Sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi, özgür bir toplum uğruna mücadelenin tarihi daima inişli çıkışlı olmuştur. Bu mücadelenin ilhamını, amaçlarını, yol ve yöntemlerini ifade eden sosyalist düşünceler de belli dönemlerde rağbet görürken belli dönemlerde gözden düşmüşlerdir. 80’li yıllarda ve özellikle de 90’lı yıllarda işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalist fikirlerin yaşadığı gerileme ise modern sosyalist düşüncenin tarihindeki en büyük geriye savrulma anlamına gelmiştir. Bu dönemde adeta yerden yere vurulan sosyalizm düşüncesi, çoğu kez bilinçli olarak Stalinist diktatörlüklerle bir tutulup bir entelektüel engizisyona maruz bırakıldı. Bu ideolojik haçlı seferiyle kapitalist düzenin efendileri, çöken Stalinizm ucubesini gösterip, asıl can düşmanı belledikleri sosyalist düşünce ve idealleri insanlığın kolektif hafızasından kazımak, onu bir daha dirilmemecesine toprağa gömmek istiyorlardı.
İşçi sınıfının büyük bir ricat içinde olması dolayısıyla, doğrusu egemenler bu menzilde epeyce yol katettiler. Oluşan yeni iklimde ağır bir manevi baskıya maruz kalan sosyalistler arasında davadan dönme, mücadele kaçkınlığı ve moral bozukluğu gibi olgular yaygın bir durum olarak ortaya çıktı. Ortam bilumum döneğin cirit atmasına uygundu, bir bakıma gün onların günüydü. Bu zevat, düzenin kaşarlanmış ideoloji memurları ile birlikte anti-sosyalist haçlı seferinde safa girip sanatlarını icra etmeye koyuldular. Onların hizmetleri düzen için özel bir önem taşıyordu, zira onlar “içeriden” konuşuyorlardı.
Bu ideolojik saldırının unsurları olarak, kapitalizmin artık krizlerinden kurtulduğu, dünyada yeni bir barış ve refah döneminin açıldığı, savaş tehlikesinin ortadan kalktığı, işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin ve hatta tarihin sona erdiği gibi iddialar bolca işleniyor ve sosyalizm fikri de tarihin çöp tenekesine gönderilmek isteniyordu. Bu zorlu karanlık dönemde ancak çok az sayıda sosyalist, akıntıya karşı sağlıklı bir direnç geliştirebildi. Bir yandan yeni görünümleri içinde kapitalizmin insanlık için yıkıcı sonuçlar üreten doğasının değişmediğinin gösterilmesi, bir yandan da çöken şeyin tahlilinin yapılarak bunun Marksist anlamda sosyalizm ile ilgisinin olmadığının bilimsel temellerde ortaya konması gerekiyordu.
Öte yandan tüm mağrur ve ışıltılı görüntüsüne rağmen kapitalizm kriz, savaş ve yoksullaşma gibi temel yıkıcı sonuçlarını gözlerden saklanamaz biçimde er geç ortaya koyacak ve emekçi kitleler de belli bir noktada mutlaka mücadeleye yöneleceklerdi. Karanlık ne denli koyu olursa olsun tarihin yasası gereği sonsuz olamazdı.
Nitekim öyle de oldu. 20-25 yıl süren bu gerileme döneminin ardından kabaca 2000 yılı dönemecinden bu yana emekçi kitlelerin sömürücü ve baskıcı kapitalist düzenin yarattığı yıkıcı sonuçlara karşı yeniden mücadeleye yönelmeye başladığını görüyoruz. Bu anlamda isyan bayrağının yeniden kıpırdanmaya başladığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. 2000’li yıllara girildiğinden bu yana Latin Amerikalı emekçilerin mücadelelerinden tutun, Arap halklarının yaygın isyan dalgasına, Avrupa’daki yaygın grevlere, öğrenci mücadelelerine ve nihayet ABD’yi de içine alan küresel işgal hareketine kadar uzanan geniş bir hareketlilik söz konusu. Kapitalizmin işçi ve emekçileri sefalete ve çileye sürükleyen bunalımlı doğası can yakıcı biçimde belirginlik kazandığı ölçüde bu durumun devam edeceği aşikârdır.
