Dünyanın en çeşitli etnik bileşimine sahip coğrafyalarından birisidir Kafkaslar. Farklı dillere, dinlere ve etnik kökenlere sahip çok sayıda halk, bin yıllardır bu coğrafyada iç içe geçmiş bir şekilde yaşamaktadır. Ne var ki, halkların gönüllü birlikteliği temelinde muazzam bir kültürel zenginliğin ifadesi olacak ulusal çeşitlilik, kapitalist-emperyalist sistemde, en azgın çatışmaların, boğazlaşmaların ve düşmanlıkların kanlı yatağına dönüştürülmektedir.
Kafkas halkları yüzyıllar boyunca sömürgeci imparatorlukların ve kapitalist-emperyalist devletlerin baskı, eza ve sömürüsüne maruz kalmışlar, birbirlerine düşürülüp birbirlerini kırmaya zorlanmışlardır. Bugünse, yerel egemenlerin ve emperyalist güçlerin elele planladığı kirli oyunlar, bu cennet coğrafyayı emperyalist paylaşım savaşının yeni cephesi haline getirmiştir.
“Diller Dağı”nın acılı halkları
Adını Arap coğrafyacıların Cebelü’l-Elsine (Diller Dağı) olarak adlandırdıkları Kafkas Dağlarından alan Kafkasya, Gürcüler, Azeriler, Ermeniler, Abhazlar, Çeçenler, Osetler, İnguşlar, Dağıstanlılar, Kazaklar gibi 50’nin üzerinde halkı içinde barındıran bir bölgedir. Bu halklar içinde, aynı dili konuşan birkaç yüz kişilik etnik toplulukların yanı sıra sayıları milyonları bulan daha büyük uluslar da yer almaktadır.
Yüzyıllar boyunca Pers, Bizans, Osmanlı ve Rus imparatorlukları tarafından sömürgeleştirilen bu bölgenin kadim halkları, kitlesel sürgünlere, zora dayalı asimilasyona vb. maruz bırakılarak kıyıma uğradılar. Ancak Ekim Devrimiyle birlikte ilk kez kendi kaderlerini tayin hakkına kavuştular. Devrimci sovyet hükümeti, iktidarın ele geçirildiği günün hemen ertesinde, tüm ezilen uluslara kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkını tanıyordu. Bu haktan Çarlık Rusya’sının diğer ezilen ulusları gibi Kafkas halkları da yararlandılar. Devrimin yarattığı çoşkulu kardeşlik atmosferi Kafkaslar’ı da elbette etkilemiş ve halkların kardeşçe birliği yolunda güçlü bir arzu ve itilim oluşmuştu. Devrim süreci ateşini koruduğu ölçüde devam eden bu genel süreç, ne yazık ki çeşitli iç ve dış faktörlerden dolayı oldukça sancılı bir gidişat gösterdi.
Kafkaslar’daki etnik çeşitlilik, halkların nüfusça az oluşları, iç içe geçmeleri ve yaşadıkları bölgelerin net sınırlarla ayrılamaması, bu bölgede ulusal sorunun çözümünü Rusya’nın diğer bölgelerine göre çok daha zorlu kılıyordu. Bölgenin en büyük halkları Azeriler, Gürcüler ve Ermenilerdi ki, bunların nüfusları bile 2 milyonun altındaydı. Bunun da ötesinde, yıllarca Osmanlı’nın zulmüne uğrayan Ermenilerin nüfusça oldukça büyük bir bölümü Azerbaycan ve Gürcistan sınırları içinde yaşıyorlardı. Örneğin Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te Ermenilerin nüfusu Gürcülerden daha fazlaydı. Bu durum, toprak sahiplerinin ve burjuvazinin egemenliği altında kuşkusuz ulusal çatışmalara da yol açıyordu. Gürcü mülk sahibi sınıflar, Ermenilere karşı düşmanlık yaratmak için halkı sürekli olarak kışkırtıyorlardı. Ayrıca Kafkaslar, geri üretim ilişkilerinin hüküm sürdüğü, köylülüğün ağır bastığı bir bölgeydi. Yoksul köylülerin ağırlıkta olduğu Azerbaycan’da, petrol sanayiinin gelişkin olduğu başkent Bakû dışında proletarya yok denecek kadar zayıftı. Gürcistan ve Ermenistan’da da gelişmiş bir proletaryadan söz etmek mümkün değildi. Var olanlar esas olarak demiryolu işçileriydi.
