Kapitalist kriz derinleştikçe bunun başlıca sonuçlarından biri olarak işsizlik sorunu da ağırlaşmakta ve buna karşı mücadele de yakıcı bir önem kazanmaktadır. Sınıf mücadelesinin diğer alanları ve konularında olduğu gibi bu alanda da doğru bir perspektife sahip olmak gerekiyor. Ama ne yazık ki bu konuda kafalar karışıktır. İşçi sınıfının yapısı ve kapsamı, devrimci potansiyelinin temelleri ve toplumsal devrimin yegâne lokomotifi oluşuna dair Marksist yaklaşımı hiçbir zaman kavrayamamış, içselleştirememiş ya da zaten kabul etmemiş kimi sol çevrelerin gerek “proletarya öldü” söylemini gerekse de 90’ların sonlarından itibaren özellikle Latin Amerika’da gelişen hareketlerin etkisiyle “yeni toplumsal dinamik” arayışlarını yoğunlaştırdıklarını görüyoruz. Bu arayışlar sonucunda keşfedilen ve işçi sınıfının diğer kesimlerinin aleyhine olarak göklere çıkarılan hareketlerden biri de “işsiz işçiler hareketi”dir.
Özellikle 2001 kriziyle birlikte Arjantin’de ortaya çıkan devrimci yükseliş içerisinde oynadığı rol bakımından işsiz işçiler hareketi birçok sol çevrenin abartılı değerlendirmelerine ve çarpıtmalarına temel oluşturmuştu. Bugün de krizle birlikte işsizler ordusunun kitlesel işten atılmalarla hayli kabarık sayılara ulaşması, bir kez daha böylesi bir hareketin imkânları ve sınırları hususunda bir tartışmayı alevlendirecek gibi görünmektedir. Bundan ötürü, Marksizmin işsizlere dair değerlendirmelerini ve bir işsiz işçiler hareketinin olanaklarına dair yaklaşımlarını hatırlamakta ve gerek Bolşeviklerin tarihsel deneyimine gerekse de güncel deneyimlere bu gözle bakmakta fayda var.
Marksizm ve işçi sınıfının işsiz kesimi
“İster doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni ilgilendirmemekte, işçi sınıfı işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadır. Kısacası, kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde, fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb. çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini (ki yaşlılar ve küçük çocuklar dışında çoğunluğuyla sınıfın gerçekten işsiz bölümünü oluştururlar!) hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz yüze gelmiş oluruz.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.86)
İşsiz bırakılmış bir emekçi nüfus yani bir yedek işçi ordusu üretmeyen bir kapitalizm düşünülemez. Kapitalist rekabet ve sermayenin merkezileşip yoğunlaşması, giderek daha çok makineleşmeyi ve dolayısıyla da gerek mutlak gerekse de oransal olarak giderek artan bir işsiz işçiler ordusunu yaratmaktadır. Bu durum, işçi sınıfını daha ilk elde, aktif işçi ordusu ve yedek işçi ordusu olarak ikiye böler. Ne var ki, “işçi sınıfının bu iki kesiminin kaderleri doğrudan doğruya birbirlerine bağlıdır ve birbirlerinin yaşam ve çalışma koşulları üzerinde etkide bulunur” (Elif Çağlı, age, s.80).
Son dönemlerde kimi sol çevreler ve solcu geçinen kimi akademisyenler, işsizlerin de işçi sınıfının bir parçası olarak ele alınması gerektiği gerçeğini daha yeni keşfederek, “Marksizmin işsizleri dışladığı, küçümsediği ve önemsemediği” vb. gibi son derece gayri ciddi iddialarda bulunuyorlar. Oysa işin doğrusu şudur ki, Marksizm daha en başından itibaren işsizleri işçi sınıfının bir parçası olarak ele almıştır. Gerek nesnel sınıfsal konumları itibarıyla gerekse de iktisadi-siyasi ve toplumsal çıkarları bakımından işsizler ordusu işçi sınıfının bir parçasıdır: “Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir.” (Elif Çağlı, age, s.80-81)
İşsizleri işçi sınıfının dışında bir kategori olarak ele almanın günahı Marksizme değil, reformizme ve Marksizm dışı akımlara aittir. Reformizm genelde işsizlerin örgütlenmesi işinden uzak durmuş, istikrarlı, ağırbaşlı, düzenle barışık işçi aristokrasisini kendine temel almayı sınıfsal mayasına daha uygun bulagelmiştir. Benzer şekilde sendikal bürokrasi de, örgütlenmesi zor olan, son derece sabırlı bir çabayı gerekli kılan ama buna rağmen aidat geliri anlamında pek de bir getirisi olmayan işsizlere hiçbir zaman ilgi göstermemiştir.
Lenin önderliğindeki Bolşevikler “partinin kitlelerle sağlam bağlar kurması, her şeyden önce, sendikalarla yakın ilişki demektir” anlayışını savunmuşlar, ama işçi hareketine bir bütün olarak yaklaşma ilkesinden asla kopmamışlardı. Bu anlayışla, reformistlerin ve sendika bürokrasisinin işsizler karşısındaki tutumunu kesin bir dille mahkûm ediyorlardı: “kapitalistler gittikçe büyüyen işsizler ordusundan, örgütlü işçiler üzerinde ücretleri düşürme yönünde bir baskı kurmak için yararlanırken, ödlek sosyal demokratlar, Bağımsızlar ve resmi sendika liderleri işsizlere alçakça sırtlarını dönmekte; onları devletin ve sendikaların insafına terk etmekte ve siyasal bakımdan lümpen proletarya olarak sınıflandırmaktadırlar. Komünistler, günümüz koşullarında işsizler ordusunun, muazzam öneme sahip devrimci bir faktör oluşturduğunu kesin bir biçimde kavramalı ve bu ordunun önderliğini üstlenmelidirler. … Komünist Parti, işsizlerle proleter öncüyü sosyalist devrim mücadelesinde birleştirerek, işsizler arasındaki daha devrimci ve sabırsız unsurların umutsuzluktan doğacak bireysel eylemlere girişmesini engelleyebilir. … Özetle, işsiz kitle, sanayinin yedek ordusundan, devrimin faal bir ordusuna dönüştürülebilir.” (Taktikler Üzerine, Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal –Belgeler– c.2, Maya Yay., s.119-120)
İşsiz işçilerin örgütlenmesinin nesnel zorlukları ve imkânları
“İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir.” (Elif Çağlı, age, s.135)
İşsizlerin oluşturduğu geniş işçi kitlelerinin taşıdığı düzen karşıtı yıkıcı potansiyeli politik açıdan değerlendirirken, iki sorunu birbirinden ayırt etmek gerekiyor. İşsizlerin, bir işçi devriminin gerçekleştirilmesinde oynayacakları rol sorunu ile, böylesi bir devrime önderlik edecek bir partinin inşa edilmesinde ne denli öncü bir rol üstelenebilecekleri sorunu birbirine karıştırılmamalıdır.
