Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında neredeyse uğramadık durak bırakmayan kitle ayaklanması dalgasının üzerinden bir yıl geçti. Bugün sözkonusu dalga zayıflayarak da olsa halen etkisini korumakta, gelgeç bir olgu olmadığını da kanıtlamaktadır. Onu besleyen toplumsal sorunlardan hiçbiri henüz çözüme kavuşmadığı gibi, bu dalga gerçek devrimlerle sonuçlanmadıkça da bu sorunların çözümü mümkün olmayacaktır.
Üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen bu kabarışın bir ölçüde Tunus ve yozlaşmış biçimleriyle de olsa Libya dışında, siyasal yapıda köklü değişimlere yol açtığını söylemek zordur. Dalganın en kitlesel biçimlere büründüğü Mısır, ulaşılan sonuçlar itibarıyla halk kitlelerini en az tatmin eden bir noktaya şimdilik saplanmış görünüyor. Dalganın yayıldığı coğrafyadaki toplumlar benzer özelliklerinin yanı sıra birbirinden oldukça farklı toplumsal yapılara, geçmişlere, gelişkinlik düzeylerine sahiptirler. Ama yine de bu farklılıklar, tüm bu coğrafyada, geniş emekçi kesimlerin iş, ekmek ve siyasal özgürlük taleplerinde ortaklaşmasını engelleyememiştir.
Diktatörlerin gitmesi yetmez, kapitalist sömürüye son!
Buradan çıkarılması gereken en temel sonuç, bu dalganın kökeninde, kapitalizmin yarattığı sosyal sorunların ve bu sömürü düzenini otoriter biçimlerle sürdürmek isteyen gerici rejimlere duyulan haklı öfkenin yattığıdır. Gerek ayaklanmaların yaşandığı coğrafyalarda gerekse de diğer ülkelerde burjuvazinin liberal temsilcileri, kitle hareketini sınırlı bir burjuva demokratik değişim çerçevesinde tutmaya çalıştılar. Burjuva liberaller “siyasal özgürlük” sloganıyla sınırlı bir burjuva demokrasisi istiyorlar, onlar açısından “hepsi bu”. Tunus’ta, onlardan biri şunları söylüyordu hareketin başlangıcında: “Bu demokrasinin bir başlangıcı, dışarıdan birinin göreve getirilmesi yerine seçimler sayesinde başkanımızı seçmeyi umuyoruz. Ne yiyecek, ne iş istiyoruz. Onun ve ailesinin sadece gitmesini istiyoruz. Hepsi bu.”
Ama kitle hareketi bundan çok daha ötesini talep eden bir sosyal dinamik temelinde yükseliyor. Olayların ilk kıvılcımını çakan, Muhammed Buazizi adındaki genç bir emekçinin pahalılık ve işsizliği protesto etmek için kendisini yakması olmuştu. Emekçi kitleler, iş, ekmek ve özgürlük talepleriyle bu kıvılcımı büyük bir yangına çevirdiler; kapitalist sömürünün tüm sonuçlarına karşı günler boyunca militan bir mücadele yürüttüler. Bu süreçte Tunus’ta 300’den fazla insan yaşamını yitirirken, 700’den fazla insan da yaralandı. Yaralanan emekçilerden biri, isyandan bir yıl sonra, ayaklanmayı gerçekleştirenlerle iktidar koltuklarına kurulanlar arasındaki farkı güzel bir şekilde özetliyor: “Biz olmasaydık, kimse hapisten çıkamazdı. Biz olmasaydık, sürgündekiler ülkelerine geri dönemezdi. Onlar döndüğünde iş zaten bitmişti. Yönetimdekiler ve başbakan, bunu bilmeli. Eğer bizlere hakkımızı vermezlerse başka bir devrim daha olacak. Önceki devrimi taşlarla yapmıştık. Fakat bu sefer taşlardan daha fazlası olacak.”
