Öcalan’ın yaptığı çağrı üzerine Kürt siyasi tutsakların 12 Eylülde başlattıkları açlık grevi eylemi sona erdi. Eylemcilerin talepleri Öcalan üzerindeki tecridin son bulması, anadilde eğitim ve savunma hakkının tanınmasıydı. Haftalarca açlık grevlerini görmezden gelen, adeta üç maymunu oynayan burjuva medya ancak eylemin giderek büyümesi ve insanların ölüm sınırına yaklaşması üzerine konuya haber değeri verdi. Elbette taleplerin karşılanarak kimse ölmeden eylemin sonlandırılması için değil, Kürtlerin ve Kürt hareketinin aşağılanması için. AKP ve Erdoğan’ın “devlete şantaj olmaz”, “şimdi de ciğer kebabı yiyorlar”, “Öcalan ve BDP’liler niye açlık grevi yapmıyorlar” gibi çiğ söylemleriyle eylemlerin yaratacağı etki azaltılmaya çalışıldı. Ancak başarıya ulaşamadılar.
Kuşkusuz düzen medyası, iplerini elinde tutanların istediği biçimde haberler yapıyordu. Medyanın konuyu görmezden gelmesi de, sonrasındaki çirkin değerlendirmeleri ve arsız söylemleri de hükümetin meseleye bakışının yansımasından başka bir şey değildi. Erdoğan, Almanya’da Merkel’le yaptığı görüşmeden sonra açlık grevlerine dair sorulan soru üzerine açlık grevi falan olmadığını, şov yaptıklarını söyledi. Üstelik aynı gün Adalet Bakanının 683 kişinin açlık grevi yaptığını söylemesine rağmen! Bununla da yetinmeyen Erdoğan bütün dünyanın gözleri önünde, daha açlık grevleri ortada yokken (üç ay önce) yaşanmış bir hadiseyi yeniymiş izlenimi yaratarak dillendirip BDP’lilerin kuzu yediklerini söyledi. Burada bir şov varsa bunu yapan Başbakanın kendisidir. Yüzlerce açlık grevi eylemcisini görmezden gelmesine, milyonlarca kişinin haklı bulduğu talepleri kabul etmemesine rağmen, 75 milyon adına konuştuğunu iddia eden Erdoğan en büyük şovu yapmıştır.
Sonraki günlerde de Erdoğan’ın açlık grevlerine karşı tavrı değişmemiş, BDP’li vekillerin de açlık grevine başlamasından sonra pervasızca “Bunlar şantajdır, bunlar blöftür, bunlar şovdur. Ne yapıyorlarsa yapsınlar. Sağlıkla ilgili müdahaleyi yaparız, o kadar” demiştir. Erdoğan konuşmalarında öfkesini kusarken, hükümetin diğer önemli isimleri ise eylemlerin sona erdirilmesi için daha ılımlı bir üslup kullanmışlardır. Örneğin Arınç, açlık grevlerinin kritik aşamaya girmiş olduğu 5 Kasımda, Bakanlar Kurulu toplantısından sonra hükümet adına yaptığı açıklamalarda, eylemcilerin taleplerinin duyulduğunu, AKP’nin inkâr politikalarına son verdiğini, İmralı’da tecrit olmadığını, Öcalan’ın isterse avukatlarıyla da yakınlarıyla da görüşebileceğini, haftada 2 saatlik seçmeli Kürtçe dersi koyduklarını, anadilde savunma için de zaten gerekli değişiklikleri en kısa sürede yapacaklarını, bunu zaten AKP’nin kongresinde açıklamış olduklarını söylemiştir. Fakat yumuşak gibi duran bu söylemin ardında özetle, “sizin talepleriniz zaten karşılanmış durumda, daha ne istiyorsunuz” yaklaşımı bulunmaktadır. Açlık grevlerini “mantıksız” olarak değerlendiren Arınç, ideolojik talepler için açlık grevleri yapmaya gerek olmadığını da buyurmuştur.