Ekim Devrimi bu nesnel zemin üzerinde ve Birinci Dünya Savaşının halen devam ettiği bir atmosferde gerçekleştirilmişti. Rusya devrimle birlikte savaştan resmen çekilmiş, bir süre sonra imzalanan Brest-Litovsk anlaşmasıyla sınırlarının önemli bir kısmı netleştirilmişti. 2 Mart 1918 tarihli bu anlaşmayla Rusya’nın Osmanlı Devletiyle olan sınırları da çizilmiş, Ermenilerin ağırlıkta olduğu Kars ve Gürcülerin ağırlıkta oldukları Batum Türkiye sınırları içinde kalmıştı. Ne var ki bu durum Ermenileri de Gürcüleri de son derece hoşnutsuz etmişti. Kısa bir süre sonra, Osmanlı tehdidinin de itilim vermesiyle, Bakû dışında kalan tüm Transkafkasya’da[1] Transkafkasya Bağımsız Federatif Cumhuriyeti ilan edildi (22 Nisan 1918). Bolşeviklerin örgütlü oldukları Bakû’de ise, Azeri işçiler, Ermeni işçi ve emekçilerden de destek gören bir sovyet hükümeti kurdular.
Yeni kurulan bağımsız Transkafkasya Cumhuriyetinin Gürcistan ayağında Menşevikler, Ermenistan’da Taşnaklar ve Azerbaycan’da Musavat (Eşitlik) Partisi egemendi. Bunların milliyetçi tutumları ve egemen sınıflar arasındaki çatışmalar nedeniyle, kurulan cumhuriyetin ömrü ancak bir ay olabildi. Federatif cumhuriyetin feshedilmesinin ardından, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan, üç ayrı cumhuriyet olarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak birkaç hafta sonra Türk birliklerinin Ermenistan ve Azerbaycan’ı işgal etmesi, bu cumhuriyetlerin daha doğar doğmaz yok olmalarına neden oldu. Gürcistan ise Türk tehdidi karşısında Almanya’ya sığındı. Bolşevikleri Brest Litovsk’ta Rusya’yı Almanya’ya satmakla suçlayan Gürcü Menşevikler, korkunç bir ikiyüzlülükle, Gürcistan’ın Almanya’ya teslim edilmesine sessiz kalmışlardı. Onlar için, Bolşevik Rusya’dan yardım almak yerine Almanya’ya biat etmek daha makbuldü! Rusya’yı Kafkaslar’dan sıkıştırmak için bu ülkeyi bir üs olarak kullanmak isteyen Almanya ise, Gürcistan’la yaptığı anlaşma neticesinde Bakû petrollerini Karadeniz’e taşıyan Transkafkasya demiryolunu denetimi altına aldığı gibi, ülkenin önemli madenlerinden manganezin de savaş boyunca kendine tahsis edilmesini sağlamış oluyordu.
1918 sonlarında sona eren Birinci Emperyalist Savaşta Almanya’nın ve Osmanlı’nın yenik düşmesinin ardından, Kafkaslar’daki Osmanlı ve Alman egemenliği yerini İngiliz egemenliğine bıraktı. Transkafkasya’nın büyük bir bölümü, Bakû de dahil olmak üzere İngiliz emperyalizminin işgaline uğradı. İngiltere, o sırada toplanan Paris Barış Konferansında Gürcistan’ın bağımsızlığını tanıyacağını açıklasa da, bu İngilizlerin diplomatik oyunlarından biri olmaktan öteye bir anlam taşımayacaktı. Tam da bu süreçte, emperyalist güçlerden her türlü desteği alan karşı-devrimci Beyaz Orduların başlattıkları iç savaş, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın bağımsızlık sürecini baltalayacaktı.
1920 Nisanında İngiliz birlikleri Transkafkasya’yı terk ettiklerinde, İngilizlerin tanıdığı mevcut hükümeti deviren Azerbaycan işçi ve emekçileri, “dünya emperyalizmine karşı birlikte mücadele etmek için Moskova’yla kardeşçe bir ittifak kurma” amacında olduklarını da deklare ederek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilan ettiler.
Azerbaycan’da sovyet cumhuriyetinin kurulmuş olması Ermeni işçi ve köylüleri de coşkuyla ayağa kaldırmış ve bu coşku devrimci bir isyana dönüşmüştü. Ne var ki isyan, Beyaz Ordularla işbirliği halindeki Taşnak hükümeti tarafından kısa sürede bastırıldı. Bir süre sonra Türkiye’nin Kars’ı ve Gümrü’yü ele geçirmesiyle ve iç kısımlara doğru ilerlemesiyle Taşnak hükümeti dağılacak hale geldi. Kuzeydoğudan gelen sovyet birliklerinin yardıma yetişmesi, Türk işgalinin önüne geçti ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Aralık 1920’de kurulan bu cumhuriyetin ilk işi Türkiye ile barış anlaşması imzalamak olacaktı.