Görülüyor ki, Tunus’ta geçtiğimiz yıl yapılan büyük gösterilerle 23 yıllık Bin Ali diktatörlüğünün sonunu getiren emekçi kitleler, “devrimin sonuçları”ndan hiç de memnun değiller. Emekçilere serbest seçimler yetmiyor, yetemez de. Liberal burjuvazi durumdan memnun gözüküp, geleceğe dair pembe tablolar çizerken, emekçiler, daha gidilecek çok yol olduğunu ve sosyal sorunların hiçbirinin çözülmediğini söylüyorlar. Şöyle diyor içlerinden biri: “Devrim henüz bitmedi. Daha yolumuz var. İşsizlik aynı seviyede. Tunuslular uğruna ölümü göze aldıkları şeyleri henüz elde edemedi.”
Mısır ve Tunus’ta geçtiğimiz günler, emekçilerin “devrim kutlamaları”na şahitlik etti. Her iki ülkede de “devrimin yıldönümü” yüzbinlerce insan tarafından kutlandı. Ne var ki, yine her iki ülkede de kitleler verdikleri kahramanca mücadelenin sonucu olarak diktatörlerin devrilmesinin sevincini ve haklı gururunu yaşayıp sokaklara yansıtırken, bir taraftan da bunun ötesinde çok da mesafe kaydedilememiş olmasının doğurduğu tepkiyi ifade ediyorlardı. Bu tepkiler giderek artacak, kitleler aldatıldıklarını ve oyalandıklarını giderek daha fazla bilinçlerine çıkaracak ve gerçek bir toplumsal devrim ihtiyacı giderek daha çok kavranacaktır. “Devrimimiz çalındı, ikinci bir devrime ihtiyacımız var” sözlerinde dillendirilen hissiyat her iki ülkede de giderek yayılıyor.
Devrimci gelişmelerin ulusal sınırları aşan tabiatı
Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasına yayılan kitle ayaklanmaları dalgasının yalnızca bu bölgeyle sınırlı kaldığını söylemek de pek mümkün değildir. Tunus’tan sonra Mısır’a ve oradan da diğer ülkelere yayılan isyan dalgası, kendisine yakıştırılan “Arap baharı” nitelemesini gerçekte aşmıştır. Bu dalga bölgedeki diğer ulusal grupları da etkilemiştir. Bunların en başında Irak Kürdistanı’nda yoksulluk ve yolsuzluğa karşı Mart ayında ayağa kalkan yoksul Kürt emekçilerini ve İsrail’deki emekçi halkın yoksulluğa karşı, sosyal-adalet ve konut hakkı için günler boyunca sokakları işgal etmesini sayabiliriz. Ama bunların da çok daha ötesinde, çok daha belirgin etkiyi, Akdeniz’in kuzeyindeki ülkelerde, Yunanistan, İtalya ve İspanya’da görmekteyiz. Kapitalist yıkım politikalarına karşı bu ülkelerde sokakları dolduran emekçi kitleler ve devrimci bir arayış içerisindeki gençlik, Tahrir Meydanına atıflarda bulunmaktan, onu selamlamaktan ve ondan esinlenen eylem biçimlerini benimsemekten geri durmamıştır. Dahası “Tahrir etkisi” okyanusu aşarak ABD’ye kadar varmıştır. 2011’in son aylarında ABD’de ortaya çıkan ve açıkça anti-kapitalist bir çizgide gelişen “işgal et hareketi”, doğrudan Tahrir Meydanına atıfta bulunuyor, onunla dayanışma içinde olduğunu ve onu desteklediğini ilan ediyordu. Tüm bu eylemliliklerde “burası Tahrir” sloganlarının yanı sıra, eylem alanlarına “özgürlük meydanı” isminin verilmesi de bu etkiyi doğruluyor. Bu olgu, aynı zamanda, patlak veren isyan dalgasının, gerici Arap rejimlerine karşı biriken siyasal öfkenin çok daha ötesinde, bir toplumsal zemin ve dinamiğe sahip olduğunu da kanıtlıyor.
Tüm bunlar insanlığın kurtuluş umudunu proleter dünya devrimi perspektifiyle ele alan Marksistlerin yaklaşımını doğrulamaktadır. Dünya devrimi bir hayal değildir.
