AKP hükümetinin 2009 Haziranında başlattığı Alevi Çalıştayları dizisi Ocak ayında sona erdi. Çalıştaylar sonrasında hazırlanan ön rapor başbakana sunuldu ve kamuoyuna da açıklandı. Ön rapor gerek Alevi toplumunun sol kesim ve örgütlerince gerekse de sol hareketin bütünü tarafından haklı tepkiler ve eleştirilerle karşılandı. Nitekim, gerek çalıştaylar sürecinin bütününe gerekse de ortaya çıkan ve son hali hükümetçe verilecek ön rapora baktığımızda, Alevi toplumunun sorunlarını çözmeye dönük ciddi, samimi ve demokrat bir tutumdan ziyade, Alevileri devletin dini aygıtına entegre etmeyi ve böylelikle de asimilasyonu hedefleyen bir tutumdan bahsetmek çok daha gerçekçi gözüküyor.
İşçi sınıfı, ezilen halklar ve emekçi kesimler karşısında aldığı tutum, genel çerçevesi itibarıyla diğer burjuva düzen partilerinden özde hiç de farklı olmamasına rağmen, AKP, kendi özel durumundan kaynaklı olarak, TC’nin kangrenleşmiş sorunları karşısında geleneksel devletçi-statükocu bir çizgi izlememektedir. Bunun yerine AKP, bir yandan, yıllardır paranoyak bir tabu haline gelmiş olmasına rağmen çözümü hiç de rejimi sarsmayacak kimi sorunlarda adım atan (1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi, Nazım Hikmet’in itibarının iadesi vb.), öte yandan ise mevcut vesayet rejimini gerçekten de zorlayan hususlarda çözüm vaatlerinde bulunan, çözeceği yanılsamasını üreten ama son tahlilde sorunun çözümüne dönük belirleyici somut adımlar atmaktan da uzak duran bir çizgi izlemektedir. Sorunu olduğu şekliyle değil de, kendi istediği şekilde tarif eden ve dolayısıyla göstermelik adımlar atan bir tutum sergilemektedir.
Geçtiğimiz yıl boyunca, AKP hükümeti birçok toplumsal-siyasal sorunda açılımlar yapacağını ve bu sorunları ancak kendisinin çözebileceğini ilan etmişti. Başta Kürt sorunu olmak üzere, Ermenistan’la ilişkiler ve Ermeni sorununun, Kıbrıs sorununun, Alevi sorununun, Romanların yaşadığı sorunların, gayrimüslimlerin sorunlarının vb. bir dizi çalıştaylar ve açılımlarla çözüleceği iddia edildi. Ama Türkiye’nin en acil ve en önemli sorunu olarak adlandırılan Kürt sorunu bağlamında dile getirilen sözde açılım sürecinin daha ilk adımlarında içine düştüğü aciz durum, AKP hükümetinin esas derdinin bu sorunlara “gerçek, kalıcı ve demokratik çözümler” üretmek olmadığını ve dahası bunu yapabilecek bir politik cesaret ve kararlılıktan da yoksun olduğunu gösterdi. Emperyalist savaşın alevlerinin harlanarak yayıldığı, militarizmin, anti-demokratik ve faşist eğilimlerin güçlendiği bir dünyada, geniş emekçi kitleler demokratik hak mücadelesini yükseltmediği, işçi sınıfı devrimci bir seferberliğe girişmediği ve böylelikle burjuva iktidarlar üzerinde muazzam bir basınç oluşturmadığı sürece, bu denli köklü, kangrenleşmiş ve griftleşmiş sorunlara burjuvazinin şu ya da bu kesiminin samimi ve ciddi çözümler üretebileceğini düşünmek liberal bir hayaldir. Alevi çalıştayları sonucunda varılan nokta bu tespiti bir kez daha doğrulamıştır.
Çıkmaz sokak
7. Alevi Çalıştayı sonrasında hazırlanan ön rapor, her şeyden önce bir “karşılıklı uzlaşma” belgesi olduğu şeklindeki bir aldatmacayı yansıtmaktadır. AKP hükümeti, Alevi sorununu, sorunun bizzat muhataplarıyla oturup müzakere ederek bir uzlaşmaya vardığı iddiasındadır, ama çalıştaylara Alevi örgütlerinin sınırlı bir kesimi katılmıştır. Bunların da esasen Alevilerin sağ kesimlerini, Alevi burjuvazisinin ve ileri gelenlerinin önemli bir bölümünü temsil ettiği bilinmektedir. Bu kesimlerin, Aleviliği resmileştirmek ve böylece düzenin sağlayacağı olanak ve arpalıklardan daha fazla yararlanmaktan öte bir dertlerinin olmadığını biliyoruz. Oysa Alevilerin daha ziyade emekçi kesimine dayanan ve son yıllarda düzenlenen mitinglerde yüzbinlerce Alevi emekçiyi harekete geçirmeyi başaran örgütlenmelerin talepleri bu çalıştaylarda dikkate alınmamıştır. Bu örgütler, söz konusu çalıştaylarla ulaşılan noktanın “Alevilerle mutabakat sağlandı” şeklinde lanse edilmesine karşı çıkmakta ve alınan kararların kendilerini bağlamadığını dile getirmekteler. Diğerleriyle kıyaslandığında daha ileri demokratik ve laiklik yanlısı talepler dile getiren bu kesimler, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, Diyanet İşleri Başkanlığının tasfiyesini, Alevi köylerine cami yapılmasına ve imam atanmasına son verilmesini, atanan imamların geri çekilmesini, cemevlerinin yasal bir güvenceye kavuşturulmasını, toplumsal yaşamda ayrımcı uygulamalara son verilmesini ve Madımak Otelinin müzeye dönüştürülmesini istiyorlar.
Alevilerin “eşit yurttaşlık ilkesi” temelinde ileri sürdüğü bu demokratik ve siyasal taleplerin çözüm alanı siyaset alanıdır ve bu noktada muhatap da devleti temsilen hükümettir. Oysa AKP hükümeti, Alevilerin karşısına Sünni ulemayı muhatap olarak çıkartarak, sorunu ilahiyat alanına transfer etmiş, sorun bir anlamda mezhepler arasında dinsel bir uzlaşma sağlama sorununa dönüştürülmüştür. Böylelikle Alevilerin talepleri Sünni ulemanın insafına ve onayına bırakılmıştır. AKP, sorunu Sünni ve Alevi kesimler arasındaki karşılıklı önyargıların ortadan kaldırılması, karşılıklı birbirini daha iyi tanıma ve geçimsizliğin sona erdirilmesi olarak takdim etmekte, adeta karı-koca geçimsizliğini gidererek onları uzlaştırmaya çalışan tarafsız hakem görüntüsü sergilemek istemektedir. Halbuki devlet ve onu temsilen hükümet, sorunun doğrudan ve tek muhatabıdır, tarafsız hakem olmadığı gibi, sorunun açıkça ezen-egemen tarafıdır. Sorun, karı-koca geçimsizliği değil, bunların yasalar karşısındaki eşitsiz konumudur. Sünniliğin devletin fiilen resmi dini olarak örgütlenmiş olması ve Alevilerin hem yasal çerçevede hem de fiilen baskı ve asimilasyona tâbi tutulması sorunudur.