Aslında esas mantıksız olan şey bu açıklamalardır ve bunlar hükümetin oyalayıcı tutumunun açık ifadeleridir. Birincisi, taleplerle ilgili hiçbir somut adım atmadan veya en azından sözünü vermeden, üstelik de eylemin mantıksız ve gereksiz olduğunu da ekleyerek, “taleplerinizi duyduk, artık bırakın” demenin hiçbir mantıklı tarafı yoktur. Talepler somut, net ve basittir; bu talepler için Kürt halkının yıllardır mücadele ettiğini zaten herkes duymuştur. En temel demokratik hakları içeren talepler bugüne kadar karşılanmış olsaydı, böylesi bir açlık grevi eylemi de yapılmazdı. İkincisi, Öcalan’ın İmralı’da bulunan diğer 5 mahkûmla görüştüğünü, yakınlarından veya kendisinden talep geldiğinde görüşmenin mümkün olabileceğini teklemeden söyleyebilmek için ya Arınç gibi başarılı bir burjuva siyasetçisi olmak, ya da timsah gibi derisi kalın olmak gerekiyor. “Koster bozuk” parodisi bir yıldan fazla bir süreden beri devam ettiriliyor. Nitekim bu açıklamalardan sonra İmralı’ya gitmek için tekrar başvuran avukatların talebine devletin verdiği cevap yine “koster bozuk” oldu. Üçüncüsü, anadilde eğitim hakkını 2 saatlik seçmeli derse indirgeyen anlayış, Kürt sorununun çözümünden ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Anadilde eğitim hakkı yerine seçmeli dersle yetinilmesini istemek Kürt halkıyla dalga geçmek demektir.
Başbakan Yardımcısı Arınç’ın ve Adalet Bakanı Ergin’in açlık grevleri konusunda Başbakandan farklı bir rolleri vardı. Suriye’deki iç savaş, Kürt Sorunu ve Ortadoğu’da yaşanan diğer gelişmeler, başkanlık tartışmaları ve yaklaşan seçimler, Türkiye’nin emperyal hevesleri, AKP’yi hem daha da saldırganlaştırmakta hem de daha ince hesaplar yapmaya itmektedir. Milliyetçi duyguları okşayarak oyunu koruyup arttırmak isteyen AKP, başta Erdoğan’da ve İ.Naim Şahin’de somutlanmak üzere milliyetçi-devletçi bir retorik tutturmuştur.
Öte yandan Batı Kürdistan’da da Kürtlerin özerk yönetime sahip olması ihtimali Kürt sorununda Türkiye’yi köşeye sıkıştırmıştır. Açlık grevleri ve hükümetin eylemlere yaklaşımı, hükümetin Kürt sorunundaki sıkışmışlığını bir kez daha ortaya koymuştur. Geçmişte “açılım” adı altında çözüm havasına giren AKP, bugün “çözüm” noktasından oldukça uzaklaşmıştır. “Açılım” sürecinde bazı Kürt kesimlerinin desteğini alan AKP, Kürtleri kendi yanına çekeceği zehabına kapıldı. Oysaki AKP, Kürtlere karşı geleneksel devlet tavrını sergiledikçe, Kürt hareketi güç kazanmış, AKP ise Kürt illerinde kan kaybetmiştir.
Destek eylemlerinde devlet terörü
Kürt hareketine saldırılar Erdoğan’ın ve medyanın hakaretleriyle sınırlı kalmadı. Açlık grevleri yaygınlaşıp dışarıda da destek kazandıkça, hükümetin tavrı daha da sertleşti. Basın açıklamalarına dahi tahammül edilmedi. Parti binaları önünde veya meydanlarda yapılmak istenen eylemlere polis şiddetli bir biçimde saldırdı. Bazı yerlerde ise polisle birlikte devreye “bir grup vatandaş” girdi. Bursa’da AKP binasına siyah çelenk bırakmak isteyen BDP’lilere sopalı yüzlerce kişi saldırdı. Çıkan olaylarda 12 kişi tutuklandı, 20 kişi yaralandı, bir kişi ise başından vurularak öldürüldü. Olayların medyada yer alış biçimi ve medyanın dili Kürt halkının devlet nezdindeki yerini gösteriyor. Çıkan olaylar tarif edilirken kullanılan “vatandaşlar ile BDP’liler arasında” gibi ifadeler, saldıran faşist güruhun “vatandaş” kategorisine alındığı, BDP’lilerin ise vatandaş olarak bile görülmediği anlamına geliyor.