Emperyalist komplo mu?
İsyan dalgasının başından itibaren yaşanan seferberliğe soğuk bir kuşkuyla yaklaşanlar, Libya’daki gelişmeler ve ardından Tunus ve Mısır’da İslamcıların seçim zaferiyle birlikte kuşkuculuktan açık bir düşmanlık evresine geçmiş bulunuyorlar. Onlara kalırsa, yaşananlar emperyalistlerin bir komplosundan, yeni bir dizayn çalışmasından başka bir şey değildir. Yüzbinleri kapsayan kitle gösterilerini emperyalist bir komplodan ibaret görenlerin, bu emperyalist müdahaleye karşı mevcut gerici rejimleri “anti-emperyalist” ilan ederek desteklemeleri kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Ulusalcılık bayraktarlığı yapan sözümona sol çevreler, Libya’da Kaddafi’yi açıktan, Suriye’deki Esad rejimini ise utangaçça savunmaktan geri durmadılar, durmuyorlar. Yarın İran’daki faşizan rejimi de “anti-emperyalist” diyerek destekleyeceklerinden kuşkumuz yok.
Emperyalist büyük güçlerin ve hatta Türkiye gibi bölgesel çapta etkinliğini arttırmaya çabalayan yeni yetme emperyalist ülkelerin, gelişen sürece bir noktasında dahil oldukları apaçık bir gerçektir. Kimileri emperyalistlerin bu hareketi durdurmaya çalıştığını iddia ederek gelişen sürecin kendiliğinden doğasına övgüler yağdırmaktadır. Kimileri de, tersine, onun bir komplo olduğunu iddia ederek emperyalistlerin hareketi sınırsızca desteklediğini söylemektedir. Her iki yaklaşım da yanlıştır. Emperyalistlerin, liberallerin iddia ettiği üzere, bölgeye demokrasi ve özgürlük getirmek için müdahale ettiği ise yalanın daniskasıdır. Onların tek gerçek güdüsü emperyalist çıkarlarıdır. Bu çıkarlar doğrultusunda emperyalist güçler, başta da ABD ve AB, Libya’da olduğu üzere açık askeri destekten, Bahreyn’de yaşandığı üzere isyanı askeri olarak ezmeye kadar varan geniş bir yelpazede çeşitlenen tutumlar sergiliyorlar. Ama somut durumda izledikleri çizgi ne olursa olsun, ortak payda, belli kırmızı çizgilerin aşılmamasıdır. Nedir bu çizgiler? Kitle seferberliğinin kapitalist üretim ilişkilerini doğrudan hedef almaması; bölgede İran’ın etkisini arttırıcı bir çizgiye kaymaması; İsrail’in konumunu sarsacak gelişmelere yol açmaması. Bu koşullar sağlandığı sürece emperyalizm, kitle isyanlarına karşı açıktan cephe almamakta ve hareketi yatıştırıcı, soğutucu, sınırlandırıcı bir çizgi izlemektedir. Bu doğrultuda mevcut hareketi kendi planlarıyla uyumlu hale getirmeye çalıştığı gibi, kendi planlarını da mevcut hareketin doğurduğu gerçekliğe göre gözden geçirdiği muhakkaktır.
Emperyalist büyük güçlerin süreci denetim altında tutarak emekçi kitlelerin kırmızı çizgileri geçmesini engelleme, hareketi manipüle ederek kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme çabalarında belli bir başarı kazandığını görüyoruz. Ne var ki bu durum, sözkonusu kitlesel hareketlerin önemini ortadan kaldırmadığı gibi henüz süreç sonlanmış ve son sözler söylenmiş de değildir. Tersine, kapitalist sömürü, emperyalist tahakküm ve alabildiğine baskıcı-otoriter gerici rejimler ortadan kalkmadan, isyan dalgasının kolayca söneceğini düşünmek mümkün değildir. Keza, Kasım ayı ortasında, Mısır’da patlak veren ikinci dalga doğrudan ABD’nin desteklediği Tantavi yönetimini ve orduyu hedef alıyor, askeri cuntanın yönetimden çekilmesini istiyordu. Tek başına bu olgu bile kitle seferberliğinin ABD’nin yeni dizayn çabasından ibaret olmadığını ortaya koyuyor. Aynı sloganlar “devrimin yıldönümünde” de alanları kapladı. Her ikisinde de ABD destekli Tantavi yönetimi geri adımlar atmak zorunda kaldı; geçici hükümet istifa etti, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2012 Temmuzundan önce yapılacağı ve ardından Askeri Konsey’in çekileceği açıklandı; geçtiğimiz ayki gösterilerden sonra ise siyasi tutsakların bir kısmının serbest bırakılacağı ve 31 yıldır kesintisiz olarak devam eden olağanüstü hal uygulamasına son verileceği sözü verildi.
