek, aslında şecaat arz ederken sirkatin söylemektedir. Bu arada pek böbürlendiği bölgesel gücünün, ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin çizdiği sınırlar dahilinde hüküm sürdüğü ortaya serildikçe de çileden çıkmaktadır. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını durdurmak ve ateşkes ilan edilmesini sağlamak üzere başlatılan uluslararası girişimde Erdoğan’ın rolünün ikincil düzeyde kalması ve tahtını Mısır’a kaptırması bunun son örneğidir. Görüşmelerin ateşkesle sonuçlanmasının ardından Clinton, Mısır Dışişleri Bakanıyla ortak açıklama yapmış ve orada “Mısır’ın bölgesel liderliği”ni üzerine basa basa vurgulamıştır. Bunun Erdoğan’a ve Türkiye’ye açık bir mesaj olduğu ortadadır. Bir yandan emperyalist Batı ittifakının asli bileşeni olan İsrail’e kafa tutar gözüküp bölge halkları nezdinde bunun primini toplarken, öte taraftan onun ağababalarının planlarında koçbaşlığına soyunan AKP’ye haddi çeşitli vesilelerle bildirilmektedir.
Erdoğan, milliyetçi gururu okşayarak, at sırtındaki ecdattan dem vurup büyüklük pozları keserek, yoksul emekçileri aldatmaya, emperyalist ve militarist siyasetine ikna etmeye çalışmaktadır. Bu arada Filistin halkına sahip çıkar görünürken, tıpkı İsrail’in orada yaptığı gibi Kürt halkının başına bombalar yağdıran da aynı Erdoğan’ın hükümetidir. Emekçilere gelince “bütçeyi daha da sıkı tutmalıyız” diyerek kesintileri arttıran, vergileri ikiye katlayan, akaryakıta zam üstüne zam yağdıran, asgari ücreti sefalet ücreti olarak korumaya devam eden AKP hükümeti, sıra savaş harcamalarına gelince bonkörlükte sınır tanımamaktadır.
Bu burjuva iktidarı durduracak tek güç, işçi sınıfının örgütlü gücüdür. “Sınıf kardeşlerimizin ve kardeş halkların kanını dökmek için ne tek bir kuruş, ne tek bir can” şiarıyla, emperyalist ve haksız savaşa, militarizme, milliyetçi saldırganlığa dur diyelim. Sınıfa karşı sınıf, savaşa karşı sınıf savaşı!
[*] Kaç milyon dolar tutacağına dair tek kelâm edilmeyen Patriotların maliyeti, NATO’nun da açıkladığı üzere Türkiye tarafından karşılanacak. Üstelik bu füzeler, ihalesi Aralık ayında sonuçlanması beklenen 4 milyar dolarlık yeni bir füze savunma sisteminin (ihaleye ABD, Rusya, Fransa-İtalya ve Çin şirketleri katılıyor) öngününde getiriliyorlar.
link: İlkay Meriç, Suriye’de İç Savaş Tırmanırken, Aralık 2012, https://marksist.net/node/3154
Açlık Grevlerinin Gösterdikleri
Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /2