Venezuela devlet başkanı Chavez’in uygulamaları solda geniş bir ilgiyle karşılanıyor. Venezuela’nın emekçi sınıfları, işçi sınıfına iktidarı gösterecek bir devrimci önderliğin yokluğu koşullarında düzenden rahatsızlıklarını Chavez’i iktidara taşıyarak göstermişlerdi. İktidar koltuğuna yerleştiği günden bu yana sürekli ABD’nin tehditleriyle ve darbe girişimleriyle uğraşan Chavez, halkın desteği sayesinde bunların üstesinden gelebilmişti. O günden bugüne Chavez’in öncülüğünde yapılan burjuva demokratik reformlar solun önemli ölçüde ilgisini çekti. Solun geneli tarafından bu reformlar, sosyalizm yolunda atılan önemli adımlar olarak nitelendirildiler. Oysa doğru bir bakış açısına sahip olunmadığı takdirde, kapitalist sistemi yerle bir edecek bir işçi devrimi yerine burjuva demokratik taleplerle sınırlı bir düzen içi değişim programı anlayışına bağlı kalınır.
Chavez’in reform programındaki maddelerden biri, 5000 hektardan büyük tarım arazilerinin devletleştirilmesinin öngörülmesi ve topraksız köylülere toprak dağıtılması idi ve bu halen devam ediyor (Zeynep Güneş’in Venezuela’da Neler Oluyor başlıklı yazısında Venezuela’da gerçekleştirilen reformlara ilişkin ayrıntılar mevcut). Bunun yanı sıra eğitim ve sağlık alanında da bazı adımlar atıldı. Bu reformlar, “Bolivarcı Devrim” yolunda kat edilen önemli bir mesafe olarak değerlendirilmiş ve sol cenahta coşkuyla karşılanmıştı.
Son olarak da 19 Ocakta ülkenin kâğıt üretimi sektöründeki en büyük üreticisi olan Venepal devletleştirildi. Chavez’in uygulamalarını heyecanla izleyen sol, bu uygulamayı da hemen sosyalist devrim yolunda atılmış önemli bir adım olarak niteledi. Venepal’in devletleştirilmesine varan süreci gözden geçirmek, olayın gerçek boyutlarını görmemize yardımcı olacaktır.
Venepal, ülkenin Moron kentinde bulunan, 1600 işçinin çalıştığı, kâğıt üretiminin yüzde 40’ına hâkim olan, Latin Amerika’nın bu sektördeki en büyük fabrikalarından biridir. Venepal’in sahipleri daha önce Chavez’e karşı örgütlenen darbe girişimlerinde rol oynamışlardı. 2003’teki darbe girişiminde patronlar işçileri üretimi durdurmaya ve greve çıkmaya zorlamışlardı. Fakat işçiler patronların bu tutumuna karşı çıkarak üretime devam ettiler. Planları tutmayan patronlar aynı yılın Eylül ayında işletmenin iflas ettiğini açıklayarak 600 işçiyi işten çıkardılar. İşletmenin bankalara ve devlete toplam 130 milyon dolar borcu vardı. İşçilerin geçmiş dönem alacakları da ödenmedi. Bunun üzerine işçiler fabrikayı işgal ettiler ve Chavez hükümetinin de desteğiyle üretimi devam ettirdiler. İşgal boyunca üretimin daha önce görülmemiş boyutlarda arttığı görüldü. 77 gün süren işgalin ardından işverenle devlet arasında varılan anlaşmayla işgal sona erdirildi, işçilere geçmiş dönem alacakları verildi, devlet de patronlara ucuz kredi vermeyi kabul etti. Fakat işten çıkarılanlar geri alınmadı ve üretime 400-600 işçiyle devam etme kararı alındı. Fabrika, devletten aldığı ucuz kredilerle düşük kapasiteli olarak üretimini sürdürmeye başlamıştı.
Patronların, Eylül ayında, Venepal’i çokuluslu bir kâğıt tekeline satmak üzere kapatmak istemeleri üzerine işçiler yeniden fabrikayı işgal ettiler. Venepal’i satın alacak olan tekel, üretimi Kolombiya’ya taşımayı planlıyordu. 16 Eylülde Venepal işçilerinden oluşan 100 kişilik bir temsilciler heyeti çalışma Bakanlığının önünde toplanarak işletmenin satışını protesto etmiş ve fabrikanın işçi denetimi ve yönetimi altında devletleştirilmesini talep etmişlerdi.
Bu süreç boyunca Ford, Pirelli, Coca-Cola, General Motors gibi pek çok fabrikada çalışan işçiler, Venepal işçilerini yalnız bırakmayarak onlarla dayanışmayı örgütlediler. çeşitli fabrikalardan bir araya gelen işçilerin düzenledikleri toplantıda “Venepal’in işçi yönetimi ve denetimi altında devletleştirilmesi” talebini içeren bir bildiri hazırlandı. 19 Ocakta Venepal devletleştirildi ve fabrika devletin ve işçilerin ortak yönetimine verildi.