İslamcıların rolü ve anlamı
Gelişmeleri emperyalistlerin bir dizayn çalışmasından ibaret görenler, Mısır ve Tunus’ta İslamcıların seçim zaferini de bir kanıt olarak gösteriyorlar. İslamcı hareketleri emperyalizmin itaatkâr bir uşağı olarak görüp gösterdikleri gibi, bu hareketlerin önderlik rolünü de, muhalefetin ilerici devrimci potansiyeller taşımadığının bir delili olarak değerlendiriyorlar. Her iki iddia da bu haliyle yanlıştır.
İslamcı hareketlerin emperyalizme karşıt oldukları, anti-emperyalist oldukları düşüncesi ne denli yanlışsa, onların emperyalizmin basit ve sadık hizmetkârı olduğu düşüncesi de o denli kaba bir düşünce olarak gerçekliği ıskalamaktadır. Her şeyden önce İslamcı hareketler nitelemesi, böylesi bir tezi doğrulayamayacak kadar geniş bir yelpazeyi, heterojen bir bileşimi anlatır. Emperyalizmin açık işbirlikçisi ve ortağı durumundaki İslamcı gruplar ve rejimlerden, emperyalist devletlerle açıkça savaşan İslami gruplara kadar geniş bir yelpazedir sözkonusu olan. Bölgede, yıkılan Bin Ali ve Mübarek rejimlerinin on yıllar boyunca emperyalizm tarafından açıktan desteklendiğini ve İslami hareketlere karşı laik bariyer olarak görüldüğünü hatırlamakta fayda var. Bugün Mısır ve Tunus’ta seçimlerden zaferle çıkan İslamcı hareketler bu zaferlerini emperyalistlerin desteğine borçlu değiller, ama hiç kuşkusuz iktidarda kalmaları son tahlilde karşılıklı bir uzlaşmaya bağlıdır. Emperyalist Batı, kitlelerin daha ileri gitmemeleri için, İslamcılara katlanmak zorunda olduğunun farkındadır, İslamcılar da ayakta kalabilmek için emperyalistlerden icazet almaları gerektiğinin. Tunus ve Mısır’daki İslamcı hareketler, kendilerini kabul ettirebilmek için katı bir şeriat doğrultusunda adım atmayacaklarına dair emperyalistlere yemin billâh etmekten, kapitalist mülkiyete biat etmekten, piyasaya övgüler düzmekten geri durmuyorlar. AKP modeline hem bu önderlikler hem de ABD tarafından atıfta bulunulması boşuna değildir.