Sorunu siyasal olmaktan ziyade teolojik bir zemine çekmeye çalışan AKP hükümeti ve Sünni ulema, el atmaya zerre kadar haklarının olmadığı bir konuyu da çalıştayların gündemine sokmuşlardır. Özellikle ilk toplantılarda Aleviliğin ne olup ne olmadığı, nasıl tanımlanması gerektiği yönünde tartışmalar yaşanmıştır. AKP hükümeti ve Sünni entelijensiya, Aleviliği İslam dini çerçevesinde ele alınması gereken farklı bir İslam yorumu olarak adlandırmakta ve bu yorumu resmi bir çerçeveye oturtmakta ısrarcıdır. Bu yorumun doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, burada çok temel iki sorun bulunmaktadır. Birincisi, başta hükümet olmak üzere hiçbir devlet kurumunun Aleviliğin ne olduğunu tanımlamaya hakkı ve yetkisi yoktur. Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden tümüyle ayrılması demek olduğuna göre, Aleviliğin din bağlamında nereye oturtulması gerektiği hususu devlet kurumlarının tasarrufunda olan bir konu değildir. İkincisi, Aleviliğin nasıl tanımlanacağı hususu, bizzat Aleviler arasında da tartışmalı olan bir konudur: Kimileri “Alevilik İslam dışıdır” derken, kimisi “Alevilik İslamın gerçek özüdür” demekte, kimileri “Alevilik bir dindir” derken, kimisi “bir mezhep”, kimisi de “bir felsefe, kültür, yaşayış tarzıdır” demektedir. Ne var ki, bu durum Alevilik hakkında Sünni ulemanın fetva verebileceği anlamına asla gelmiyor. Bir inancın ne olup olmadığına ancak o inanca sahip olanların karar verebileceği, demokratik yaklaşımın abecesidir. Bu konuda karar hakkı Alevilerden başka kimsede değildir.
Sürecin kendisi bu çok boyutlu yanlışlar zeminine oturduğundan, dağın fare doğuracağı daha baştan belliydi aslında. Ön raporda ifadesini bulan öneriler bu gerçeğin teyidi olmuş, Alevilerin demokratik-siyasal taleplerine dönük bir çözüm çıkmamıştır. Tersine ön rapor tüm bu taleplerin aslında neden olamayacağını gerekçelendirmektedir. Ön raporun çerçevesi, bugün Diyanet İşleri Başkanlığında, imam-hatip liselerinde, zorunlu din derslerinde cisimleşmiş ezen-egemen Sünni kurumlaşma tarafından belirlenmektedir. Gerek çalıştaya katılan Sünni ulema gerekse de AKP hükümeti bu egemen Sünni çerçevenin dokunulmaz olduğu noktasından hareket etmekte ve demokratik hakların sınırını da bu çerçevede görmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı sorunu
Ön raporda Diyanet İşleri Başkanlığına (DİB) “ihtiyaç olduğu” ve zaten Alevilerin de DİB’in kaldırılmasını talep etmedikleri söyleniyor. Rapor bu noktada apaçık şekilde yalan söylemektedir. Alevilerin büyük bir kesimi DİB’in kaldırılmasını istemekte, bunu yayınladıkları bildirilerde, düzenledikleri mitinglerde açıkça dile getirmektedirler. Hükümet ve Cem Vakfı, olmayan bir uzlaşmayı varmış gibi göstererek, kapatılması gereken bir kurumu daha da büyütmenin, daha da dallandırıp budaklandırmanın zeminini hazırlamaktadır. Aleviliği bir İslam yorumu olarak tanımladıktan sonra DİB’in “İslam'ın tüm yorumlarını da içine alacak şekilde orta ve uzun vadede özerk bir yapıya kavuşması gerektiği”nden bahsedilmektedir. Böylelikle Sünniliğin kamu olanaklarıyla finanse edilmesine dönük uygulamalar Alevilere de kırıntılar verilerek aklanmaya ve böylece devamı güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Dahası, bugüne kadar DİB aracılığıyla Sünni emekçileri denetim altında tutan, onların gözlerini bağlayan burjuvazi, bundan böyle Alevi emekçiler üzerinde de daha sıkı denetim olanaklarına kavuşmayı amaçlıyor. Bu durum hem Cem Vakfında temsil olunan Alevi burjuvazisinin, hem Kemalist rejimin savunucusu CHP’nin, hem de bir bütün olarak Türk burjuvazisinin çıkarınadır. Çalıştayda, “Diyanetin kaldırılmasının toplumsal huzuru ve dini birliği bozacağı” endişesinin dile getirilmesinin anlamı budur. Nitekim Alevi kitleler içerisindeki sınıfsal farklılaşma giderek çok daha belirgin ve belirleyici hale gelmekte ve bu durum Alevi burjuvazisinin Alevi emekçiler üzerindeki hegemonyasını sarsmaktadır. Son yıllarda Alevi emekçi kitleler arasında, Alevi burjuvazisinden ve Kemalist CHP’den bağımsız bir yol bulmaya dönük arayışların artması bunun göstergesidir.
