13 yıldır savaş suçlusu olarak aranan Radovan Karadziç 21 Temmuzda tutuklandı. Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanmasına başlanan Karadziç, Bosna-Hersek’te 1991-1995 yılları arasında yaşanan savaş süresince yaklaşık 250 bin kişinin ölümündeki siyasi rolü ve en az iki milyon sivilin ülkelerini terk etmek zorunda bırakılmalarına yol açan eylemler nedeniyle suçlanıyor. Boşnak ve Hırvat uyruklu etnik, dini ve ırksal nüfusun tamamen imhasına yönelik olarak sistemli bir plan hazırlamak ve bu planın uygulanması için doğrudan emir vermekle suçlanan Karadziç, soykırım suçu, savaş suçu ve insanlığa karşı işlenen suçların başta gelen sanıklarından biri durumunda.
İç savaştan bir kesit: Serebrenitza katliamı
Yugoslavya topraklarında yaşanan iç savaş, özünde, egemen sınıfın eski Yugoslavya üzerine sürdürdüğü bir “miras kavgası” idi. Bu uğurda bombalanan kentlerin, yapılan katliamların, tecavüzlerin, insanlık suçlarının haddi hesabı yoktu. Savaşın sonlarına gelindiği ve barış sürecinin başladığının düşünüldüğü bir dönemde gerçekleşen Serebrenitza Katliamı ise, egemenlerin kendi çıkarları doğrultusunda giriştikleri paylaşım kavgasının hangi yöntemlerle yürütülebildiğinin tipik bir örneğiydi.
Birleşmiş Milletler, savaş boyunca pek çok karar almıştı. 1993 yılı Nisan ayında alınan kararlar, Bosna’nın bazı yerlerinde “Güvenli Bölgeler” oluşturulmasını içeriyordu. Bu bölgelerde BM Koruma Gücü askerleri güvenliği sağlayacaktı. Serebrenitza BM askerlerinin kontrolündeki bir “güvenli bölge” idi. Bu kasabanın çoğunluğu Boşnaklardan oluşuyordu. Soykırımdan kaçarak bölgeye sığınanlarla birlikte yaklaşık 30 bin insan Serebrenitza’da yaşıyordu. Serebrenitza’nın yanı başında Hollanda askerlerinin görev yaptığı kamp merkezi bulunuyordu. “Güvenli Bölge” ilan edildiği için Boşnakların, ellerindeki silahları BM’ye teslim etmesi istendi. Boşnaklar kasaba etrafındaki Sırp milliyetçilerine karşı kendilerini koruyamayacaklarını düşünerek silahlarını vermek istemediler. BM yetkililerinin Serebrenitza’yı koruyacaklarına dair teminat vermesi üzerine silahlar BM güçlerine teslim edildi. Böylelikle Boşnaklar savunmasız bir hedef haline gelmişti. Miladiç komutasındaki silahlı Sırp milliyetçi güçleri 6 Temmuz 1995’de Srebrenitza’yı kuşatmaya başladı. Kasaba bombardımana tutuldu. Ardından insanları evlere toplayıp evleri ateşe vermeye, yakaladıkları hemen herkesi vurarak ya da keserek katletmeye başladılar. BM Bosna Barış Gücü Komutanı Fransız General Bernard Janvier ise bu katliamın engellenmesi taleplerine karşı çıktı.