İsyan hareketinin başarısıyla ulaşılan seçimlerden İslamcıların zaferle çıkması biz Marksistler açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Tunus’ta yüzde 50’ye yakın bir çoğunluğu, Mısır’da ise İslamcı grupların toplamda yüzde 70’e yakın bir oy oranını tutturmaları aslında sınıflar mücadelesi tarihinin genel ilkelerinin doğrulanmasından başka bir anlama gelmiyor. Bu sonuçları, isyan hareketini küçümsemek üzere yorumlamanın Marksizmle bağdaşmazlığı ortadadır. İçerden gelişen bir karşı-devrimle faşizan bir molla rejimi çıkartmış olması, İran devrimi gibi, milyonların katıldığı ve gerçek bir halk devrimi nitelemesini hak eden bir devrimin önem ve anlamını boşa çıkarabilir mi? İran’da mollalar devrimin önderliğini ele geçirip onu yıkıma sürüklediyse, bunun suçu kitlelerde değil, onlara proleter devrim doğrultusunda önderlik etmek istemeyen İran Komünist Partisi’nde (TUDEH), ona bu aklı veren Stalinist Sovyet bürokrasisinde ve yetersizlikleri kanıtlanmış dönemin diğer devrimci gruplarında aranmalıdır. Bugünkü Mısır ve Tunus’ta da önderlik boşluğunu İslamcıların doldurması açısından durum benzerlik taşımaktadır. Komünistler kendi görevlerini layıkıyla yerine getirmedikleri ya da getiremedikleri sürece, ayağa kalkan halk kitleleri eninde sonunda, kendilerine yol gösteren ve bu doğrultuda inandırıcı bir örgütsel güce sahip olan önderliklerin peşine takılacaklardır. Doğa gibi, devrimci durumlar da boşluk tanımıyor. Komünistler önderlik etme vasfına sahip değillerse, kitleler İslamcıların peşine de takılırlar, emperyalistlerin her türlü manipülasyonuna açık hale de gelirler.
Ortadoğu’da sosyalist güçler yıllar boyunca anti-emperyalizm adına kendi burjuvazilerinin peşine takılmış, bu doğrultudaki Bonapartist rejimlerin payandası haline gelebilmişlerdir. Bu ihanet çizgisi, Mısır’da Nasır döneminde apaçıktı, düne kadar Libya’da yürürlükteydi ve bugün halen Suriye’de açıkça sürmektedir. Bu milliyetçi-devletçi yozlaşma içerisinde sosyalist sıfatlı güçler kitlelerden uzaklaşmış ve giderek yok olmuşlardır. Böylelikle emekçi yığınların içinde bulunduğu sefalet koşulları İslamcı hareketler tarafından suiistimal edilebilmiş, çeşitli dayanışma ağları aracılığıyla İslamcı hareketler kendilerini yoksulların derdine deva olarak sunabilmiş ve kitlelerde boş hayaller yaratabilmişlerdir. Benzer süreçlerin Türkiye’de de yaşandığını ve 90’lı yıllardan itibaren İslami söylemli hareketlerin bu temelde genişleyerek güç kazandığını biliyoruz. Lafla peynir gemisinin yürümeyeceği, kitlelere önderlik edebilmek için her şeyden önce, kitlelerin öncü unsurlarıyla sağlam bağlar kurmuş, deneyimli, kararlı ve yeterli sayıda kadroya ve etkin bir aygıta sahip bir örgütün olması gerektiği bir kez daha açığa çıkmaktadır. Doğru bir program, sağlam bir örgüt, isabetli politika ve taktikler olmadığı sürece kitleler nezdinde haklı hale gelmeye yetmiyor. İslamcılar, isyan başlamadan önce bu konularda diğer politik örgütlere göre daha avantajlı bir konuma sahiptiler. Gecikmeli, duraksamalı ve tereddütlü bir biçimde de olsa geniş kitleleri kendi peşlerine takabilmelerinin anahtarı da bu avantajlı konumlarıdır.
Mısır’daki seçimlerde oyların yüzde 47’sini kazanan Müslüman Kardeşler, on yıllardır ciddi bir örgütlenmeye ve geniş yığın bağlarına sahiplerdi. Başlarda pek gönülsüzce ve ağırdan alarak gösterilere katıldılar ama sonuçta en güçlü örgütsel varlığa sahip olarak hareketin kaderini belirledikleri gibi, kaçınılmaz olarak seçimlerin de galibi oldular. İslami sermayenin dünya kapitalizmiyle tam entegrasyonu ve İslamcı hareketin kapitalist temellerde çözülme eğilimini temsil eden Müslüman Kardeşler, seçim sürecinde Nur Partisi’yle rekabet içinde eski “radikal” söylemlerini tekrar parlatmak zorunda kalmış, son zamanlarda terk ettiği “Çözüm İslam’da” sloganına tekrar sarılmıştı. Yine de gerek emperyalist güçlere gerekse de askeri bürokrasiye verdiği sözlerden ötürü Müslüman Kardeşler’in Selefilerle işbirliği yapması beklenmiyor. Radikal ve tehlikeli olmadığını göstererek, ABD’nin olduğu kadar ordunun da kendi yoluna taş koymamasını sağlamak üzere Müslüman Kardeşler, geçtiğimiz yıl boyunca her belirgin sorunda orduyu destekleyen ya da onunla aralarını bozmayacak bir siyasal hat tutturdular. Ve açıkça geçtiğimiz Kasım ayı sonlarında yükselen ikinci dalgadan uzak durdular.