Bu noktada DİB ucubesine ilişkin olarak tüm sorumluluğu AKP’ye yıkan görüşlere de prim verilmemesi gerektiğini hatırlatalım. DİB ucubesi, AKP hükümetinin değil Kemalist tek parti diktatörlüğünün bir mamulüdür! 3 Mart 1924’de halifelik ve şeyhülislamlık kaldırılmış ancak yerine DİB kurulmuş, din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim veren gayri resmi okullar kapatılıp resmi imam-hatip liseleri kurulmuş, din dersleri resmi devlet okullarında da zorunlu ders olarak verilmeye başlanmıştı. Kemalist devlet böylelikle din alanı üzerinde egemenlik ve denetim kurmayı, dini Kemalizmin hizmetine sunmayı hedefliyordu. Bu sistem bugün devam etmektedir ve yalnızca AKP değil, başta CHP olmak üzere tüm burjuva düzen partileri bu sistemin devamından yanadırlar. Biz Marksistlere gelince, bizler devletin din işlerinden tümüyle elini çekmesini, DİB’in ve onun müftülükler vb. gibi yerel resmi ayaklarının kaldırılmasını, imamların devlet memuru olmaktan çıkarılmasını, hutbe ve vaazların devlet tarafından belirlenmemesini, din işlerini egemenlik altına alıp düzenlemeye yarayan tüm resmi kurumların lağvedilmesini savunuyoruz. Din işleri tümüyle dini cemaatlere bırakılmalı, dini cemaatler ihtiyaç duydukları sivil dini örgütlenmeleri yerel ya da merkezi düzeyde özgürce oluşturabilmelidirler.
Zorunlu din dersi sorunu
Raporda, yürütülen çalışmalarda, “din öğretimine tüm vatandaşların ihtiyacı olduğunun teyit edildiği” söyleniyor. Bu anlayış Kemalist ucube laiklik anlayışının devamıdır. Dini eğitim/öğretimin bireyin ihtiyacı olup olmadığına devlet karar veremez, bu karar yalnızca bireylere aittir. Her vatandaşın illâki bir dine bağlı olması anlamına gelen bu yaklaşım asla kabul edilemez. Nüfus cüzdanlarındaki din hanesinin kaldırılmasına yönelik itirazlar ve “din vergisinin” gündeme getirilmesi bu kabul edilemez yaklaşımın bir uzantısıdır. Gerek hükümet, gerek Alevi burjuvazisi, gerekse de diğer düzen partileri ve kurumları, dünyanın her yerinde olduğu gibi bu ülkede de dini inanca sahip olmayan geniş kesimler olduğu gerçeğini görmezden geliyor, ateistlerin de demokratik hakları olduğunu unutmuş görünüyorlar.