Binlerce insan etraftaki dağlara, binlercesi de BM askerlerinin konuşlandığı Potoçari kampına doğru kaçıyorlardı. Yaklaşık 6000 kişi Potoçari kampına ulaşmıştı. Fabrikalar bölgesindeki Potoçari kampında yaralılar da bulunuyordu. Kampa gelen Sırp komutan Ratko Miladiç, 11 Temmuz 1995 sabahı Hollanda Askeri Birliğinden tüm Boşnakları teslim etmesini istedi. En küçük bir direnç gösterilmeksizin tüm Boşnaklar teslim edildi. Miladiç’in emriyle katliam başladı. 11 yaş ve üstü tüm erkekler bir tarafa, kadınlar ve küçük çocuklar da başka bir tarafa ayrıldı. Erkeklerin tamamı fabrikanın arkasındaki nehir kıyısında, etraftaki evlerde ve tüm çevrede katledildi. Cesetler kamyonlarla farklı farklı yerlerde kepçelerle açılan toplu mezarlara gömüldü. Kamyon şoförleri, bu vahşi katliamı daha sonra anlatmasınlar diye katliama katılmaya zorlandılar. 11 ve 12 Temmuz günü gerçekleşen katliamda, resmi rakamlara göre 8372, tahminlere göreyse çoğunluğu genç ve çocuk yaştaki erkeklerden oluşan 10 bin Boşnak katledildi. Kalan kadın ve çocuklar otobüslere tıkıştırılarak götürüldü. Yol boyunca karşılaşılan Sırp milliyetçilerine “istediğinizi alın” denilerek “hediye” edilen binlerce kadın ve küçük yaştaki kız çocuğu tecavüz edilerek öldürüldü. Onların da toplu mezarlara gömüldüğü biliniyor.
Fabrikadaki 250 yaralıdan savaşta yaralandıkları tespit edilen 150 kadarı, kafalarına kurşun sıkılarak katledildi. Dağlara doğru kaçanlar takip edildi, yakalananlar hunharca öldürüldü. “Ölüm yürüyüşü” olarak anılan zorlu yürüyüşten sağ kurtulan Boşnaklar Tuzla ve çevresindeki köylere ulaşabildi. Bilgi, belge ve tanıklıklar BM’nin “Güvenli Bölgesi”nden sorumlu Hollandalı komutanların Sırplarla bir anlaşma içerisinde olduğunu ve bu soykırıma izin verdiğini göstermektedir.
İç savaşa nasıl varıldı?
Yugoslavya, parçalanmadan önce, altı federe cumhuriyetten oluşmaktaydı: Sırbistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ, Hırvatistan ve Slovenya. Sırbistan’ın sınırları içerisindeki iki bölge, Kosova ve Voyvodine ise özerk bölge statüsüne sahipti. Ancak bu cumhuriyetlerin sınırları içerisindeki her bölgede farklı uluslardan insanlar karışık bir biçimde yaşıyorlardı. Her bölgenin nüfusunda etnisitelerin oranları çeşitlilik gösterse de, Yugoslavya’nın her köşesinde kendisini farklı uluslara ve inançlara ait olarak tanımlayan insanlar iç içe geçmiş bir yaşam sürdürüyorlardı. Kendisini sadece “Yugoslav” olarak tanımlayan ve alt-kimliklerini ifade etme ihtiyacı hissetmeyenlerin sayısı hiç de az değildi.
2. Dünya Savaşında Alman Faşizmi Yugoslavya’yı işgal etmişti. Faşist işgale karşı Yugoslavya Komünist Partisi önderliğinde gelişen silahlı direniş halkları kaynaştırmıştı. İşgale karşı savaşım hem işgalci Nazilere, hem de dönem dönem komünizm düşmanlığı temelinde Nazilerle işbirliği yapan Sırp ve Hırvat milliyetçi çetelere karşı yürütülmüştü. Gerçekten de farklı uluslardan işçi ve emekçilerin birbirlerine karşı düşmanlık beslemelerinin hiçbir akılcı nedeni yoktur. Ancak egemen bir azınlığın çoğunluk üzerindeki sömürü düzenini sürdürdüğü her sistemde halklar arasında düşmanlıklar yaratılır. Egemenler, hegemonyaları altına aldıkları topraklarda yaşayan halkı, kendi çıkarları doğrultusunda, rakip egemenlere ve onların boyunduruğu altında yaşayan halklara karşı kışkırtır. İzlenen bu politika hem sömürülen kitlelerin gerçek düşmanlarını görmesini engeller, hem de söz konusu kitlenin gerektiğinde sömürücü azınlığın çıkarlarına alet edilmesini sağlar. Kapitalizm çağında milliyetçilik temelinde halklar arasında düşmanlıkların körüklenmesi, egemenlerin en önemli silahıdır.