Kendiliğindenlik, bilinç ve örgütlülük
Devrimci durumlar ya da devrimler, bir kişinin, grubun ya da partinin iradi kararıyla başlatılabilecek süreçler değildirler. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı sarsan isyan dalgası, büyük toplumsal kabarışların, ayaklanmaların, devrimci durumların nesnel bir karakteri olduğunu, alttan alta uzun yıllar boyunca mayalanıp biriktiğini ve sonunda nereden ilk kıvılcımını alacağı pek de öngörülemeyen kendiliğinden hareketlerle ortaya çıktığını bir kez daha kanıtlamıştır. Mısır’da geçtiğimiz yılın 25 Ocağında patlak veren isyan dalgası, her ne kadar küçük bir grubun Tahrir Meydanında protesto çağrısıyla başlamış da olsa, ne bu grubun kendisi ne Mübarek rejimi ne de emperyalist devletler, bu çağrının anlamlı bir yanıt bulacağını düşünüyorlardı. Eylemin bir gün öncesinde çağrıyı haber yapan BBC’nin deneyimli Ortadoğu muhabiri, bu eyleme “her zamanki yüzlerden oluşan birkaç yüz kişiden fazlasının katılmayacağını” söylüyordu. Ertesi gün, bir milyondan fazla insan Tahrir’i doldurdu ve üç hafta boyunca oradan ayrılmadılar; geride yüzlerce ölü ve kayıp ile binlerce yaralı bıraktılar ama diktatörlüğü olmasa bile diktatörü devirmeyi başardılar.
Çarpıcı bir başka örneği de tarihten verelim. 1917 Ocak ayında tarihin gördüğü en devrimci partiyi inşa etmiş olan ve müthiş bir öngörü ve politik sezgi yeteneğine sahip bulunan Lenin, yurtdışında parti kadrolarına 1905 devrimi üzerine verdiği konferansta, Rus devriminin zaferini kendi kuşağının göremeyebileceğini söylüyordu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, Rusya’da devrim patlak verdi ve iki hafta içinde de Çarlık tarihe karıştı!
Devrimlerin ne zaman ve hangi kıvılcımla patlayacağını bilemiyoruz, ama eninde sonunda olacağını biliyoruz. Komünistler açısından meselenin bam teli de burasıdır. Devrimin tarihini önceden söyleyemesek de ona hazırlanmak zorundayız. Bu da her şeyden önce, devrime pratik ve politik olarak önderlik edebilecek yetenekte bir partinin, daha devrim patlak vermeden inşa edilmesini, sınıf mücadelesi içerisinde sınanıp pekişmesini, yeterli kadro ve deneyim birikimine ulaşmasını gerektiriyor. Tüm bunlar uzun yıllara yayılmış planlı ve sistemli bir hazırlık çalışmasının şart olduğu anlamına gelmektedir. İşçi sınıfının devrimci bilinç ve öz-örgütlülüğü yeterli olgunluğa ulaşmadıkça ve ona yol gösterecek böylesi bir parti var olmadıkça, devrimci durumların başarılı bir devrime dönüşmesi mümkün değildir. Böylesi bir partinin ancak devrim dönemlerinde kurulabileceği şeklindeki düşünceler baştan aşağıya yanlıştır. Hiç kuşku yok ki devrim dönemleri partinin hızla büyümesi ve güç kazanması anlamına gelecektir, ancak unutulmamalı ki bu büyüme hızı hiçbir zaman devrimin büyüme ve olayların gerçekleşme hızına yetişemeyecektir. Dünyaya gözlerini kitleler ayağa kalktığında açan bir partinin, gerekli deneyim ve donanımdan yoksun olması nedeniyle o kitlelere önderlik etme şansı bulunmayacaktır.
