2009 1 Mayıs’ı geride kaldı. Dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca işçi sokaklara dökülürken, Türkiye’nin de dört bir köşesinde onlarca il ve ilçede on binlerin katılımıyla 1 Mayıs kutlamaları yapıldı. Ama her yıl olduğu gibi bu yıl da 1 Mayıs kutlamalarının odağında sınıf mücadelesinin başkenti olan İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamaları yer aldı. Son iki yıldır yaşanan Taksim bunalımı tekrarlandı ve bu yılın 1 Mayıs’ına da damgasını vurdu. Böylece işçi sınıfının mücadele gündemindeki birçok konu gibi, ülkenin diğer kentlerindeki birçok kutlama da gölgede kaldı. Taksim tartışması dolayısıyla 1 Mayıs öncesi oluşan belirsizlik havası da çeşitli bakımlardan işçi kitlelerin 1 Mayıs gösterilerine katılımını olumsuz yönde etkiledi.
Oysa işçi sınıfının çok yoğun bir mücadele gündemi var ve 1 Mayıs bu gündemi oluşturan hususların hem işçi sınıfına hem de genelde topluma mal edilmesi için bir fırsat oluşturmaktaydı. Kapitalizmin küresel ölçekte içine girdiği kriz nedeniyle burjuvazi işçi sınıfını hedef alan saldırılarını yoğunlaştırmış, dünya ölçeğinde on milyonlar işsizler ordusunun saflarına savrulmuş, Türkiye’de de krizin gitgide ağırlığını hissettirmeye başladığı son bir yıl içinde 1 milyon civarında işçi işten atılmıştır. Türkiye tarihindeki işsizlik oranları açısından son aylarda peş peşe tarihsel rekorlar kırılmaktadır. Açlık, sefalet, hak gaspları ayyuka çıkmış, sendikasız, sigortasız, esnek çalıştırma, taşeronlaştırma, işyerinde patron terörü tahammül sınırlarını zorlayacak boyutlara ulaşmıştır. Diğer taraftan işçi sınıfı mücadelesinin önündeki siyasal/sendikal yasak ve bariyerler hâlâ varlığını sürdürmekte, Kürt halkına yönelik saldırılar, baskı ve aşağılamalar da son günlerde özellikle artmaktadır.
Dolayısıyla sermayenin çok yönlü saldırıları sonucunda ağır bir yıkım tablosunun varlığı belirgin biçimde hissedilmektedir. Hâl böyleyken, bir yandan da, özellikle kriz bağlamında işçi kitlelerinde belirli bir kıpırdanma, çeşitli fabrika ve işyerlerinde grev ve direnişlerin sayısında, sendikalaşma teşebbüslerinde, mitinglere işçi katılımında ve canlılığında artış başlamıştır. Yıllardır emekçi kitlelerin gözünü boyamayı ve popülaritesini artırmayı beceren AKP de son seçimlerde işçi-emekçi tepkisiyle bir gerileme içine girmiştir. İşte bu koşullar altında yaklaşan 1 Mayıs gerçekten de bir fırsattı. Üstelik, birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs için doğru bir hazırlık yapılması ve doğru bir yaklaşım sergilenmesi durumunda, son dönemde bir dinamizm içinde olan Kürt emekçi kitlelerin de 1 Mayıs’a kitlesel katılımını sağlama imkânı vardı.
Bu çerçevede İstanbul’da son yılların en güçlü, en kitlesel 1 Mayıs’ının örgütlenmesi gerçekten de kuvvetle muhtemeldi. Dahası böylesi bir birleşik 1 Mayıs iradesinin makul bir süre önce oluşması halinde bunun tüm Türkiye’deki 1 Mayıs gösterilerine daha baştan olumlu bir itilim vereceği de aşikârdı. Dolayısıyla işçi hareketinin daha ileriye atılması yolunda önemli bir moral etki yaratacak, onun kendi kitlesel gücünü hissetmesine yardımcı olacak bir 1 Mayıs örgütlemek için oldukça elverişli bir ortam oluşmuştu.