Ön raporda, DİB sorununda olduğu gibi bu sorunda da sorunu çözücü değil daha da ağırlaştırıcı yaklaşımlar dillendirilmiştir. Gerek AİHM’nin gerekse de ulusal yargı organlarının din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması doğrultusundaki tüm kararlarına rağmen, hükümet zorunlu din dersi uygulamasına devam etmek istemektedir. Eğitim ve öğretim kavramları arasındaki farktan yararlanarak, din dersleri kaldırılmak şöyle dursun çeşitlendirilerek arttırılmak istenmektedir. Güya yalnızca bir dini ve mezhebi öne çıkartmayan, tüm dinlerin üstünde bir dille hazırlanmış, bilgi vermeyi ve öğretimi amaçlayan bir müfredatla “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi zorunlu olmaya devam edecektir. Öte yandan belli bir dini, mezhebi ve onun ibadetlerini vb. uygulamalı olarak öğretecek bir dini eğitim dersi de seçmeli ders olarak programa eklenecektir: “Bu durumda Alevi ve Sünni vatandaşlarımız kendi inanç ve ritüellerini eğitim esaslı olarak devletten alma olanağı bulabileceklerdir”. Bu tümüyle bir aldatmacadır, çünkü zaten mevcut zorunlu din dersi, kâğıt üzerinde, dinler üstü bir bilgi vermeyi amaçlamaktadır. Oysa herkes bilmektedir ki, uygulamada durum hiç de bu değildir, din derslerinde açıkça burjuvazinin çıkarlarıyla yoğrulmuş bir Sünni İslamın propagandası ve uygulamalı eğitimi yapılmaktadır.
Rapora göre, “zorunlu din dersleri, İlahiyat Fakültesi ya da Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği mezunu öğretmenlerce verilecek. Ancak Alevilerin isteğe bağlı derslerden yararlanabilmeleri için de Alevi öğretmenlerin sürece dâhil edilmeleri” sağlanacak. Bunun için İlahiyat Fakültelerinde Alevilik bölümlerinin, enstitülerinin vb. kurulması da düşünülüyor. Böylece, Alevilik de resmi bir biçime büründürülerek tek bir kalıba dökülmek istenmektedir. Devlet memuru haline getirilecek Alevilik eğitmenleri aracılığıyla Alevilik de devlet denetimine alınmış olacak, Alevi kitleler de çok daha kolayca devlet tarafından manipüle edilebilecektir. Diğer taraftan, çalıştaylarda Alevi dedelerinin “eğitimsizliğinden” ve “bilgisizliğinden” dem vurulmuş olmasının yanı sıra, rapordaki “Alevi toplumundaki rolleri bilinmekle beraber yasalar dedeliğin misyonunun sürdürülmesine izin vermemekte”dir saptaması, yalnızca Sünni önyargıları ve kendini beğenmişliği dışa vurmuyor. Bu yorumlar aynı zamanda resmi eğitim gereğine işaret ederek, Alevi dedelerinin yerine okullu ve maaşlı görevlileri geçirecek yeni bir asimilasyon sürecinin ipuçlarını veriyor.
İster zorunlu olsun ister seçmeli, devlete ait eğitim-öğretim kurumlarında, eğer o devlet laik bir devlet ise, din derslerine hiçbir biçim altında yer verilemez. Bu nedenle de biçim, içerik ve uygulaması nasıl olursa olsun din dersleri devlet okullarından tümüyle kaldırılmalıdır. Eğitim laik, demokratik, bilimsel ve anadilde olmalıdır. Dini yaşam üzerinde egemenlik kurmak ve dini kendi doğrudan egemenlik araçlarından biri haline getirmek isteyen sözde laik Kemalist rejim, din eğitimini de kendi tekeline almış, devlete ait kurumlar dışındaki eğitimi yasaklayarak din dersini zorunlu hale getirmişti. Bugün CHP ve onun zihniyetindeki Kemalist statükocular bu uygulamayı halen savunmaktadırlar. Biz Marksistler, devlete ait öğretim kurumlarında ister seçmeli ister zorunlu olsun din dersinin tümüyle kaldırılmasını savunuyoruz. Buna paralel olarak, imam-hatip liselerinin de kapatılması gerekir. Bu liselerin birer meslek lisesi olduğu iddiası aldatmacadan ibarettir. İslam dininde kadınlar imamlık yapamadığı halde bu “meslek” liselerine kız öğrencilerin de kabul ediliyor olmasının yanı sıra bu okullarda imam olarak yetiştirilen öğrencilerin yüz binleri aşan sayısıyla Sünni cemaatin ihtiyaç duyduğu imam sayısı arasındaki devasa uçurum da bu aldatmacayı yeterince ortaya koymaktadır. Devlete kapıkulu olacak resmi imamlar yetiştirme zihniyeti tümüyle mahkûm edilmeli, imamlık devlet memurluğu olmaktan çıkartılmalıdır. Her cemaat kendisine din hizmeti verecek din adamlarını kendileri seçebilmeli, eğitebilmeli ve finanse etmelidir. Bizler Marksistler olarak, çocuklarına dini eğitim/öğretim aldırmak isteyen velilerin, bu ihtiyaçlarını, devletten tümüyle bağımsız olarak, bizzat cemaatler tarafından organize ve finanse edilen sivil kurumlarda kendi istedikleri gibi giderebilmelerini savunuruz. Tutarlı bir laiklik ve demokratlığın gereklerinden biridir bu.