Bugün yaşananlar, Leninist anlayışın bu temel ilkesini acı bir şekilde kanıtlamaktadır. Tunus’ta da Mısır’da da emekçi kitleler milyonlarla ayağa kalktılar. Ama ne bağımsız ve militan öz-örgütlülüklere sahiptiler ne de devrimci komünist bir partiye. Sınıf hareketi o günden bugüne ivme kazanarak gelişmeye devam ediyor. Her iki ülkede de, ama özellikle Mısır’da, bağımsız sendikal örgütlülükler hızla oluştu ve yaygınlaşarak güç kazandı. Geçtiğimiz yaz aylarından itibaren özellikle Mısır’da yüzbinlerin katıldığı grevler örgütlendi ve kazanımlar da elde edildi. Bu eylemlilikleri takiben, Kasım ayında ikinci bir isyan dalgası da patlak verdi. Bugün sınıf hareketi devam ediyor ama sendikal mücadele sınırlarına hapsolmuş durumda. Devrimci sınıf hareketinin politika sahnesinde bir karşılığı ya da en azından güçlü bir karşılığı bulunmuyor. Mübarek’in devrilmesinin ardından yeni sosyalist grupların oluştuğunu biliyoruz, ne var ki, güçsüzlük ve kafa karışıklığı harekete damgasını basıyor. Bu gruplardan biri olan ve yeni kurulan Demokratik İşçi Partisi seçimleri boykot etmiş, onun bölünmesiyle ortaya çıkan “Devrim Sürüyor Koalisyonu” ise seçimlerin ilk turunda ancak yüzde 4 gibi bir oy alabilmiş ve sonraki turda yüzde 1’e düşmüştür.
Kavga sürüyor
Mısır’da da Tunus’ta da İslamcı önderliklerin peşine takılan kitleler büyük yanılsamalar içerisindeler. İsyan dalgası diktatörleri devirdi ama diktatörlükler olduğu yerde duruyor. Mısır’dan daha ileri giden Tunus’ta siyasal özgürlüklerin kullanımında fiilen ileri bir adım atılmışsa da, bıraktık toplumsal düzende bir değişikliği, siyasal rejimde bile gerçek bir dönüşüm halen sağlanmış değildir. Mısır’da durum daha da vahimdir. Başta Mübarek olmak üzere, ayaklanmaya taviz olarak gözden çıkarılan birkaç eski kodaman dışında, rejim hem tüm kurumlarıyla hem de aynı kadrolarla varlığını sürdürüyor. Mısırlı bir genç emekçi şunları söylüyor: “Siyasi planda hedeflerin hiçbiri şu ana kadar gerçekleştirilemedi. Aynı rejim hâlâ yönetimde. Aynı işadamları, aynı kamu şefleri, aynı kuruluşlar hiç değişmeden yerlerinde duruyor.” Kitlelerin ekonomik ve sosyal taleplerinin ise kıyısına dahi yaklaşılmamış durumda. Daha da önemlisi, kitlelerde, talepleri doğrultusunda kalıcı bir dönüşüm sağlamak için iktisadi-toplumsal sistemin ve siyasal rejimin köklerine devrimci darbeler indirmek gerektiği bilinci henüz daha tohum halindedir.