Bu dönemin aynı zamanda tüm dünyada sosyalist düşüncelere, Marksizme yönelik yeni bir ilgi yaratmakta olduğuna şüphe yok. Bu sürecin henüz ilk aşamalarında olduğuna ve daha kat edilecek çok yol olduğuna da şüphe yok. Ancak her ne olursa olsun dünya çapında yeni bir tarihsel dönemin başladığı ve önümüzde yeni ve büyük bir sınıf mücadeleleri döneminin uzanmakta olduğu tartışmasızdır.
Eşitsiz gelişen ve genel olarak henüz erken bir aşamada olan bu yeni dalganın bilimsel sosyalist düşünceye doğru yükselmesinin önünde çeşitli sorunlar olduğunu biliyoruz. Bu sorunlardan birisi ise Stalinizmin yarattığı tahribat nedeniyle sosyalizm fikrinin geniş kitleler nezdinde yaşamış olduğu itibar ve meşruiyet kaybıdır. Bugün sıradan emekçinin gözünde sosyalizm başarısız olmuş, çökmüş bir sistem olarak görünmektedir. Emekçiler sosyalist fikirlerin gerçek özü kendilerine anlatıldığında genellikle bu fikirleri güzel ve soylu fikirler olarak kabul ediyorlar, ama “gerçekleşmesi imkânsız, nitekim SSCB yıkıldı” diyorlar. Bu her sosyalistin bildiği, tecrübe ettiği sıradan bir gerçek. O nedenle hem devrim fikrinin hem de sosyalizm fikrinin gerçek içeriğinin döne döne ön plana çıkarılması büyük bir önem taşıyor.
Son günlerde hanedanın lideri Kim Jong-il’in ölümü dolayısıyla Kuzey Kore’den yansıyan manzaralar bunu bir kez daha teyit etmektedir. Milyonların sergilemek zorunda bırakıldığı kitlesel ağlama ayinleri riya dolu bir traji-komedyadan başka bir şey değilken, bu tabloyu ortaya çıkaran bir düzenin sosyalizm olarak anılması, bir yanıyla alçakça, bir yanıyla kahredici bir haksızlıktır. Liberaller ve bilumum düzen yanlıları bu durumu ahlâksızca sömürmekte ve düzen namına buradan meşruiyet devşirmekte tereddüt etmemektedirler.
Ancak kapitalizmin yarattığı musibetlerin ağırlığı insanlığın üzerine dalga dalga çöktükçe, yıkım tablosunun korkunç boyutları ortaya çıktıkça ve kitleler de bu düzene tepki vermeye başladıkça, düzen ideologlarının mağrur havasının bozulduğunu, kapitalizmin artık değiştiği yolundaki kibirli safsatanın ve buna eşlik eden küstah tavırların sahnede daha az boy gösterdiğini görüyoruz.
Taraf gazetesinde sosyalizm tartışması
Hal böyleyken şimdilerde Taraf gazetesi sütunlarında bir sosyalizm tartışması patlak vermiş bulunuyor. Geçmişin hızlı Maocu “sosyalistlerinden” Halil Berktay, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle komünizmin tarihsel olarak bittiğini, çökenin sosyalizmin karikatürü değil ta kendisi olduğunu, bir daha başka sosyalizm olmayacağını, insanlığın özgürlük ve sosyal adalet gibi ideallerinin bu kadar komple ve katastrofik bir çöküşten sonra artık bu ad ve kavramlarla ete kemiğe büründürülemeyeceğini ileri sürdü. (Taraf, Solun Hayal Perdesi ve Reel Kürt Hareketi, 26.11.2011)
Kendisini hâlâ sosyalist olarak gördüğü için buna içerlemiş görünen Murat Belge, arkadaşına cevap yazarak “ben sosyalist olduğum günlerdeki ruh halimden fazla uzaklaşmak istemiyorum” dedi. Böylece Murat Belge, halen devam etmekte olan tartışma içinde başka birçok kelam etmiş olmakla birlikte, sosyalizmin tarihsel olarak bitip bitmediği sorununa, basit ve kararsızca ifade edilmiş bir kişisel ruh hali ve tercih sorunuymuş gibi yaklaşmış oldu.
