Gezegenimiz üzerinde milyarlarca insan yaşadı, yaşıyor. Yerküre altı bin yıldır insanın insanı sömürdüğü düzenler görüyor. Milenyum denilen bu çağda ise bu düzenlerin en dehşetlisine tanık oluyoruz. İnsanlık çıldırmış gibi, üzerinde bir deli gömleği ile yönünü şaşırmış bir şekilde tarihte ilerliyor. Pek çok yerinde, hayatın sesleri değil, silah sesleri, bomba sesleri yükseliyor. Her türden silahla masum insanlara, kadın ve çocuklara ateş ediliyor. Ormanlar, denizler yok ediliyor. Toprak zehirleniyor. Dur durak bilmeden yükselen binalar beton ormanları gibi. Geri kalan canlılara yaşam alanı bırakılmıyor. Milyarlarca insan tokluğun ne olduğunu bilmeden yaşıyor. Bir yanda su kaynaklarına ulaşamadığı için susuzluktan ya da salgın hastalıklardan ölürken insanlar, öbür yanda havuzlu villaların, binlerce ton suyla sulanan golf sahalarının varlığı can yakıyor. Daha iyi bir yaşam için mücadele etme yolunu seçen insanlar cezalandırılıyor, meydanlarda coplanıyor, sürükleniyor, kurşunlanıyor. Yüksek “güvenlikli” hapishanelerde çürütülüyor. Dünyamız bu haliyle hiç de insana yakışan, güzel bir dünya değil.
Buna karşılık insanın doğayla ve diğer tüm canlılarla uyum içinde yaşadığı, üretimin kâr için değil ihtiyaçlar için yapıldığı, savaşların olmadığı bir dünya ne güzel olurdu. Çalışmanın bitmez tükenmez saatler boyunca bir işkenceye dönüşmediği, ya açlıktan ölmek ya da kölece çalışmak dışında seçeneklerimizin de olduğu bir dünya insana yakışmaz mıydı? İnsanlığın onurunu kaybetmediği, tüm güzelliklerin bütün insanlar tarafından paylaşılabildiği bir dünyayı özlemiyor muyuz hepimiz?
İşsizlik ve gelecek kaygısının anlamının bile bilinmediği, toplum için çalışmanın bir zevk haline dönüştüğü, alınterimizin bize daha fazla sömürü, sermaye sahiplerine daha fazla kâr ve sefahat üretmediği bir dünya nasıl olurdu acaba? Kaygı duymadan yaşadığımız ve ücretimizi üç kuruş yükseltmek için can bedelli mücadeleler vermek zorunda kalmadığımız bir dünya… Huzurlu ve uzun bir hayattan sonra ölüme vardığımız bir dünya… Hangi kara parçasının üzerinde yaşamak istersek yaşayabildiğimiz bir dünya… Gerçekten tüm insanların kardeşçe yaşadığı, kıskançlık, rekabet nedir bilmediği bir dünya çok güzel bir dünya olurdu.
Bu gerçeklerin farkında olan insan sayısı bugün oldukça az. Ama bu gerçeği görüp dünyayı değiştirmek için işçi sınıfının mücadele saflarına katılan insanların sayısı daha da az. O nedenle belki de işçi sınıfının devrimcileri tıpkı denizin dibindeki inci taneleri kadar kıymetlidir. İnci çok kıymetlidir. Çünkü çok az bulunur. Üstelik bir incinin oluşması istiridyenin yara almasıyla olur. İstiridye yara alır. Yarasını kapatmak için bir sıvı salgılamaya başlar. Sonra o sıvı giderek katılaşır, inci olur. Yara ne kadar büyükse inci de o kadar büyür. İşçi sınıfının devrimcileri dünyanın, doğanın ve tüm insanlığın acılarıyla yaralanmıştır. İnsanlığın yaraları kanadıkça, insanlığın kurtuluşuna duyulan tutkulu özlem bilinci berraklaştırır. Devrimcilerin bilinci de, yüreği de inci gibidir. İnci yarayı kapatır. Bilinç de öyle. Bireysel acılar yok olur. Onun yerini direnç alır.
Dünyayı değiştirme tutkusu, bu tutku için kavga vermek, insanoğlunun en büyük onurudur. Adnan Yücel bir şiirinde yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek sürdürülecek kavganın güzelliğinden bahseder. Bu kavganın sonunda ulaşılacak olan şey güzelliğin ta kendisidir çünkü.
“… aşk ile sevmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna…”
O güzellik uğruna dövüşmenin ne demek olduğunu bile bilmeyen milyarlarca insan olsa da, bu dövüşün orta yerinde yüreğinin ve bilincinin yumruklarını sömürü çarklarına indirmeye çalışan insanlar söyleyecektir son sözü. En zorlu mücadelelerde, en çetin koşullarda dövüşenlerdir onlar. Yalnız kalabilirler. Yürüdükleri yollarda en yakınlarını kaybedebilirler. Ayağı takılanları, tökezleyenleri, safları terk edenleri görebilirler. İhanete uğrayabilirler. Buna rağmen kilitlendikleri hedeflerinden ayırmazlar gözlerini. Arkalarına bakmadan atarlar adımlarını. Kilitlendikleri hedef öylesine görkemlidir ki onun yanında tüm bireysel acılar, zavallılıklar, küçük hesaplar yok olur.
Peki, neden yaşam bazılarını kurtlanmış bir elma gibi çürütürken bazılarını biler, acılarından inci gibi berrak bir bilinç yaratır? Bu sorunun cevabı esasında bu insanların sadece şu veya bu özelliği, şu veya bu yeteneği değildir. Bu sorunun cevabı tutkulu bir iradeyle insanlığın acılarının bitmesini ve o güzel dünyanın kurulmasını istemeleri ve bunun için çok çalışmalarıdır.
Başarılı bir sporcu bedenini sağlam tutabilmek için sistematik bir biçimde çalışır. Çok düzenli antrenman yapar. Gerekli besinleri almaya önem verir. Kendine hedefler belirler ve o hedeflere ulaşmak için sürekli bir çaba içine girer. Sakatlıklar yaşasa da, acı çekse de çalışmaktan vazgeçmez. Başarının, hedefinin bedeli neyse onu yerine getirir. Başarılı bir sanatçı da aynı yöntemleri kullanır. Sadece yeteneğine güvenirse ilerleyemeyeceğini bilir. Yaptığı yanlıştan döner ve daha iyisini arar. Tüm kaslarını sanatı için geliştirir. Hayata karşı ilgilidir. Hayatın her alanı onun için ilginçtir. Değişime inanır ve inandığını uygular. Tutkuyla emek verir eseri için.
Devrimci insanlar, bir sporcunun bedenini, dayanma gücünü, kondisyonunu, bir sanatçının yeteneğini, hayallerini, fikirlerini besleyip geliştirdiği gibi her daim besleyip geliştirirler bilinçlerini. İnançları bu sarsılmaz bilince yaslanır. Bilinçleri inançla zenginleşir.
İşte tam da bu nedenle yaşam ve yaşamın getirdiği her şey bazı insanları biler. Bu insanlar güçlü devrimcilerdir. Çünkü onlar tıpkı bedenini sağlam ve sarsılmaz tutan bir sporcu gibi hep antrenmanlı ve hazırlıklıdır. Hep ilerleyen bir sanatçı gibi disiplinli ve bilincini sağlam tutmak için derin bir çaba içindedir. Aslında bir yazarın dediği gibi, tutkularımız amaçlarına ulaşmaya çalışan yeteneklerimizdir. Bu yetenekler inancımızın ve bilincimizin derinliği kadar bir çabayla ortaya çıkar. Böyle devrimciler tutkuyla bağlıdırlar yeni bir dünya yaratma mücadelesine.
Disiplinli çalışmayı aksatan bir sporcunun bedeni hamlaşır, performansı geriler. Kendini yaşamla beslemeyen sanatçının eseri eksik kalır. Tıpkı bunun gibi her gününü mücadeleyle, sabırlı bir çabayla geçirmeyen devrimci pörsür. Zamanla bilinci geriler, inancını kaybeder. Eski günlerinden geriye bir şey kalmaz. Devrimci mücadelede saf tutanlar için tutkuyla çalışmanın, hedeflere tutkuyla yürümenin ve yaşama karşı ilgili ve uyanık olmanın önemi bu nedenle çok büyüktür.
Hiç kimse devrimci olarak doğmaz anasından. Kendisini eskinin karanlığından tüm gücüyle çekmeye çalışanlara aynı tutkuyla ellerini kenetlediğinde ise hayatı birden değişmeye başlar. “O güzellik uğruna” tutkuyla dövüşmeye girişir. Suyun kayaları eritmesi sürekli akmasındandır. Önümüzde eritilecek çok kayalar var. Yıkılıp geçilecek çok engeller var. Ulaşılacak çok büyük hedefler var. Bayrak yarışındaki bir ekip gibi çalışarak o hedeflere varmak mümkündür.
Akıntıya karşı kürek çekebilmek her babayiğidin harcı değildir elbette, bunu ancak harcı ateş ve terle karılanlar yapabilir. İddialarımıza yakışan bir azimle çalışmalıyız. Ter dökmekten kaçmamalıyız. Demiri tavına getiren ateştir. Tavında dövülerek şekil alan demir gibi kendimize şekil vermeliyiz. Zorlu sınavlara çektiğinde hayat bizi, eleştiri örsüyle dövülmek, ter akıtmak o sınavlardan başarıyla çıkmamızı sağlayacaktır.
Her yeni gün bizi yeni sınavlara çekecektir. Bunun bilinciyle, tutkuyla çalışmalıyız. Tutkumuz dünyayı değiştirmekse, tutkumuzun büyüklüğü kadar büyüktür dünyayı değiştirme yeteneğimiz.
link: Ezgi Şanlı, Tutkumuz Kadar Büyüktür Dünyayı Değiştirme Yeteneğimiz , Eylül 2011, https://marksist.net/node/2749
Alaattin Karadağ’ın Katilleri Hâlâ Serbest
Çanlar Avrupa Kapitalizmi İçin Çalıyor!