Cemevlerinin durumu
Alevi çalıştayları sırasında en ateşli tartışmaların yaşandığı konu başlıklarından birinin cemevlerinin ibadethane sayılıp sayılmaması olduğu anlaşılıyor. Ön raporda, ibadethanelerle ilgili kanun maddesinin, “birer inanç ve erkân merkezi olarak değerlendirilen cemevleri de kanunlarda ibadethanelere tanınan bütün imkânlardan yararlanır” veya “cemevlerine de aynı imkânlar sağlanır” şeklinde yeniden düzenlenmesi öneriliyor. Bir başka deyişle, cemevleri birer ibadethane olarak kabul edilmiyor! Ama “ibadethanelere tanınan imkânlardan” yararlanırlar şeklindeki düzenleme aracılığıyla Cem Vakfında temsil olunan Alevi burjuvazisinin gönlü hoş edilmiş, daha doğrusu onlara da devlet bütçesinden yararlanma ve arpalıklardan faydalanma imkânı sağlanmış oluyor.
Önce Alevilik İslamın farklı yorumlarından birine indirgenerek DİB çatısı altına alınıyor, ardından da bir dinin iki ayrı ibadethanesi olamaz denilerek cemevleri “inanç ve erkân merkezi” olarak adlandırılıyor! Bir mekânın ibadethane olup olmadığına, o mekânı ibadet için kullanan milyonlarca insanın değil de, devletin ve hatta o inançta olmayan din adamlarının karar verdiği yepyeni bir garabetle karşı karşıyayız. Alevi-Bektaşi Federasyonu genel başkanı Balkız, bu garabete karşı, “Cemevleriyle ilgili tanımlamada, fikri dikkate alınan taraf Aleviler değil, Alevi olmayanlardır. Yani iktidar, yani devlet, yani Sünni ulema haddini aşarak Alevilerin ibadet yeri olan cemevlerinin niteliğine karar verme hakkını kendilerinde bulmaktadırlar. Ön rapor, bir asimilasyon belgesidir. Bu belgeyi olumlu bulanlar bizden değildir” derken yerden göğe haklıdır.
Kuşkusuz ki, Alevilerin “cemevleri ve Alevi dergâhlarının ibadet yeri olarak kabul edilmesi” şeklindeki talebi bunca yıldır eziyet altındaki bir topluluğun kendi ibadet merkezlerinin devlet baskıları karşısında devamlılığını ve güvence altına alınmasını ifade etmesi bağlamında yerinde ve haklı bir taleptir. Ancak, bu talep, devletin çeşitli biçimlerde camilere tanıdığı olanakların aynen cemevlerine de tanınması noktasına kadar ilerletildiğinde tutarsızlaşır. Nitekim ister cami olsun ister cemevi, bu tür ibadethanelere devletin bedava yer tahsis etmesi, elektrik-su-doğalgaz vb. gibi giderlerinin ücretsiz karşılanması, din görevlilerinin (ister imam olsun ister Alevi dedesi) devlet maaşına bağlanması gibi uygulamalar laiklikle bağdaşmazlar.