Bu şekilde başlamış görünen tartışma, görebildiğimiz kadarıyla daha sonra Nabi Yağcı, Roni Margulies, Zülfü Dicleli, Erol Katırcıoğlu, Cemil Koçak, Hüseyin Ergün, Taha Akyol, Hadi Uluengin gibi isimlerin katılımıyla halen devam etmekte. Bunların yanı sıra TKP’nin haber portalı olan Sol Haber’de de bu tartışmaya ilişkin kısa bir-iki haber-yorum çıktığını ekleyelim. Tartışmada geçen her hususu burada ele almaya olanak olmadığı gibi, niyetimiz de bulunmuyor. Sadece bazı temel noktalara odaklanmak durumundayız. Bizim bundan muradımız, sosyalist duyarlılıkları genel olarak liberalizmin sığ sularına yöneltme işlevini görmeye aday iddiaların özünü ele almaktır. Biz tam da tarihsel işlevini görmek için elverişli bir dönemin açılmakta olduğu bir zamanda, Marksizmi ve Marksist sosyalizm anlayışını hedef alan argümanlarla hesaplaşmanın anlamlı olduğunu düşünüyoruz.
Liberaller, Türkiye siyasetinde sosyalist solun bazı zaaflı yönleri nedeniyle boşluklar bıraktığı Kemalizm, vesayet sistemi, militarizm, demokrasi sorunu, din sorunu, soykırım sorunu gibi noktaların üzerine giderek kendilerine belli bir saygınlık devşirmiş durumdadırlar. Ancak liberal muhalefet içinde Marksist/sosyalist bir geçmişten gelen ve Marksizm soslu liberal fikirler ileri süren kesimin, genel olarak kapitalizm ve sosyalizm konularında sağa sola ders vermeye kalktığında devirdiği çamlara ve oynaması muhtemel olumsuz role sessiz kalmak düşünülemez. (Bu konuda bkz. Elif Çağlı, Liberal Demokratların Kapitalist Düşleri, www.marksist.com) Onlar dünyadaki yeni kriz ve yükselen mücadele dinamiği bağlamında mücadeleye atılabilecek duyarlı genç kuşakları sosyalizm konusunda iğdiş etme işlevini görüyorlar. Bizi asıl ilgilendiren nokta burasıdır.
Görünen odur ki, bu tartışmada Halil Berktay, Zülfü Dicleli ve Cemil Koçak gibi isimler sosyalizmin bittiği konusunda hemfikirler. Buna mukabil Nabi Yağcı ve Murat Belge ise pek kararlı olmayan biçimde buna karşı çıkıyor görünüyorlar, ama öte yandan genel olarak sosyalizmin değil de, “Leninizmin bittiğini” savunuyorlar. Hatta Murat Belge sosyalizm kavramından bile vazgeçmeye hazır. Ayrıca görünüşe göre işçi sınıfı konusunda da ya ümidi kesmişler ya da tereddütlüler. Roni Margulies tartışmada genel olarak devrimci Marksist görüşleri dillendiriyor olmakla birlikte, fazlasıyla uzlaşmacı bir üslup tutturuyor, fırsat buldukça muhataplarına barış çubuğu uzatıyor ve böylelikle devrimci argümanın gücünü düşürüyor, işlevsizleştiriyor.
Aslında Halil Berktay tartışmayı somut bir bağlamda ve bu çerçevede somut bir hedefle başlatıyor: Kürt hareketini terbiye etmek ve onu hükümetin politikalarını kabule zorlamak. O Kürt hareketi ile AKP arasındaki mücadelede Taraf’ın genel çizgisine uygun olarak safını Kürt hareketinin karşısında belirlemiş durumda. Bilindiği gibi Taraf son süreçte savaşın yeniden yükselmesinin ve sözümona yürümekte olan barış sürecinin berhava edilmesinin sorumlusunun Kürt hareketi olduğunu savunuyor ve bu çerçevede Kürt hareketine cepheden saldırıyor. Birkaçı hariç, Taraf yazarlarının yazılarında ulusal sorun bağlamında ezilenlerin şiddetiyle ezenlerin şiddeti arasında ayrım yapılamayacağı konusu sistematik biçimde işleniyor. Ama bu yanlış fikir savunulurken bile tutarlılık kaygısı güdülmeyerek asıl olarak Kürt ulusal hareketi suçlu konumuna koyuluyor.