İşsizler de dâhil olmak üzere, işçi sınıfının en yoksul, “en ayrıcalıksız” ve en örgütsüz kesimleri arasında kapitalist sisteme karşı birikmiş bir öfkenin devrimci-yıkıcı bir potansiyel taşıdığı ve bu potansiyel harekete geçirilmediği sürece bir işçi devriminin mümkün olmadığı apaçık ve yadsınamaz bir gerçekliktir. Ancak bu gerçeklikten hareketle, bu kesimlerin devrimci komünist bir örgütlenmenin inşasında başı çekebilecek unsurlar olduğunu ileri sürmek son derece yanlış bir uca savrulmak anlamına gelir: “Sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin başını çekebilecek unsurlarla, sınıf hareketinin düzene karşı yönelebilecek kitlesel yıkıcı potansiyeli arasındaki ayrım da önemsiz değildir. … İşçi sınıfının işsiz kesiminin kapitalist düzen açısından bir tehlike kaynağı olduğu doğrudur. Ne var ki, sınıfın bu kesimi, içinde bulunduğu nesnel koşullar nedeniyle siyasal örgütlenmelerin başını çekmeye hiç de yatkın değildir.” (Elif Çağlı, age, s.81)
Bunun en temel nedeni, işsizlerin, “homojen bir bütün olmayıp, siyasi bakımdan önemli sonuçlara yol açacak şekilde kendi içinde farklı özelliklere sahip kesimlerden” oluşması gerçeğinde yatmaktadır. (Elif Çağlı, age, s.82)
Hiç kuşkusuz ki gerek nesnel konumlanışları ve içinden çıkıp geldikleri toplumsal-kültürel ortam gerekse de geçmiş deneyimleri açısından işsiz kesimlerin devrimci bir örgütlülüğe ve devrimci bir sınıf disiplinine yatkınlığı büyük farklılıklar göstermektedir. “Örneğin, daha önce büyük fabrika deneyiminden geçip işsiz kalmış olanlarla; küçük atölye deneyimine sahip işsizler; ya da kırsal kesimden göçüp ilk kez işçiliğe adım atmaya hazırlanan işsizler arasında önemli farklılıklar vardır. Katı bir kural olarak algılamamak koşuluyla, genelde birincilerin işçi sınıfını esas alan bir devrimci faaliyete, diğerlerinin küçük-burjuva popülizmine yatkınlık duyduğu söylenebilir. Öte yandan, büyük sanayi merkezlerine yığılmış işsizlerle, küçük yerleşim bölgelerindeki ve kırsal kesimdeki işsizler arasındaki ayrımlar da göz ardı edilemez. Keza, gözünü modern sanayi proletaryası arasında yer almaya dikmiş unsurlarla, kırsal kesimde egemen gerici düşüncelerin esaretinden kurtulamamış unsurlar arasındaki farklılıkların siyasi mücadeledeki yansımaları hiç de önemsiz değildir.” (Elif Çağlı, age, s.82)
Marksizmin işsiz işçilere dair bu yaklaşımları tarihsel örneklerle de defalarca kanıtlanmıştır. Tarihin gösterdiği gerçek şudur ki, bir işsiz işçiler örgütlenmesi, esas olarak büyük krizler ve toplumsal sarsıntılar döneminde ortaya çıkabilmekte, buna karşın, olağan dönemlerde de varlığını süreklileştirebilen istikrarlı bir hareket-örgütlenme yaratılamamaktadır. Bunun hiç kuşkusuz başta gelen nedeni, işsiz işçilerin son derece çeşitlilik arz eden yapısının yanı sıra muazzam dağınıklığıdır. İnsanlar arasındaki ilişkileri meta ilişkilerine indirgeyerek toplumu atomize olmuş bireyler yığınına dönüştüren kapitalizmin yıkıcı doğasının en fazla etkide bulunduğu kesim kuşkusuz işsiz yığınlardır. İşyerlerinde kendi sınıfdaşlarıyla kaçınılmaz olarak bir arada ortak bir kaderi paylaşan çalışan yığınların, bir sınıf olduklarının, çıkarlarının ortak olduğunun bilincine varması, bu temelde mücadeleye atılması ve böylelikle örgütlenme, disiplinli ve kolektif davranma yeteneğine kavuşması mümkünken, işsiz ve birbirinden yalıtık unsurların böylesi bir olanakları son derece kısıtlıdır. Tarihin kaydettiği işsiz işçi örgütlenmelerinin hepsinin büyük kriz dönemlerinde ve devrimci durumlarda ortaya çıkması ve istisnasız hepsinde başı çeken unsurların, daha önce büyük işyerlerinde çalışan, mücadele ve örgütlülük deneyimine sahip olan ve temel sınıf bilincini edinmiş işçilerden, özellikle de geniş çaplı bir lokavt ya da büyük bir tensikata uğramış sanayi işçilerinden oluşması, hem bu gerçekliği tersinden doğrulamakta hem de bir işsiz işçi hareketi için temel teşkil eden kesimin hangisi olduğu sorusuna yanıt oluşturmaktadır.