Bu noktada Marksistler, Sünnilere tanınan imkân ve ayrıcalıkların Alevilere de tanınmasını değil, bu tür uygulamaların ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, ister Sünni olsun ister Alevi, tüm dini topluluklar için derhal ortadan kaldırılmasını savunurlar. Tekrar belirtmek gerekir ki, laik bir devlet tüm dini cemaatlere eşit mesafede bulunmalı ve tüm dini cemaatleri kendi inanışlarıyla baş başa bırakmalıdır; dini eğitimden ibadetlere, ibadethanelerin kurulmasından din görevlilerinin finansmanına kadar dini yaşamı ilgilendiren tüm hususlar her yönüyle cemaatlere bırakılmalıdır. Lenin’in Hıristiyan kilisesi bağlamında dile getirdiği şu düşünceler, konuya Marksistlerin yaklaşımını gayet güzel anlatmaktadır: “Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. (…) Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir.” (Sosyalizm ve Din)
Entegrasyon aracılığıyla asimilasyon
Toparlayacak olursak… Her şeyden önce Alevi emekçilerinin mücadelesiyle Alevi sorununun gündeme gelmesi, hükümetin bu soruna el atmak zorunda kalması ve konunun geniş bir kamuoyu tarafından tartışılması kuşkusuz önemli bir adımdır. Ama ne yazık ki bu kadarıyla kalmıştır. Bu tartışma sürecinin, yalnızca Alevi sorununun çözüldüğü değil aynı zamanda TC rejiminin laiklikle bir ilişkisi olmadığının açığa çıkartıldığı ve laikliği çiğneyen tüm uygulamaların tasfiyesine doğru ilerlendiği bir sürece evrilmesi mümkün olabilirdi. Eğer ki, AKP hükümetinin bu yönde bir isteği ve siyasi iradesi olsa idi!
Ne var ki AKP hükümetinin bu soyut olasılığı hayata geçirmesini beklemek liberal hayallere kapılmak olurdu. Görülüyor ki AKP hükümeti, bu çürümüş burjuva rejimin çirkin yüzünü makyajla kapatmayı, sorunları çözermiş gibi yaparak sorunu yaşayan toplum kesimlerini kendi içerisinde ayrıştırmayı, bu kesimlerin mümkün olan en geniş kısımlarını bu aldatmacayla kendi yanına çekmeyi ve geri kalanlarını da marjinal sıfatıyla yaftalamayı hedeflemektedir. AKP, Alevi burjuvazisinin bir kesimini de yanına çekerek, başta CHP olmak üzere düzen partileriyle bağı zayıflayan Alevi emekçilere kendisini yeni bir seçenek olarak sunmak istemektedir. Alevi ileri gelenlerine sunulacak maddi manevi ayrıcalık ve rüşvetlerle bu kesimler Sünni devlet aygıtına entegre edilmek, onlar dolayımıyla Alevi emekçiler tam denetim altına alınmak ve daha yumuşak görünümlü yeni bir asimilasyon sürecinin önü açılmak istenmektedir.
Ama AKP’nin adımlarının basit bir oy avcılığından ibaret olduğunu ileri sürmek de pek doğru değildir, çünkü sorun bunun çok daha ötesindedir. AKP, bir yandan diğer burjuva kesimle girdiği iktidar mücadelesinde kendi siyasal konumunu pekiştirme ve toplumsal destek tabanını genişletmeyi arzularken bir yandan da emperyalistleşmiş Türk sermayesinin genel çıkarlarına daha iyi hizmet etmeyi hedeflemektedir. Nitekim AKP hükümeti emperyalist dünya hiyerarşisinde daha üst basamaklara tırmanabilmek için, ülke içindeki sorunları en azından hafifletmesi gerektiğinin farkındadır. Bu sorunlar burjuvazi tarafından kabul edilebilir, idare edilebilir bir düzeye indirilemediği sürece, emperyalistleşen Türk sermayesinin dış dünyada ataklara girişmesi, yeni alanlara açılması pek de mümkün değildir. Kendi kalesinin güvenliğini garanti altına almadan dış seferlere çıkmanın o kaleyi de tehlikeye atacağını bilen burjuvazi, ava giderken avlanma, paylaşımdan daha fazla pay isterken paylaşılan olma riskini azaltmak için emperyalist rakiplerinin kaşıyabileceği sorunları hafifletme gayretindedir. “Açılım sürecinin” dönüp dolaşıp “milli birlik projesi” olarak adlandırılmasının altında yatan burjuva kaygılar da bunlardır.