Bu sırada Gürcistan’da Menşevik hükümet iktidardaydı ve Gürcistan’ın bağımsız bir devlet olarak Milletler Cemiyeti’ne katılması için diplomatik çabalara hız verilmişti. Menşevikler, 1920 Ocak ayında, Gürcistan’ın İtilaf Devletleri Yüce Konseyinde, yani sovyet Rusya’nın düşmanı olan emperyalist güçler cephesinde tanınmasını sağladılar. Ancak Gürcistan, Osetler, Abhazlar ve diğer küçük uluslar üzerinde baskılara, köy yakıp yıkmalara devam ediyor, yasal olan Bolşevik Komünist Partinin bütün üyelerini tutukluyordu. 1921 Şubatında, Gürcistan’da patlak veren işçi ayaklanmasını desteklemek üzere, Bolşevikler öncülüğündeki Ermeni ve Rus sovyet güçleri Gürcü sınırını geçerek Tiflis’teki Menşevik hükümeti devirdiler ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi.
Nihayetinde, 13 Aralık 1922’de Bakû’de yapılan ilk Transkafkasya sovyet kongresinde, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri birleşerek, başkenti Tiflis olan Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyetini ilan ettiler. Toplam nüfusu yaklaşık 6 milyon olan bu federatif cumhuriyet içinde, Güney Osetya ve Dağlık Karabağ özerk bölgeler, Nahçıvan, Abhazya ve Acaristan ise özerk cumhuriyetler olarak varlık sürdüreceklerdi.
Bu cumhuriyet, Aralık ayı sonunda Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti’nin (RSFSC) sovyet cumhuriyetleri birliğine dönüştürülmesiyle oluşturulan yeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin de (SSCB) dört kurucu cumhuriyetinden birisi olacaktı.
Böylece, aynı dönemde kuzeyde kurulan çok sayıda özerk Kafkas sovyet cumhuriyetine paralel olarak güneyde kurulan bu federatif sovyet cumhuriyetiyle, “Diller Dağı”nın acılı halkları, gerçek kardeşliğe giden yolda önemli bir adım atmış oluyorlardı.
Lenin’in uyarıları ve beklenen son
Ancak bu yol, engebesiz olmadığı gibi, bir anlamda yeni açılan ve bundan dolayı da iyi bir kılavuz gerektiren bir yoldu. Konunun hassaslığı nedeniyle en ufak bir yalpalama, derin hayal kırıklıklarıyla, güvensizliklerle ve birliğin dağılmasıyla sonuçlanabilirdi. Nitekim Lenin bu konuda son derece endişeliydi ve hasta yatağında aldığı duyumlar ona birtakım şeylerin ters gitmekte olduğunun işaretlerini daha o günlerde vermişti.
Lenin, Merkez Komiteye hitaben 30-31 Aralık 1922’de kaleme aldığı “Milliyetler ya da ‘Otonomizasyon’ Sorunu” başlıklı mektubunda, Gürcistan’da Stalin önderliğindeki Rus ekibin yerel yetkililere takındığı tutumu “büyük Rus milliyetçiliğiyle” eleştiriyordu. Hastalığı yüzünden merkez komite toplantılarına katılamadığı için, bu sorunun tamamen kendi dışında geliştiğini belirtiyordu. Aynı mektupta, Stalin’i kastederek, “kendisi gerçek bir ‘nasyonalist-sosyalist’ kaba bir büyük Rus zorbası olduğu halde ‘nasyonalist-sosyalizm’ hakkında ileri geri suçlamalarda bulunan bir Gürcü, temelde proleter sınıf dayanışmasının çıkarlarını zedelemektedir” diyordu.[2]
Lenin’i çileden çıkaran şey, Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyetinin kurulum sürecinde, Gürcistan ayağında yaşanan olaylardı. Stalin’in görevlendirdiği Orjonikidze, Gürcistan’ın Transkafkasya Federasyonuna dahil olmasına sıcak bakmayan Gürcü yöneticileri bu birliğe girmeye zorlamış, hatta bunu tartışma esnasında yumruklaşmaya kadar varan bir zorbalıkla yapmıştı. Lenin, bu olayı duyduktan sonra sürüklendiği umutsuzluğu, söz konusu mektuplara şöyle yansıtacaktı: “Eğer işler … Orjonikidze’nin kaba güç kullanma aşırılığına varacağı noktaya gelmişse, ne tür bir bataklığa girdiğimizi düşünebiliriz.” [3]
Lenin ömrü boyunca ulusal sorunu çok hassas bir sorun olarak görmüş ve ezen ulus milliyetçiliğini en ağır şekilde mahkûm etmiş bir komünist önderdi. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki fikirleriyle zaman zaman Bolşevik Parti içinde bile yalnız kalmış, ancak bu onu doğru bildiğini savunmaktan alıkoymamıştı. Ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğini asla aynı kefeye koymamak gerektiğini, bazen gönüllü birliğe giden yolun ayrılmaktan geçtiğini, her ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkının olması gerektiğini her platformda ısrarla savunmuştu. Onun öncülüğünde gerçekleştirilen Ekim Devriminin en büyük hedeflerinden biri, farklı etnik kökenden gelen çok sayıda halkın Sovyet potası içinde ve gerçek eşitlik ve gönüllülük temelinde kaynaştırılması ve hep birlikte sosyalist dünya toplumuna doğru ilerlenmesiydi. Ne var ki Lenin’in ölümünün ardından bu Marksist-enternasyonalist anlayışı savunanlar Bolşevik Partiden tümüyle tasfiye edildiler ve sosyalizm bir dünya perspektifi olmaktan çıkarılıp tek ülkenin sınırlarına hapsedilen milliyetçi bir kalkınma ideolojisine dönüştürüldü.