Tarihsel bir örnek: Bolşeviklerin işsizler örgütlenmesi
Rusya’da 1905 devrimi sürecinde gelişen grev dalgası Ekim ayında büyük bir genel greve dönüştüğünde, burjuvazi bu dalganın önünü kesmek ve devrimci işçilerden intikam almak amacıyla dev çaplı bir lokavta başvurmuştu. Devlete ait ya da özel tüm büyük fabrika ve işletmeler kapatılmış, işçiler sokağa atılmıştı. Kara Yüzler olarak adlandırılan çetelerin pogromları ise işçilerin silahlı öz savunma birliklerini kurmaları sayesinde püskürtülebilmiş ve işçi hareketi böylelikle moral bir bozgundan uzak durabilmişti. Lokavtın en yıkıcı etkisi kuşkusuz sanayinin merkezi olan St. Petersburg’da hissediliyordu. Devrimin başında bu büyük sanayi kentinde kurulan St. Petersburg İşçi Vekilleri Sovyeti, Bolşeviklerin önerisiyle, kentin tüm mahallelerinde şube açan bir işsizler komisyonu örgütlemişti. Gerek halen çalışmakta olan işçilerin ücretlerinden yapılan yüzde 1’lik kesinti gerekse de miting ve gösterilerde yardım kampanyalarının örgütlenmesi sayesinde işsizler komisyonu, işsizlere yardım amaçlı somut adımlar atma olanağına kavuşmuştu. İşçi mahallelerinde işçilerin yönetiminde aşevleri açmış, işten atılan işçilere çok düşük de olsa düzenli bir gelir sağlamış, kent meclisine (Duma) hem işçilere düzenli yiyecek tedarik etmesi hem de fonlarının işsizlere iş sağlanması için kullanılması doğrultusunda baskı yapmaya, gösteriler örgütlemeye girişmişti. Bolşevikler özellikle bu sonuncusuna vurgu yapıyorlardı. Meclis ve belediye yönetimleri, kamu işleri örgütlemeliydiler! Onların önerileri doğrultusunda aşevlerinde seçimler yapılmış ve böylelikle İşsizler Konseyi kurulmuştu.
İşsizler Konseyinin temel talebi kamu işlerinin örgütlenmesi, bu işlerde Konseye üye işçilerin çalıştırılması, aşevlerinin desteklenmesi ve yenilerinin açılması, evsiz kalmış işsizlere barınabilecekleri konutların sağlanması idi. Konsey, iki yıllık varlığı boyunca bu talepleri elde etmek için gösteriler ve mitinglerin yanı sıra doğrudan eylemlere de girişmiş ve sonunda bir takım kazanımlar da elde etmişti. Yapılan baskılara boyun eğmek zorunda kalan Meclisin bütçesinden İşsizler Konseyine aktarılan paralar, işsizlerin acil ihtiyaçlarını karşılamak için kullanıldığı gibi, zaman zaman greve çıkan fabrikalara destek amacıyla da kullanılıyordu! Bu kazanımları elde etmek için Meclis binasının basılması, işgali vb. eylemlerden de kaçınılmamıştı. Konseyin bu cüreti, meclisi basan işçi delegelerinden birinin sözlerinde ifadesini şöyle buluyordu: “Sizden hiçbir şey rica etmiyoruz, talep ediyoruz. Siz işsizleri görmemişsiniz, ben onlarla birlikte yaşıyorum. … Dediler ki, ‘git, Şehir Duması ve Şehir Meclis Üyeleriyle konuş! Eğer seni dinlemezlerse, bu sefer biz kendimiz gideceğiz ve boğazlarını sıkacağız!’” (akt: Sergey Malişev, Bolşevikler İşsizleri Nasıl Örgütledi, Maya Kitapları, s.31)