Tek çıkar yol
Bu ülkede yalnızca Aleviler değil, belli dönemlerle sınırlı olsa bile Sünni inanışlar da Kemalist uygulamaların gadrine uğramışlardır. Gerçekte bu baskılar, demokrasi ve onun bir alt başlığı olan laiklik mücadelesinin konusu olan sorunlardır. “Diğer taraftan kapitalizm çerçevesinde kalındığı sürece, tutarlı olsun veya olmasın demokrasi ve laiklik alanlarında atılacak kimi adımların, ya da Alevi örgütlerinin şu ya da bu somut taleplerinin yerine getirilmesinin hiçbir şekilde Alevi toplumunun esenliği için gerçek bir güvence olamayacağı unutulmamalıdır. Alevi işçi ve emekçileri bunun olabilirliğine inandırmaya çalışmak sahtekârlıktır. … Türkiye’de Alevilik de her zaman burjuvazi için potansiyel bir kışkırtma konusu olmaya devam edecektir. Hiçbir burjuva demokrasisi ilkel güdüleri kışkırtmaktan ve köklü önyargıları körüklemekten geri durmamıştır ve durmayacaktır da. İlkel güdülerin ve köklü önyargıların aşılmasının temel koşulu sınıflı toplum düzeninin ve sömürünün ortadan kaldırılmasıdır.” (Levent Toprak, Sivas Katliamı, Alevilik ve Laiklik Üzerine, MT, Temmuz 2006) Böyle bir topluma giden yolu açacak olan tek güç, aynı zamanda çağımızda demokrasi mücadelesinin de yegâne tutarlı sahibi olan devrimci işçi sınıfıdır. Özgürlük ve demokrasi isteyenlerin yeri de işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Başka bir yol yoktur.
· Alevilere yönelik katliam dosyaları yeniden açılsın, tüm sorumlular yargılansın!
· Madımak Otelinin geleceğine Alevi örgütleri karar versin!
· Alevilerin kurumları, ibadet mekânları, kılık kıyafetleri, sıfat ve unvanları üzerindeki tüm yasaklar ve fiili engellemeler kaldırılsın!
· Alevi köylerine cami yapılmasına ve imam atanmasına son, atanan imamlar geri çekilsin!
· Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülükler kaldırılsın!
· Dini kurumlara bütçeden ödenek ayırmaya ve her türlü devlet yardımına son! Din işleri bireylere ve cemaatlere bırakılsın!
· Din görevlileri cemaat tarafından seçilip, finanse edilsin! Kapıkulu imam yetiştirmeye ve istihdamına son!
· İmam-hatip liseleri kapatılsın! Din eğitimi cemaatlerin organizasyon ve finansmanına bırakılsın!
· Ne seçmeli ne zorunlu din eğitimi! Devlet okullarında din eğitim-öğretimine son! Laik, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitim!
· Türban yasağı her alanda ve her düzeyde kaldırılsın!
· Din ve inanç özgürlüğü tam olarak sağlansın, ateistler üzerindeki her türlü baskıya son!
link: Oktay Baran, Alevi Çalıştayları ve Laiklik Sorunu, 1 Mart 2010, https://marksist.net/node/2389
Mersin’de Newroz
Diyarbakır’da Newroz