Ekim Devrimiyle kurulan işçi devleti Stalin döneminde tarihe gömülürken, dilleri, dinleri, kimlikleri ağır baskı altına alınan çeşitli Kafkas halklarına yönelik şoven uygulamalar, sürgünler ve kıyımlarla, bu halklar arasında sosyalizme yönelik derin bir nefretin de tohumları ekildi. Böylece Ekim Devrimiyle yaratılan gönüllü birlik ve kardeşlik fırsatı, devrimin kazanımlarının geri devşirildiği karşı-devrim süreciyle birlikte berheva olmuş oldu.
Bürokrasinin sınıf iktidarının yeni bir anayasayla tescillendiği 1936 yılında, Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti de dağıtıldı. Bu cumhuriyetin bileşenlerini oluşturan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan, bu tarihten sonra, üç ayrı sovyet cumhuriyeti olarak SSCB’nin bileşeni olmayı sürdüreceklerdi. Ancak egemenliğin sovyetler aracılığıyla örgütlenmiş işçi sınıfının elinden bürokrasiye geçmiş olması ve büyük Rus şovenizminin yeniden hortlaması, halkların kardeşliğine giden yolun düşmanlık tohumlarının yeniden filizlendiği bir dikenliğe dönüşmesi için de uygun ortamı hazırlamıştı.
Dahası, izlenen anti-Marksist politikalar nedeniyle, sosyalizm, küçük ulusların gözünde, ezen ulus şovenizminin hâkim olduğu, insanların dinlerinin zorla engellendiği, küçücük mülklerinin ellerinden alındığı, dayatmacı, anti-demokratik ve zorbalığa dayanan bir sistem olarak yer etti. Bu yüzden SSCB’nin yıkılışı, pek çok ulus açısından bir kurtuluş fırsatı olarak görüldü. Ama sözde kurtuluştan sonra yüzleşilen manzara hiç de beklenildiği gibi olmayacaktı. Demokrasi vaadiyle kurulan pek çok devlet, eski Sovyet bürokratlığından gelen tiranların kişisel diktatörlüklerinin hüküm sürdüğü ülkelere dönüşecekti. Halkın haklı kurtuluş ve özgürlük özlemiyse, yeni kapitalist sınıfın kendi çöplüğünün horozu olma mücadelesinin payandası haline gelecekti.
SSCB’nin çöküşüyle birlikte, eski Transkafkasya cumhuriyetleri arasındaki çatışmalar ve paylaşım kavgaları da yeniden su yüzüne çıktı. Hem de son derece kanlı olarak!
Azerbaycan parlamentosunun 1989 yılında Dağlık Karabağ’ın özerkliğini kaldırdığını ve bu bölgenin Azerbaycan toprağı olduğunu ilan etmesinin ardından Ermenistan’la Azerbaycan arasında bu konuda şiddetli bir ihtilaf baş gösterdi. Azerbaycan sınırları içinde bulunan fakat nüfusunun %76’sı Ermenilerden oluşan bu bölge, 1991’de Ermenistan tarafından işgal edilerek, Azerbaycan-Ermenistan arasında kanlı bir savaşın konusu haline getirildi. 30 bin Azerinin ve Ermeninin canına mal olan bu savaş sonucunda, 1 milyondan fazla Azeri, yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kaldı. Dağlık Karabağ sorunu, 1994’ten bu yana resmen ateşkes halinde bulunan bu iki ülke arasında halen anlaşmazlık konusu olmaya devam ediyor.