Ölümlerin engellenmesi için başta Kürt illeri olma üzere birçok yerde çeşitli eylemler düzenlendi. 30 Ekimde BDP’nin çağrısıyla yapılan eylemlere katılım oldukça yüksek oldu. Kepenkler açılmadı, okullara gidilmedi, on binler sokaklara aktı. Özellikle Diyarbakır, Van ve Hakkâri’de hayat durdu neredeyse. Öyle ki burjuva medya dahi bunu görmezden gelemedi. Kentte adı konulmadan olağanüstü hal ilan edildi ve her türlü gösteri yasaklandı. Basın açıklaması yapmak isteyen gruplara polisin müdahalesi her zamanki gibi sert oldu. Bütün baskılara ve devlet terörüne rağmen ne içerde açlık grevi yapanların direnci kırıldı, ne de dışarıda yapılan destek eylemleri son buldu. Tersine devlet pervasızlaştıkça açlık grevleri yaygınlaştı. Hükümetin çözüme yanaşmayan tavrına karşı on bine yakın siyasi Kürt tutsağın yanı sıra; dışarıda vekiller, belediye başkanları ve diğer BDP’liler de açlık grevine başladılar. Eylemin boyutları Türkiye’nin sınırlarını aştı. Avustralya’dan Amerika’ya, İngiltere’den Rusya’ya birçok ülkeden destek mesajları geldi, dayanışma amaçlı eylemler yapıldı, bazı yerlerde açlık grevine başlandı. Kürtler, bulundukları her yerde eylemler düzenleyerek kimse ölmeden taleplerin karşılanmasını istediler.
17 Kasımda “içerideki on binlere dışarıdaki on binlerden destek” sloganıyla 48 saatlik açlık grevi yapılacağı ilan edildi. AKP hükümeti bir kez daha yasakçı zihniyetini sergiledi ve yapılacak her türlü eylemi daha baştan yasakladı. Diyarbakır’da olağanüstü önlemler alındı, parti binaları, kültür merkezleri ve eylem yapılabilecek alanlar abluka altına alındı. Erdoğan’ın şahsında kuyruğu dik tutmaya çalışan AKP, ulusal ve uluslararası kamuoyundan gelen basıncın etkisiyle bir taraftan da eylemleri sonlandırmanın yollarını arıyordu. Aynı gün kardeşiyle görüşmesine izin verilen Öcalan “açlık grevleri amacına ulaşmıştır” diyerek grevi bitirme çağrısı yaptı. Nihayetinde 68 gün süren açlık grevleri sona erdi.
Devletin “Hayata Dönüş” zihniyeti
Devletin ve medyanın dili birçok bakımdan daha önceki açlık grevlerini hatırlattı. Siyasetçileri ve medyası değişmiş olsa da zihniyet değişmemiştir. En basit bir olayda dahi her tavrın, her sözün ardında sınıfsal duruş vardır. İslamcı da olsa, “solcu” da olsa ortak payda egemen olmaktır, burjuva düzenin temsilcisi ve savunucusu olmaktır.
2000 yılında F tipi cezaevlerine geçişi durdurmak için siyasi tutsaklar dönüşümlü açlık grevi ve ölüm orucuna başvurmuştu. Çünkü F tipi cezaevleri devrimci tutsakları tecrit etmek, hayattan kopartmak üzere tasarlanmıştı. Devrimci tutsakların başlattığı eylem dışarıda da bir duyarlılık yaratmış ve bazı aydınların öncülüğünde “solcu” Ecevit hükümetiyle görüşmeler başlamıştı. Ancak devlet kesin karar vermişti ve F tiplerine geçilecekti. Bunun için hazırlanan plan doğrultusunda 19 Aralıkta büyük bir katliam yapıldı. 28 devrimcinin ölmesi ve yüzlercesinin yaralanmasıyla sonuçlanan bu operasyona devlet utanmadan “Hayata Dönüş” adını vermişti.