Bolşevikler bu süreç boyunca işsizleri çalışanlarla birlikte örgütleme ilkesine sıkı sıkıya sarılmışlardı. Lenin’in yol gösterici önerilerini takip eden Bolşevikler sayesinde İşsizler Konseyi, 30 işsiz ve 30 sanayi işçisinden oluşacak şekilde örgütlenmişti. Diğer bir önemli husus da yukarıda vurguladığımız gerçeği gözler önüne seriyor. İşsizler Konseyi, İşçi Vekilleri Sovyetinin bir uzantısı olarak, onun öncülüğü ve inisiyatifiyle kurulmuştu ve temelleri de önceki dönemde mücadelede en çok öne çıkan, en bilinçli ve en örgütlü durumdaki işçiler tarafından atılmıştı: “İşçi Vekilleri Sovyeti lokavt sonucu sokağa atılan on binlerce işçinin sorumluluğunu üstlendi. Fakat İşsizler Konseyi, kurulur kurulmaz hareketin sorumluluğunu üstüne aldı ve lokavttan etkilenen bütün işçileri konseye kazandı, onları üye olarak kaydetti. Kayıtlar ilginç bir gerçeği açığa çıkardı; lokavttan etkilenen işçilerin %54’ü metal işkolundan kalifiye işçiler, %18’i marangoz, doğramacı, duvarcı ve diğer vasıflı meslekler ve sadece %21’i vasıfsız kesimleri kapsıyordu! Bu tablo gösterdi ki, kavgada, çalışan sınıfın ön saflarında kim yer almışsa kapitalistler öfkelerini bu kesimler üzerine yöneltmişti.” (Sergey Malişev, age, s.18) Burjuvaziye karşı girişilen mücadelenin en ön saflarında yer alan büyük metal fabrikalarının işçileri, yalnızca patronların hışmına ilk uğrayanlar değil, aynı zamanda işsizler hareketini yaratan unsurlardı!
1905 Rus devrimi sürecinde İşsizler Konseyi farklı kentlerde de kurulmuş ancak kısa ömürlü olmuştu. Oysa büyük sanayinin merkezi durumundaki St. Petersburg’da bu örgüt iki yıl boyunca faaliyetine devam etmiş ve ancak devrimin kesin yenilgisinin ardından, askeri-polisiye baskı ve baskınlarla yok edilebilmişti. Bu örnek de göstermektedir ki, böylesi bir hareketin kaderi devrimci durumun gidişatına bağlı olduğu gibi, belli bir dönem boyunca süreklilik arz eden bir varlığa kavuşabilmesi bile, büyük sanayi temelinde gelişen örgütlü bir işçi hareketiyle sağlam bağlar kurabilmesiyle mümkün olmuştur.
Güncel bir örnek: Latin Amerika deneyimi
Latin Amerika’da kapitalistlerin 80’li yıllarla birlikte hızla devreye soktukları IMF güdümlü neo-liberal saldırı programı büyük bir toplumsal yıkıma ve kıtanın tüm ülkelerinde muazzam bir sefaletin, yoksulluğun ve işsizliğin patlak verişine yol açmıştı. Arjantin ve Brezilya gibi sanayileşmiş olanlar da dâhil olmak üzere kıtanın birçok ülkesinde yüzde 50’lere varan resmi yoksulluk ve yer yer yüzde 80’lere varan resmi işsizlikten bahsediliyor. 90’lı yılların sonlarından itibaren bu nesnel zemin neredeyse kıta ülkelerinin tamamında işçi hareketlerinin ve genel anlamda sol düşüncenin yükselişine ve devrimci durumların patlak vermesine yol açmıştır. Bu yükseliş bugün önemli ölçüde hız kesmiş ve devrimci durum genelde sonlanmış olsa bile, yükselişin işçi sınıfının psikolojisinde, örgütlülük ve bilinç düzeyinde yarattığı olumlu etki halen son bulmuş değildir.