Ama durum buyken, son iki yılın 1 Mayıs’ının bir anlamda heba olmasına yol açan Taksim tartışmaları yeniden uç verdi. Son iki yılda olduğu gibi, yine birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs örgütlenememesi riski bir kez daha ufukta görünmüştü. Bu nedenle enternasyonalist komünistler olarak devrimci uyarı görevimizi yaptık. Son 5 yılda üç kez ortaya çıkan bu duruma (2004, 2007, 2008) yönelik yaptığımız tüm değerlendirmeleri hatırlatarak aynı hataya düşülmemesi için çaba harcadık (Yaklaşan 1 Mayıs ve Devrimci Uyarı Görevimiz, MT, Nisan 2009). Şüphesiz işçi sınıfıyla ve sınıf gerçekliğiyle bağlarını koparmamış başka çevrelerden de benzer bir çaba gösterenler vardı. Ancak tüm bu çabalar, DİSK’e hâkim CHP çizgisini yoldan çevirmeye yetmedi ve fırsat bir kez daha heba edildi. Sonuçta, başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’de, olabilecek olandan çok daha zayıf bir işçi sınıfı tepkisi ortaya konabildi.
Bunun başlıca sorumluluğu, DİSK’i elinde tutan Çelebi ve şürekâsıdır. Bu kadro egemen sınıf içi çatışmada tutturduğu statükocu-Kemalist çizgiyi devam ettirmiştir. Daha önce DİSK üzerinden Rıdvan Budak’lar aracılığıyla yürütülen 28 Şubatçı hükümet devirme çizgisi, Çelebi ve şürekâsı tarafından devralınmış ve bu çizgi son yıllarda 1 Mayıslar vesilesiyle yürütülür olmuştur. Taksim bunalımı üzerinden aynı çizgi bu yıl da izlenmiştir. Taksim’i fethetmek üzere yola çıkmış havası yaratan Süleyman Çelebi vesayetindeki DİSK, peşinden sürüklediği çevreleri yarı yolda bırakıp, sonunda “makul” bir kalabalığın alana girmesi konusunda devlet güçleriyle pazarlıkta anlaşmıştır. Böylece, önemlice bir bölümü milletvekilleri, Avrupa’dan gelen parlamenterler ve sendikacılar, DİSK ve KESK’li sendikacılar, sendika temsilcilerinden oluşan 4-5 bin kişilik bir kitlenin Taksim’e çıkmasına izin verilmiştir. Çelebi izin verilen kitleyle birlikte protokol fatihi olarak Taksim’e yürürken, geride korteje katılmak isteyen diğer tüm kesimler devlet terörünün insafına terk edilmiştir.
Ama bu sonucun doğmasında tek sorumluluğun DİSK’te olduğunu söyleyemeyiz. Onun etrafında toplaşan KESK ve meslek odaları da bu sorumluluğa ortaktır. Ama devrimciler açısından üzüntü verici olan, sosyalist çevrelerin geniş bölümünün de bu oyuna bir kez daha gelmeleridir. Oysa oraya DİSK üyesi işçileri bile götürme zahmetine katlanmayan Çelebi ve şürekâsını bu oyunda yalnız bırakmak, doğru noktadan basınç uygulamak mümkündü.
Bu çevreler ortaya çıkan tabloyu geçen yıllarda olduğu gibi yine bir “zafer” olarak sunmaktadırlar (hatta bunu, “Taksim’i kazandık sıra devrimde!” demeye kadar vardıranlar var). Buna ciddiyetten yoksunluk demek doğrusu hafif kaçıyor. Krizin yarattığı ağır sonuçlardan mustarip ve tepki vermeye daha meyilli milyonlarca işçi-emekçi evinde oturup 1 Mayıs’a yabancı kalmıştır. İşçi sınıfının mücadele gündeminin işçi-emekçi kitlelere yansıtılamadığı, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünde bir ilerlemeye yol açmayan bu tablo nasıl oluyor da bir “zafer” tablosu olabiliyor? İşçi sınıfı hareketinin genel ilerleyişi açısından ortada bir “zafer” olmadığına göre, bu zafer neyin zaferi olabilir? Bu olsa olsa, bunca kapitalist gelişmeye, kente göç ve proleterleşmeye rağmen, Türkiye sol hareketinde hâlâ bu denli küçük-burjuva devrimcisi olarak kalabilme başarısını gösterenlerin “zaferi” olabilir!