Devletin ve medyanın dilinde bugün de hiçbir değişiklik yok. Daha önce de, tutsakların aslında açlık grevi yapmadıkları, gizli gizli yedikleri, örgüt baskısıyla hareket ettikleri, 19 Aralık katliamında kendilerini yaktıkları söyleniyordu burjuva medyada. 1996 yılında “Ölüm orucu yok, içeride yiyorlar” diyen dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın yaklaşımı ile “kuzu kebabı yiyorlar” diyen Erdoğan’ın yaklaşımı arasında özünde bir fark yoktur. Kazan’ın “yiyorlar” dediği devrimcilerin 12’si ölmüştü. Bugün Erdoğan devletin küstahlığında çığır açarak, açlık grevine başlayan BDP’li vekiller için “zaten rejime ihtiyaçları vardı” diyebilme cüretini gösterebilmiştir.
19 Aralık katliamından önce medyada örgütlerin uzlaşmaya yanaşmadığı, eylemi sonlandırmak istemedikleri aşağılık bir biçimde yazılıp çiziliyordu. O gün “solcu” Ecevit “Bu eylemleri hazırlayanlar ve kotaranlar devlete bazı dayatmalarda bulunmak istiyorlar. Bunu kabul etmek mümkün değil” diyordu, bugünse İslamcı Erdoğan “şantaj yapıyorlar” diyor. Ne de olsa devlette devamlılık esastır!
Medya her zaman efendilerinin denetiminde olmuştur. Cüneyt Özdemir, 2000 yılındaki devlet baskısını ve sansürünü kendisi anlatıyor: “Ara sıra canlı yayında bağlandığım muhabirlerin ağzından dökülen sadece birkaç kelime bile Ankara’da birilerini koltuklarından zıplatmaya yetiyordu. Hızla telefonlar çalışıyor ve daha canlı yayın bitmeden o sakıncalı sözcüklere ‘düzeltme’ geliyordu. Baskı öylesine pervasızdı ki… Mesela cezaevinde hayata dönüşe direnenlerin direnişine ‘direniş’ denilmesi yasaklanmıştı. Elbette yaptığımız yayınlar cezasız kalmadı. İlk fırsatta –ki bunun adı o dönem ekonomik krizdi– o kelimeleri kullanan tüm ekip arkadaşlarım işten atıldı.” (Radikal, 26.10.2012). 2000’lerden bu yana köprünün altından çok sular aktı, ama medya eşyanın doğası gereği halen burjuvazinin çıkarlarını savunmaktadır. Sansür ve baskı çok daha sistematik hale gelmiştir, medya AKP tarafından zapturapt altına alınmıştır.
Sonuç olarak, açlık grevleri sona ermiş olsa da Kürt sorunu halen olduğu yerde durmaktadır. Açlık grevleri, Kürt sorununda hükümetin izlediği politikaların bir sonucuydu. AKP, demokratik bir çözüm konusunda adım atmaya niyetli olmadığı için binlerce insan bedenini ortaya koydu. Eylemler büyük bir yankı uyandırdı ve hükümeti köşeye sıkıştırdı. Kürt sorununun çözümünde Öcalan’ın kilit bir konumda olduğu da bir kez daha görülmüş oldu. Hükümetin Kürt sorunundaki oyalayıcı tutumu, içinden geçilen konjonktür düşünüldüğünde çok uzun süre işe yarama şansına sahip değildir. Açlık grevleri süreci bu gerçeği yeniden gözler önüne sermiştir.
link: Suphi Koray, Açlık Grevlerinin Gösterdikleri, Aralık 2012, https://marksist.net/node/3151
Bölüm 19 - Muhafızlar ve Haydutlar
Suriye’de İç Savaş Tırmanırken