İster Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Bolivya’da ortaya çıkan “işgal edilmiş fabrikalar hareketine”[1] bakalım, ister yine Arjantin’deki piketeros (piqueteros -barikatçılar) hareketine, her iki durumda da, hareketin başlangıcında öne çıkan sanayi işçilerini görürüz. Örneğin Brezilya’daki işgal edilmiş fabrikalar hareketinin başını çeken ve işçi yönetiminin ilk örneklerini sunan 1300 kişinin çalıştığı CİPLA fabrikası, işgalden önce aynı şirkete ait diğer fabrikalarla (ki hepsi de işgal edilip işçi yönetiminde üretimi sürdürmektedir) birlikte plastik sektörünün en büyük fabrikasıydı ve pazarın büyük bir bölümüne de hâkimdi. Benzer şekilde Arjantin’de 1990’lardan itibaren özelleştirmeler ve fabrika iflasları sonucunda işten atılan işçilerle işsizlik yüzde 3 ilâ 4 düzeyinden yüzde 35’lere ve hatta kimi bölgelerde yüzde 80’lere fırlamıştı. Bu ülkede de kapitalizmin saldırısına karşı direniş hareketi işten atılan işsizlerin giriştiği fabrika işgalleri temelinde şekillendi. Bu hareket metal sektöründeki İMPA ve seramik sektöründeki Zanon fabrikalarıyla sembolize oldu. Zanon işçilerinin mücadelesi defalarca polis saldırısıyla kırılmaya çalışılmış, işçiler defalarca fabrikadan sürülmüş ama her defasında geri dönerek işgale ve üretime devam etmişlerdi. Bu mücadeleler sonrasında başkent Buenos Aires’te kapatılan fabrikaların işçilerin yönetiminde üretime devam etmesini onaylayan bir yasa çıkması sağlanabilmişti! Bugün Arjantin’de bundan feyz alan işgal edilmiş fabrikalar hareketi, fabrikalardan atölyelere, matbaalardan otellere, hastanelerden okullara yaklaşık 150 işyerini kapsar hale gelmiştir.
Öte yandan, yine Arjantin’de işsizliğe karşı başka bir biçime bürünen bir direniş hareketi daha doğmuştu: piketeros hareketi. Özellikle küçük-burjuva solcular tarafından çarpıtılıp, Marksizmin “klasik kalıplarının geçersizleştiğinin”, “işsizlerin” de “bağımsız” örgütlenebilme yeteneğinin, “yeni toplumsal dinamiklerin” öneminin vb. kanıtı olarak ileri sürülen piketeros hareketinin doğuşuna baktığımızda, aslında bu küçük-burjuva solculuğun iddialarının altının ne denli boş olduğunu görürüz. Nitekim bu hareketin temelleri de özelleştirmeler sonucunda işten atılan sendikalı, örgütlülük deneyimine sahip büyük fabrika işçileri tarafından atılmıştır. Hareketin ortaya çıktığı iki kentten biri Mosconi’dir ve buradaki piketeros grubu halen hareketin en büyük ve en önemli gruplarından birini oluşturmaktadır. 20 bin kişilik bu kent, devlete ait İTPF petrol işletmesinin yaşam verdiği ve gelir düzeyi yüksek bir işçi kentiydi.[2] Özelleştirmeden sonra bir gecede işçilerin yüzde 80’i işini kaybetti ve kentte sefalet kol gezmeye başladı. Fabrikadan atılan işçiler Kentli İşsiz İşçiler Hareketini (UTD) kurarak mücadeleye atıldılar. Hareketin liderlerinden biri şunu söylüyordu: “Biz işsizler hareketi değil, kapitalizmin işsiz bıraktığı işçiler hareketiyiz.” Bu işsiz işçiler, seslerini duyurabilmenin bir yolu olarak, büyük şehirlere ve sanayi merkezlerine giden yolları barikatlarla kapatmayı keşfetmişlerdi, bu nedenle de “barikatçılar” olarak adlandırıldılar. Şehirlere gelen hammadde ve sanayi merkezlerinden çıkan mamul maddelerin ulaşımını baltalayarak üretim sürecine doğrudan müdahale etmenin bir yoluydu bu. Polis ve orduyla şiddetli çatışmalardan kaçınmayan bu hareketin temel talebi iş ve gıda temini idi. Ve giriştikleri eylem biçiminin grev etkisi yaratması nedeniyle birçok bölgede bu talepler belli ölçülerde karşılanmış ve bu somut başarılar hareketin daha da yaygınlaşmasına, büyük kentlerin çevresindeki işçi semtlerindeki genç işsizlerin de hızla hareketin saflarına katılmasına yol açmıştır.