Venezuela’da kitlelerin hareketliliği devam ediyor. Venepal’in devletleştirilmesi devam etmekte olan devrimci atmosferin ürünü. Bankaların ve büyük tekellerin devletleştirilmesi, fabrikalarda işçi denetimi ve yönetiminin sağlanması gibi talepler Venezuela işçi sınıfının geneli tarafından destek görüyor. Ancak burada işçi sınıfının kendi iktidar organlarını oluşturmamış olduğunu hatırlamak gerekiyor. Hayata geçirilen reformlar işçi sınıfının öz örgütlenmelerine değil, halen ordusu, polisi, cezaevi ve diğer tüm araçlarıyla mevcut burjuva devlet aygıtına dayanarak yapılmaktadır. Bu da reformların henüz gerçek bir güvencesi olmadığı anlamına geliyor.
Elbette özellikle Venepal’in devlet kontrolünde işçilere devredilmesi talep olarak işçi sınıfının bilincinin ilerletilmesi anlamında önem taşıyor. Fakat, talebin bir gerçekliğe dönüştüğü 19 Ocak tarihinden itibaren dikkate alınması gereken hususlar ihmal edildiği zaman, sosyalist çevrelerin büyük bölümü tarafından yapıldığı gibi, bu kazanım artık “sosyalist devrim”e doğru giden yolda atılan adımlardan biri olarak değerlendirilir. “Bolivarcı devrim” olarak adlandırılan dönüşümlerin geçişsel dönüşümler kapsamında ele alınması, bunların işçi sınıfının oluşturduğu bağımsız öz organlara dayanmaması nedeniyle doğru değildir. Aksi halde Chavez’in reformlarının arkasından sürüklenilir. Chavez’in de Latin Amerika’da halkın desteğini alarak iktidara yerleştikten sonra caudillocu diktatörlüklere dönüşen iktidar örneklerinden birini oluşturmayacağını kim söyleyebilir?
Venezuela’daki reform süreci kendi halinde ve Hugo Chavez’e kalması durumunda işçi sınıfının iktidarına dönüşmeyecektir. Reform süreci ne kadar ilerlerse ilerlesin Chavez yönetiminin, iktidarı kendiliğinden işçi sınıfına devretmeyeceği, devrimci durumu toplumsal bir devrime dönüştürmeyeceği yaşanan tarihsel deneyimler ışığında açıktır, Chavez’in temsil ettiği sınıfsal çıkarlar da buna izin vermeyecektir. Süreç, bu haliyle sınıfın devrimci önderliğinin yaratılamadığı koşullarda işçilerin iktidarıyla taçlanmayacaktır. Süreci işçi sınıfının çıkarları yönüne çevirecek ya da en azından yaşananlardan doğru dersler çıkarabilecek enternasyonalist komünist bir önderliğin eksikliği pek çok kez olduğu gibi bugün de etkisini yakıcı bir şekilde hissettiriyor.
Venepal ve devlet mülkiyeti
Venepal’in devletleştirilmesinin “sosyalist devrim” yolunda atılan önemli bir adım olarak değerlendirilmesi, sol hareket içinde devlet mülkiyeti ile kamu mülkiyeti kavramlarının, onlar lafta kabul etmeseler de, eş tutulmasından kaynaklanıyor. Bu karmaşaya neden olan şey, devletin sınıfsal tabiatından bağımsız olarak ele alınmasıdır. üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerinin neyi ifade ettiği, konu devlet mülkiyetine geldiğinde unutulmaktadır. Bu yaklaşım, biraz daha derine inildikçe, Marx’ın ortaya koyduğu biçimin çok uzağından, bir dönem Marx’ın ideolojik mücadele yürüttüğü Lassalle’ın devlet sosyalizmi anlayışından kan almaktadır. Bugün Küba’nın sosyalizmin son kalesi olarak görülmesinin arka planında da bu anlayış yatmaktadır. İşçi sınıfının iktidarda olmadığı koşullarda, devlet mülkiyeti işçi sınıfı açısından ileriye doğru bir adımı temsil edemez. Sonuç olarak, devlet mülkiyetine eğer ilerici bir misyon biçilecekse, devletin bizzat proletarya tarafından fethedilmiş olması ve doğrudan işçi sınıfının kendi öz örgütlenmelerine (yasama ve yürütme gücünü kendinde toplamış dinamik işçi meclisleri) dayanması gerekir. (Bkz. özgür Doğan, Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve özelleştirme)
Venezuela işçi sınıfı eski devlet aygıtının verdiği kırıntılarla avutuluyor, oysaki işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır deniliyorsa bunun karşılığı işçilerin kendi iktidar organlarına yaslanarak asalakların iktidarını alaşağı etmeleri olmalıdır, başkalarının bahşedeceği kırıntılar değil.
Yaşasın İşçi Devrimi!
link: İstanbul'dan MT okuru bir öğrenci, Venepal İşçilerin ve Devletin Ortak Yönetiminde, 16 Nisan 2005, https://marksist.net/node/220
Üniversite Sınavı ve İşçi çocukları
İşçi Hareketinden: Mart 2005