İşte bu bağlamdan hareket eden Berktay, dostlarından bazılarının ezen ve ezilenin bir tutulamayacağı yönündeki yaklaşımlarına öfke kusup, bunun solculuktan kaynaklandığını söyleyerek sosyalizm tartışması başlatıyor: “bu düşünce sığlığı yüzündendir ki siyaseti de eski teorimizin gölgesinden çıkarıp yeni bir zemine oturtamadık. (…) bir «ideolojik çatı» sorunumuz sürüyor (…). Bunlar belki bir habitus diye tarif edilebilecek yaşam alışkanlıklarından ibaret kaldı. Öyle de olsa, ne demek, siyasete eski “ideolojik çatı” altından bakmak? Arka planda, ne kadar yok desek de silik bir «tarihin yönü» inancı; ne kadar vazgeçtik desek de zayıf bir «devrim» umudu ve «devrimcilik» iddiası hep mevcut.” (age)
İşte Berktay’a göre solculuktan kaynaklanan “tarihin yönü”, “devrimcilik” gibi iddialar nedeniyle, örneğin ezilenin, mağdurun şiddete başvurması gibi “kötülükler” mazur görülüyormuş. Demek ki devrim fikrinden, devrim umudundan, tarihin akışının bilimsel anlamda tespit edilebilir birtakım eğilimler ortaya koyabileceği fikrinden vs. kurtulmak gerekiyor. Bunlar bizi büyük felâketlere götürmüş ve o nedenle de artık sosyalizm mümkün değilmiş!
Berktay ruhunu düzene satıp ışıltılı kürsülerine kavuşanların ne ilki ne de sonuncusudur. O şimdi geçmişte yapılan hataların güya özeleştirisi kılığı altında, insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, zulümsüz bir toplum özlemine ve bu uğurda mücadeleye niyetlenenlere nefret kusuyor. Kaprisli bir üslupla inkâr etse de gerçek budur. Pek muhtemelen onu bu saldırıya yönelten bilinçaltı dürtü, bitti dediği şeyin şimdilerde yeniden hortlama ihtimalini sezinliyor olmasıdır. Kapitalizmin emekçi kitlelerin yaşamı açısından ifade ettiği sefalet ve zulmün şimdilerde gözlerden saklanamaz biçimde ortaya çıkmasından ve düzenin tarihsel bir bunalım içine sürüklenmekte oluşundan içsel bir rahatsızlık duyuyor. Kendisi tam ömrünün bütün gençlik yıllarını “sosyalizm (!)” yolunda heba ettikten sonra, olgunluk döneminde kapitalizmin ve liberalizmin erdemlerini keşfetmiş ve huzura ermek üzereyken şimdi kapitalizm su koyvermeye başlıyor. Talihsiz bir durum olduğu açık.
Tabii Berktay insanlığın ideallerine sahip çıkıyormuş gibi yapmaktan geri durmuyor. Güya, sadece bu ideallerin bir daha sosyalizm adı altında dirilemeyeceğini savunduğunu söylüyor. Yoksa idealler söz konusu olduğunda kendisine laf kondurtmuyor. Ancak bunun son derece samimiyetsiz bir tutum olduğunu görmek zor değil. Örneğin, İngiltere’de grev yapan kamu işçilerini ve Tahrir’de eylem yapan kitleleri örnek gösteren Margulies’i “ayaklanmacılık”la eleştirip burun kıvırıyor. Dünyada son dönemde görülen kitle eylemlerini küçümsediğini açıkça belli ediyor. Dahası Berktay derdinin sadece ilkesel olarak şiddet karşıtlığı olmadığını, genel olarak kitlelerin kendi talep ve özlemleri için sokağa dökülmesinden de pek hazzetmediğini açığa vuruyor. Oysa insanlığın “özgürlük ve sosyal adalet ideallerine” bağlı olduğunu söyleyen kişi, işçilerin İngiltere’de kendilerine yönelik saldırılar karşısında genel grev yapmasından ve Mısır’da Tahrir meydanında cesur biçimde diktatörlüğe karşı mücadele yürüten kitlelerin eyleminden ancak mutluluk ve heyecan duyardı. Ve bu durum onun ilgi ve odaklanma alanlarında da kendisini gösterirdi. Oysa pek idealist Berktay yolunu çoktan seçmiş ve bunu tartışmalı hale koyabilecek gelişmeleri yok saymayı tercih ediyor.
Aslında Taraf’ta böyle bir tartışmanın başlamış olmasının, bilumum liberalin bu tartışmaya hevesle dalmasının bir anlamı var. Daha evvel söylediğimiz gibi, kapitalizm tüm yıkıcı sonu ve görünümleriyle ve bu arada tarihte ilk kez olmak üzere bir ekolojik krizi de tetikleyerek, bir tarihsel bunalıma girmiş durumda. Bu yıkım nihayet kitleleri harekete geçirmeye başlamış ve egemenler ve dolayısıyla liberaller “acaba yine mi” diye korkuya kapılıyorlar. Bu durumda “hayır bir daha sosyalizm filan olamaz” fikrini tartışmaya açmaları onlar açısından gayet zamanlı bir hamle.