Latin Amerika ülkelerinde, işten atılan işçiler olanağını buldukları her yerde fabrikaları işgal ettiler. Barikatlar kurup makinelerin fabrika dışına çıkmasına engel oldular. Hepsinde de ortak slogan “Ocupar, Resistir, Producir” (İşgal Et, Diren, Üret) idi. Kendi içlerinden seçtikleri konsey ve komiteler aracılığıyla üretimi devam ettirmeye giriştiler. Ardından benzer durum yaşayan fabrikaların komiteleriyle bir araya gelerek yerel ya da ulusal konseyler kurdular ve bir iletişim ve dayanışma ağı ördüler. Çabalarını bununla da sınırlamayıp, örgütlenmelerini fabrika dışına da yaygınlaştırmaya çalıştılar. Önce işçi ailelerinin örgütlenmesinden başladılar. Ardından bu örgütlenmeyi işçi semtlerine yaygınlaştırdılar, böylelikle hareket büyük fabrika işçileri ve onların ailelerini kapsayan bir boyutu hızla aştı. İşçi sınıfının eğitim, sağlık, konut gibi acil ihtiyaçlarını yine sınıfın diğer kesimleriyle işbirliği içinde kurdukları örgütlülüklerle karşılamaya dönük anlamlı çabalar sergilendi: kolektif okullar ve sağlık ocakları kurdular; evsizlerin konut sorununu çözmek üzere, fabrika işçi komitesinin denetiminde boş alanları işgal edip planlı bir temelde elbirliğine dayanarak bu alanlarda konutlar yapmaya giriştiler vb.
Her ülkenin kendi siyasal geçmişine, kapitalizmin gelişkinlik düzeyine ve işçi hareketinin deneyimine bağlı olarak ortaya çıkan hareketlerde kimi nüanslar da mevcuttur. Örneğin Brezilya’da, “iflas eden fabrika, işgal edilen fabrika, fabrikanın kamulaştırılması” sloganıyla hareket eden işgal edilmiş fabrikalar hareketinin temel talebi, işgal edilip işçi komitesinin yönetiminde üretime devam eden fabrikaların devletleştirilmesi doğrultusundadır. İşçiler böylelikle işyeri komitesi yönetiminde üretime devam eden fabrikaların, enerji, hammadde, kredi ve pazarlama sorunlarının devlet tarafından çözülmesini talep ediyorlar. Dahası işgal ve işçi yönetimi deneyiminin bu haliyle sonsuza kadar süremeyeceğinin, kapitalist pazar ortada durduğu sürece, bu deneyimin eninde sonunda başarısızlığa uğrayacağının farkında olarak tüm üretim araçlarının devletleştirileceği ve toplum yararına kullanılacağı bir düzen istiyorlar. Brezilya’da iktidarda işçilerin büyük desteğini alan ve sendikalara dayanan İşçi Partisi (PT) hükümetinin olması, bu taleplerin işçi kitleleri tarafından son derece haklı ve doğal talepler olarak algılanmasında önemli rol oynadığı gibi, maalesef hedeflenen bu büyük değişimin parlamenter yoldan mümkün olduğu yanılsamasını da besliyor.
Uruguay’da işgal edilmiş fabrikalardaki işçi yönetimine sendikalar hem destek veriyorlar hem de söz hakları var. Oysa Latin Amerika’da işgal edilmiş fabrikaların ilk ortaya çıktığı ve en çok işgal edilmiş fabrikaya sahip Arjantin’de, uzun yıllar boyunca Peronizmin denetiminde devlet aygıtının bir uzantısı durumuna düşürülmüş olan en büyük sendika konfederasyonuna ve tüm düzen partilerine büyük bir tepki var. Bu durum bir taraftan sendikal harekette yeni oluşumları ortaya çıkarıyor, diğer taraftan da, gelişen hareketin hem sendikalardan hem de siyasal partilerden uzak durmasına yol açıyor. Ne var ki, düzen partilerine ve korporatist sendikal anlayışlara karşı bu anlamlı tepki, diğer uca savrularak, genel anlamda sendikal örgütlülüğe ve devrimci siyasal hareketlere karşı da bir “özerklik” savunusuna dönüşmüş durumda. Bu durum beraberinde hem bir dağınıklığı, hem ciddi bir önderlik boşluğunu hem de fabrika ve işletmelerdeki işçi yönetiminin kooperatifçiliğe kayarak yozlaşması tehlikesini getirmektedir.