SSCB’nin dağılmasını takip eden dönemde Gürcistan’la Abhazya arasında da kanlı bir savaş yaşanmış ve bu savaşta 5 bin Abhaz vatandaşı hayatını kaybetmişti. Güney Kafkasya’da durum buyken kuzeyde de sonuç farklı değildi. Rusya’nın Çeçenistan’ı işgal etmesiyle başlayan korkunç savaş, 1995 yılından bu yana 100 binden fazla Çeçen sivilin, 10 bine yakın Çeçen askerin ve yaklaşık 20 bin Rus askerinin ölümüne yol açtı.
Çözüm İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonunda
SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yaşanan trajedi, bürokrasinin egemenliği altında tarihsel düşmanlıkların ortadan kaldırılmayıp her an dinamitlenmeye hazır olarak beslendiğini en acı şekilde gösterdiği gibi, kapitalizmin küçük uluslara sunduğu sözde özgürlüğün ve kurtuluşun sahteliğini de yüzbinlerce emekçinin canı pahasına ortaya koymuştur.
1990’larda Balkanlar’ı kasıp kavuran emperyalist savaş, dünyanın değişik bölgelerine yayılarak devam etmiş ve bugün enerji nakil hatlarının kalbinde yer alan Kafkasya’da yeni bir cephe açmış bulunuyor. Emperyalist güçler tarafından kışkırtılan mikro milliyetçilik ve Rusya’nın şoven, emperyalist politikaları bölgeyi bir barut fıçısı haline getirmiş durumda. Geçmişte nice acıya katlanmak zorunda kalan, kıyıma uğrayan, yerinden yurdundan sürülen milyonlarca insan, bugün de emperyalist güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin uygulamaya koyuldukları kanlı planlarla yüz yüzeler.
Troçki, Ocak 1909 tarihli bir makalesinde, “Balkanlar’ın üzerine bir lanet gibi ağırlığı çöken şey, buradaki ulusal çeşitlilik değil, yarımadanın pek çok devlete bölünmüş olmasıdır” diyordu. Bu durum, benzer bir etnik çeşitlilik bileşimine sahip olan Kafkaslar için de geçerlidir. Burjuva ideologlar, etnik çeşitliliğin karmaşık bir yapıya sahip olduğu bölgelerde, savaşların nedenini bu olguya bağlayarak, gerçek suçluyu aklama peşinde koşmaktadırlar. Oysa suçlu bizzat emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri konumundaki yerli egemenlerdir.
Komünist Enternasyonal’in 1919 tarihli Manifestosunda “küçük halklara özgür varoluş imkânını sadece proletarya devrimi sağlayabilir” denerek, böyle bir devrimin en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel ögelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirme imkânı sunacağı belirtiliyordu. Bu gerçek, aradan geçen 90 yılda, başta Balkanlar, Kafkaslar ve çeşitli Afrika ülkeleri olmak üzere pek çok bölgede, maalesef tersinden sayısız kez kanıtlandı. Emperyalizm küçük ulusların özgürleşme taleplerini kendi çıkarları için istismar ederek, halklar arasında düşmanlık tohumları ekmekten başka bir şey yapmadı, yapmıyor. Dolayısıyla, dünyanın benzer bölgelerinde olduğu gibi Kafkas işçi ve emekçilerinin önünde de tek bir kurtuluş seçeneği bulunuyor. Bu seçenek, gönüllü birlik temelinde inşa edilecek bir işçi-emekçi sovyetleri federasyonudur. Proletaryanın ve üretici güçlerin 1920’li yıllara göre kat kat gelişmiş olduğu söz konusu coğrafyada bugün inşa edilecek böylesi bir sovyetik birliğin, geçmişteki Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyetiyle kıyaslanamayacak üstünlüklerle donatılmış olacağı çok açıktır. Geçmişin olumlu ve olumsuz deneyimlerden çıkarılan doğru dersler ise devrimci proletaryanın en büyük yardımcısı olacaktır.
[1] Büyük Kafkasların kuzeyi “Kafkas önü” olarak adlandırılırken, güney bölgesi “Transkafkasya” (Kafkas ardı) olarak adlandırılmakta ve bu bölge Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan topraklarını kapsamaktadır.
[2] Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Ser Yay., 1975, s.29
[3] Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, s.25
link: İlkay Meriç, Diller Dağından Emperyalist Paylaşım Alanına, Kasım 2008, https://marksist.net/node/1933
Reformizmin Kıskacındaki Bolivya
Düzen Güçleri Kürtlere Saldırmaya Devam Ediyor!