Ancak bu noktada sosyalistlere düşen görev bu ve benzeri tartışmalarda liberallerin gerçek güdülerini açığa vurmakla sınırlı değildir. Başta da belirttiğimiz gibi bu noktada temel görevlerden biri sosyalizmin gerçek içeriğinin ne olduğunu ve SSCB ve benzerlerinde çöken şeyin sosyalizm olmadığını ortaya koymaktır.
Sosyalizm nedir?
Sosyalist idealler özü itibarıyla sınıflı toplumların ortaya çıkmasından bu yana varlığını sürdüren ideallerdir. İnsanlık ilkel sınıfsız toplumdan çıktığından bu yana sınıf ayrımlarından doğan eşitsizliklere ve baskılara karşı daima bir biçimde tepki vermiş, eşitlikçi ve özgür bir toplum özlemini dile getirmiştir. Bunun izleri ta Sümer destanlarına kadar sürülebilir. Bu temelde, kolektivist bir anlayışa, mülk ortaklığına dayanan toplum tasavvurlarına ve kimi zaman da bu tasavvurları esas alan toplumsal hareketlere eskiçağdan beri rastlamaktayız. Örneğin ilk Hıristiyanlığın doğduğu dönemlerde benzer temellerde hareket eden birçok topluluğun olduğu ve esasen Hıristiyanlığın da ilk doğuşu itibariyle bu damarlardan birini temsil ettiği bilinmektedir. Bunların izleri İncil’de bile bulunmaktadır. Spartaküs’ün önderlik ettiği köle isyanında da bu fikirlere sahip unsurların yer aldığı bilinmektedir. Aynı olgu ortaçağa geldiğimizde de görülür. Bir yanda Avrupa’nın göbeğinde köylü isyanları dalgası içinde Thomas Münzer’leri, diğer yanda Osmanlı’da Şeyh Bedreddinleri görürüz. İrili ufaklı örneklerle bu listeyi uzatmak mümkündür, ama burada gerekli değildir.
Modern anlamıyla sosyalizmin tarihi ise Fransız Devrimi dönemine uzanır. İşin aslı modern çağa geçilirken yaşanan hemen tüm devrim süreçlerinde, İngiliz devriminden başlayarak, bu tür eğilimler gözlenir. Fransız devrimi sürecinde Babeuf’lerle şekillenmeye başlayan modern sosyalist düşünce ise yarım yüzyıl içinde zirvesi Marx olan bir gelişim süreci geçirir ve nihayet Marx ile tüm çağların sosyalist özlemleri modern çağa uygun gerçek bir bilimsel temele kavuşur. Zira kapitalizmle birlikte, artık sosyalist özlemlerin maddi önkoşulları da oluşmaya başlamıştır.
Bu kısa tarihsel özetten hemen çıkarılabilecek bir sonuç şudur: Sosyalizm düşüncesi binlerce yıllık geçmişiyle insanlık tarihinde topu topu 65 yıllık bir parantez olan Stalinist bürokratik diktatörlük tecrübesinden çok daha eski ve büyük gerçekliğe sahiptir. Stalinizm her ne kadar Marksizm ve sosyalizm kavramının ardına sığınarak büyük cürümlerini işlediyse de, bunun son tahlilde insanlığın derin özlemlerini ifade eden sosyalizm düşüncesini tümüyle yok edebileceğini düşünmek ancak bir miyopluk olabilir. Hele hele kapitalizmin bugün geldiği nokta sosyalist bir toplumu hem çok daha gerekli hem de çok daha mümkün kılıyorken.
Çok değişik kolları ve versiyonları olmakla beraber sosyalizm fikrinin genel olarak içerdiği en temel yönleri, eşitlikçi bir toplum arayışı ve böylesi bir toplum kurmanın mümkün olduğu, insanoğlunun böylesi bir toplum oluşturmaya yetenekli olduğu inancıdır. Sınıflı toplum olgusu ve onun son biçimi olarak kapitalizm varoldukça bundan doğan tüm toplumsal illetler varolmaya devam edecek ve insanlığın sosyalist özlemleri de varlık bulacaklardır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu fikirlerin rağbet görme düzeyi inişler çıkışlar sergilese de sınıflı toplum varoldukça yok olmaları olanaksızdır. Eğer kişi son tahlilde bilincin varlığı değil de varlığın bilinci belirlediğine inanıyorsa, o takdirde sosyalist özlemlerin ve fikirlerin tarihsel olarak bitmeyeceğini kavraması da zor olmayacaktır.