Fabrikalar kalelerimizdir
“Sınıfın örgütlenmeye, disiplinli ve kolektif davranma yeteneğine en fazla sahip olan kesiminin örgütlü kesimler olduğunu anlamak o denli karmaşık bir şey değildir. İşte bu nedenle diyebiliriz ki, sınıfın dağınık ve örgütsüz kesimlerinin kendiliğinden patlamaları gayet mümkün olsa bile, sonuç alıcı kavgayı verecek, belirleyici olacak olan güç her zaman işçi sınıfının çekirdeği olan, örgütlü sanayi işçileri olmuştur. Geniş ve son derece heterojen olan işçi sınıfının savaş kurmayı bu kesim içinden çıkacaktır. Demek ki sınıfın diğer kesimlerinin devrimci potansiyelini proleter devrim doğrultusunda açığa çıkarabilmesi … için tam da bu özelliklere sahip bir mücadelenin fabrikalarda ve büyük işyerlerinde patlak vermesi gerekir.”[3]
Geride bıraktığımız on-on beş yıllık dönemde Latin Amerika’da ortaya çıkan işsiz işçi hareketleri de Bolşeviklerin işsiz işçi örgütlenmesi deneyiminin derslerini doğruluyor: Birincisi, bu tür örgütlülükler ancak kriz ve devrimci yükseliş dönemlerinde ortaya çıkan ama sürekliliği ve istikrarlılığı sağlanamayan örgütlülüklerdir; ikincisi de, hareketin kurucu nüveleri kitlesel işten atılmalara karşı kavgaya atılmış, örgütlenme ve mücadele deneyimine sahip büyük fabrika ve işletmelerde çalışan işçilerdir. Bir başka deyişle, işsiz örgütlenmeleri sıfırdan yaratılan örgütlenmeler olmaktan ziyade, öncesinde varolan örgütlü mücadelenin bir uzantısı şeklinde hayat bulabilmektedir. İşsiz kalan işçiler tarafından sürdürülen mücadele ve örgütlülük ancak belli kazanımlar elde ettiği ölçüde diğer işsiz kesimleri de kendi etrafında toparlayabilen bir çekim merkezi haline gelebilmektedir.
Bu dersler ışığında yaklaşıldığında, içine girdiğimiz tarihsel dönem komünist hareket açısından önemli fırsatlar anlamına gelmektedir. Kapitalizm tüm dünyada eşzamanlı ve derin bir kriz içerisine yuvarlanmış durumda. Bu durum bir taraftan burjuva ideolojisinin inandırıcılığının ve kapitalist topluma duyulan güvenin aşınmasına, diğer taraftan da faturanın işçi sınıfına kesilmesine dönük saldırıların giderek artmasına yol açıyor. Başta işten atmalar, işgününün uzatılması ve ücret kesintileri olmak üzere bu saldırıları göğüsleyebilmek işçi hareketi açısından hayati bir önem taşıyor. Latin Amerika’da yaşananlar Marksizmin temel yaklaşımlarını doğruluyor ve özellikle bu saldırılar karşısında devrimci işçi hareketinin takınması gereken tutum hakkında önemli örnekler sergiliyor.
link: Oktay Baran, İşsizler Hareketinin İmkân ve Sınırları, 1 Şubat 2009, https://marksist.net/node/2073
Emperyalist Savaş Makinesi Körükleniyor
Kamu-Sen Kimin Sendikası?