Burada işçi sınıfını tümüyle unutmuş, kendine sevdalı bir siyasal eğilimin gerçekler dünyasından kopukluğu vardır. Bu tablo biz işçi sınıfı devrimcilerine bir kez daha, tüm proleterleşmeye rağmen bu toprakların ruhen bir küçük-burjuva denizi olduğunu göstermektedir. Bu hareketler ne yazık ki sosyalist ideallere şöyle ya da böyle ilgi duyan gençlere Bolşevikçe bir işçi sınıfı terbiyesi vermek yerine, onları işçi sınıfına demirlemek yerine, tam da onların doğal küçük-burjuvaca eğilimlerinin azmasına çanak tutuyorlar. Böyle olunca senenin bütününde işçi sınıfı içinde dişe dokunur bir şey yapmayıp 1 Mayıs’ta Taksim’e bir şekilde çıkmayı ve polise taş atmayı devrimcilik sayan bir anlayışla yüz yüze geliyoruz. Devlet güçlerine karşı savaşkan bir ruhla dolu olmak bir devrimci için elbette olmazsa olmazdır. Ama aslolan, savaşkan ruhu işçi sınıfının bilinçlenmesine, örgütlenmesine ve gerçek mücadelesini yükseltmeye sevk edebilmektir. İşçi sınıfı devrimciliğinin gereği budur, bu aynı zamanda istikrarlı bir devrimciliğin de yegâne yoludur.
İşçi sınıfını bilinçlendirme ve örgütleme çabası, sınıfın geride kalan bölüklerini sabırla ileri çekme çabası küçük-burjuva ruhlara fazla hitap etmez. 1 Mayıs öncesi yaptığımız uyarıda, daha 2004 yılı 1 Mayıs’ında belirginleşen bu duruma dikkat çektiğimiz satırları aktarmıştık: “İşçi sınıfının sendikal ve siyasal düzeydeki örgütlülüğünün tedirgin edici boyutlarda gerilediği dönemlerde, 1 Mayıs gibi anlamlı bir tarih bile olsa, sınıf hareketinden bir gün içinde devrimci bir nitelik sergileyecek bir sürpriz beklenemez. Bu türden tarihsel kesitlerde proletarya içinde yürütülmesi gereken örgütlenme çabası gerçek komünistler açısından bellidir. Leninist parti anlayışı, sınıfın öncü unsurlarının sağlam siyasal örgütlülüğünün sağlanması sayesinde kitlesinin de ileriye doğru harekete geçirilebileceğine işaret eder. Fakat çok açıktır ki bu tarz bir örgüt ve mücadele anlayışının içselleştirilebilmesi, ancak bu zahmetli işi bıkmadan usanmadan yürütmeyi becerebilecek niteliğe ve disipline sahip devrimci kadroların harcıdır. Kulağa ne denli hoş gelse de, devrimci bir eylemmiş gibi görünse de, sınıfın örgütlü mücadelesini ilerletmeye hizmet edemeyen devrimci söylemler ve eylemler son tahlilde kendi içine dönüp sönmeye mahkûmdur.” (age)
Aslında bir gerçeği burada hatırlatmakta yarar var. Türkiye’de 1 Mayısları yaratan ve bir gelenek haline gelmesini sağlayan da, Taksim’in bir sembol haline gelmesine yol açan 1 Mayıs 1977’yi yaratan da küçük-burjuva devrimciliği olmamıştır. Bugünkü küçük-burjuva devrimciliğinin o zamanki öncülleri, devrimci hareketin olağanüstü kitleselliğine rağmen, Türkiye’de kitlesel 1 Mayıs kutlamaları örgütlemeyi adeta akıllarına bile getirmemişlerdir. Bu işi yapanlar işçi sınıfı devrimciliğine yönelen sosyalistler ve onların içinde çalıştığı eski DİSK olmuştur. Bu unutulan gerçekleri küçük-burjuva sola da yeni DİSK’e de hatırlatmak zorunludur.
Hatırlanması gereken bir başka gerçek, eğer oyun oynamıyorsak, bugün “Taksim’i kazanma” sözünün asıl anlamının 1 Mayıs 1977’deki gibi örgütlü ve düzene korku salan bir işçi hareketini örgütlemek olduğudur. Başka her şeyi unutarak Taksim’i bir takıntıya dönüştürenlerin bu uğurda ne yaptıklarını sorgulamaya davet etmek de devrimci uyarı görevimizin bir parçasıdır. “Makul Taksim”i bir zafer olarak sunmak, ancak gerçek devrimci görevleri yerine getirmemenin üzerini afili bir şalla örtmektir. Elbette aynı hataların tekrar tekrar yapılması karşısında adeta sözün bittiği bir noktaya geliniyor. Ama biz yine de sözümüz divana kalsın misali devrimci sorumluluğumuzun gereğini yapmaya çalışıyoruz.
link: Marksist Tutum, 1 Mayıs 2009’un Ardından, 2 Mayıs 2009, https://marksist.net/node/2104
Viyana’da 1 Mayıs