Berktay, yaşanan deneyimden sonra sosyalizm denen şeyin bir toplum tasavvuru olarak görülemeyeceğini, tarihsel gerçekliği (“reel sosyalizm”) neyse o olarak görülmesi gerektiğini savunmaktadır. Yani sosyalizmin uygulaması iddiasıyla tarihte karşımıza Stalinist bürokratik diktatörlükler çıkmışsa, Berktay’a göre sosyalizm denen şey artık o somut gerçekliktir. Dolayısıyla yaşanan sosyalizm değildi ya da sosyalizme uygun değildi türünden argümanları daha baştan yöntemsel olarak reddetmektedir. Özetle insanların kafasındaki tasavvura değil gerçekliğe bakarım denmektedir. Bu yaklaşım sadece Berktay’a ait olsaydı belki uğraşmaya değmezdi. Ancak Berktay burjuva ideologların nicedir işledikleri ve oldukça yaygın bir düşünceyi dillendirmektedir.
Berktay’ın bu savı büyük bir çarpıtma içermektedir. Zira bu savdan çıkan bir sonuç, tarihte büyük dönüm noktaları ve kırılmalar, bu kırılma noktalarından türeyen yol ayrımları, çatallanmaların olamayacağıdır. Berktay’a göre bu çatallanma noktalarında farklı tarihsel olasılık ve alternatif patikalar olamaz. Bunun doğal bir ürünü olarak da tarih hep galiplerin, egemenlerin tarihi olarak görülmelidir. Bunlara karşı verilen mücadelelerin, bunlar ne denli kapsamlı olursa olsun, hükmü harbiyesi yoktur. Onlar gerçeklik katına yükselememektedirler. Gerçeklik yalnızca iktidardır! Oysa örneğin, Marksizmin gerçek devrimci damarı tüm Sovyetler Birliği’nde yaşanan karşı-devrim sürecine kahramanca direnmiş ve canı pahasına mücadele etmiştir. Ve eğer bizler bugün Marksizmin canlı ışığına hâlâ ulaşabiliyorsak bunda onların can pahasına verdiği mücadelenin büyük katkısı vardır. Berktay’ın bakış açısı, onun başka bahislerde savunduğu fikirlerle bağdaşmama pahasına, tarihi adeta şaşmaz bir kaçınılmazlık, bir mukadderat olarak okuma anlamına gelmektedir. Marksizmin yaklaşımının böylesi bir idealizmle zerrece ilgisinin olmadığını uzun uzadıya anlatmaya kalkışmak sadece mürekkep israfı olur.
Berktay’ın bir başka çarpıtması da Marx’ta geçekliğin mihengine vurulabilecek bir sosyalizm tasavvuru namına pek bir şey olmadığı savıdır. Yani Berktay hem tasavvur halindeki toplum özlemini kıymetsiz görmekte hem de Marx’ı ayrıntılı bir şema bırakmamakla eleştirmektedir. Oysa Marx (ve Engels) gelecek sosyalist toplum üzerine ayrıntılı resimler çizmekten bilinçli biçimde kaçındılar. Onlar bunun bilimsel bir tutum olamayacağının mükemmelen farkındaydılar. Ancak, mevcut toplum içindeki temel eğilimlerin işaret ettiği kadarıyla geleceğin toplumunun nasıl bir şey olamayacağını ve en özsel, temel çizgileriyle hangi nitelikleri taşıyacağını ortaya koymaktan da geri durmadılar. Yani bilimsel çözümleme ve öngörünün izin verdiği kadarıyla gelecek toplumun niteliği sorununu açıkta bırakmadılar. Tam da bu yaklaşımın bir parçası olarak daha en başta “biz komünizmi geleceğe ilişkin bir reçete olarak değil, bizatihi bugünkü fiili hareket olarak görüyoruz” demişlerdi. Yani geleceğin toplumu bugünkü hareketin gelişimi içinden doğacak ve bu gelişim tarafından şekillendirilecekti. Yukarıda tartıştığımız hususların yanı sıra bir de bu noktadan baktığımızda “sosyalizm bitti” iddiasının sefilliği kendini gösterir.
link: Levent Toprak, Sosyalizm Asıl Şimdi, Ocak 2012, https://marksist.net/node/2916