Hal böyleyken, yaşanan süreci devrim olarak nitelendirmek mümkün değildir. Bir yıl önce yaptığımız şu değerlendirmelerin doğruluğu ortaya çıkmıştır: “Burjuva medya küresel ölçekte devrim kavramının sulandırılması için uğraş verirken, ne yazık ki, sosyalist solda da bu değirmene su taşıyanlar var. Söz konusu sosyalistler de kitle ayaklanmalarına hemen devrim payesini verdiler. Elbette onlar burjuva medya gibi devrim kavramını ayağa düşürmek için bunu yapmıyorlar. Ama işçi sınıfı üzerinde, sosyalist ideallere sempati duyan gençler üzerinde etkili oldukları ölçüde olumsuz bir işlev görüyorlar. Çünkü bilinç ve örgütlülük unsurunun önemini tümüyle unutturacak tarzda kendiliğindenliği övmek, olmadık yere her kitle kalkışmasına devrim payesi vermek, son tahlilde ya hayal kırıklığını ya da giderek bir kayıtsızlığı besler. Bu kadar çok devrim olup da somut hayatta bu kavramın çağrıştırdığı nitelikte pek fazla değişiklik olmayınca, kendiliğinden ortaya çıkan sonuç devrim kavramının ağırlığını yitirmesi olmaktadır. … Sosyalistlerin kitle kalkışmalarının önemini ortaya koymak ve bunların devrim yolunda ilerletilmesi uğruna mücadele vermek için her kalkışmaya devrim demelerine ihtiyaçları yoktur. Lenin, kendiliğindenliğe övgüler düzmeyi bırakın, bunun yerine kendiliğinden hareket geliştikçe daha da büyüyen görevlerimize odaklanın öğüdünü veriyordu.” (Levent Toprak, Kitle Ayaklanmalarında İlk Evre Tamamlanırken, MT, Mart 2011)
Gelinen nokta kitleler açısından tatmin edici olmaktan çok uzaktır. En geniş kitleler, bir beklenti içerisindeler. Ama biz biliyoruz ki, kitleleri meydanlara sürükleyen ekonomik ve sosyal sorunların hiçbiri İslamcı olanlar dahil burjuva iktidarlar tarafından çözülemez. Bu sorunlar doğrudan dünya kriziyle bağlantılı ve kapitalizmden kaynaklanan sorunlardır. Daha şimdiden işsizlik oranları azalmak şöyle dursun, varolan belirsizlik ortamı nedeniyle yatırımların azalmasından ötürü daha da artmıştır.
İslamcı önderlikler bir taraftan ulusal düzeydeki egemen güçlere ve diğer taraftan da emperyalist güçlere kendilerini kabul ettirme kaygısıyla alabildiğine uzlaşmacı bir çizgi tutturmaya, kazları ürkütmemeye ve açılan ikbal kapılarını heba etmemeye uğraşıyorlar. Bundan başka bir yol izlemeleri de mümkün değildir. Ama bu tutum onları giderek kendi örgütlü tabanlarından da, etkiledikleri emekçi kesimlerden de uzaklaştıracaktır ve daha şimdiden bunun belirtileri ortaya çıkmıştır. Mısır’da güz aylarında patlak veren ikinci dalgaya katılmamışlar, grev eylemlerini açıkça desteklememişlerdir. Bu tutumların özellikle gençlik tabanında önemli kopuşların yaşanmasına yol açtığı söyleniyor. İslamcı partiler iktidara yaklaştıkça, emekçi kitlelerden daha çok uzaklaşacaklardır. Bunun hayal kırıklıklarını ve öfkeyi arttıracağını öngörmek zor değil.
Süreç şimdilik zayıflamış da olsa, iniş ve çıkışlarla devam ediyor. Çok büyük bir sarsıntı yaşanmıştır, o sarsıntının artçılarının da olması kaçınılmazdır. Ama dahası kitlelerin enerjisi halen tümüyle tükenmiş değildir; kapitalizm kitleleri sıkıştırmaya ve enerjiyi biriktirmeye devam ediyor. “İkinci bir devrime ihtiyacımız var” hissiyatı giderek belirginleşecektir. Ve kitleler aslında “birincisini” yapamadıklarını fark edip gereğini yerine getirdiklerinde, eğer komünistler de üzerlerine düşen görevleri başarabilirlerse, kurtuluşa giden yol açılmış olacaktır.
link: Oktay Baran, Arap Halklarının İsyanından Dersler, Şubat 2012, https://marksist.net/node/2944
Nijerya’da İsyan
Sosyalizm Asıl Şimdi /2