Yugoslavya, hem emperyalist güçlerin, hem de Sovyet bürokrasisinin müdahalelerinden sıyrılarak bağımsız bir yolda yürümeye çalışmıştı. Faşist işgale karşı halkların omuz omuza gerçekleştirdikleri mücadele devrimci bir sürecin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Ancak bu devrimci süreç gerçek bir işçi devletinin kurulmasıyla sonuçlanamadı. Kurulan despotik-bürokratik diktatörlük rejimi ise, faşizme karşı destansı bir direniş içerisinde kaynaşan Yugoslav halklarının birbirine düşman hale gelmesinin zeminini döşedi. Yugoslavya’da 1991’den önce yaşanan siyasi çekişmeler bu gerçekliğe işaret eder.
Yugoslavya gevşek bir federal yapıya sahipti. Siyasal çekişmelerin ana eksenini merkezi bürokrasi ile cumhuriyetlerde hüküm süren yerel bürokrasiler arasındaki iktidar paylaşımı için süregiden siyasal çatışmalar oluşturuyordu. Yugoslavya Komünist Partisi güdümündeki merkezi devlet aygıtını denetimi altında tutan bürokrasinin egemenliğini sürdürebilmesinin koşulu ülke bütünlüğünün korunmasıydı. Yerel cumhuriyetlerdeki yöneticiler ise merkezi devlet aygıtının yetki ve iktidarını sınırlandırarak kendi iktidar yetkilerini arttırmaya çalışıyorlardı.
Bürokrasi egemenliği altındaki Yugoslavya’da cumhuriyetlerin ve sınai işletmelerin tepesindeki bürokratlar, merkezi devlet aygıtından bağımsız olarak ekonomik ve idari kararlar alabiliyor, kapitalist ülkelerle ticari ilişkiler geliştirebiliyordu. İşçi sınıfı demokrasisine dayalı merkezi planlamadan yoksun olan Yugoslavya’da, hem işletmeler hem de cumhuriyetler arasında iktisadi ve siyasi rekabet gelişti. Bu duruma, bölgesel gelişmişlik farklarının artması ve yerel cumhuriyetlerin bürokrasilerinden başlayıp kitlelere doğru akıtılan milliyetçilik, “bölgecilik” ve rekabetçilik zehri eşlik ediyordu. Yugoslavya’nın en zengin bölgesindeki ortalama gelir düzeyi, en yoksul bölgesindeki ortalama gelir düzeyinin 6 katına varıyordu.
Yine de Yugoslavya Komünist Partisi’nin denetimindeki merkezi devlet aygıtı, bu çelişkilerden kaynaklanan milliyetçi eğilimleri bastırmayı başarabiliyordu. Zaten egemenliğini sürdürebilmesi de buna bağlıydı. 80’li yıllara gelindiğinde Yugoslavya dış borç batağına gömülmüş durumdaydı. IMF ve alacaklı kapitalist devletler Yugoslavya ekonomisi üzerinde baskı oluşturmuştu. Yerel Cumhuriyetler ekonomik krizin yükünü taşımak istemiyor, milliyetçi ve bölgeci refleksler giderek yükseliyordu. Enflasyon %40’larda seyrediyordu. 800 bin işçinin iş bulabilmek için ülkeyi terk etmesine rağmen işsizlik %13 oranındaydı. Nihayet SSCB ve Doğu Bloku’ndaki çözülme süreci, iki kutuplu dünya koşullarında nefes alma şansı bulan, hatta 60’lı yıllarda “Bağlantısızlar Hareketi” gibi iki ana kutbun dışında eksen oluşturmaya bile girişebilen Yugoslavya’nın “fişinin çekilmesine” sebep olacaktı.
YKP’nin önder rolünü terk ettiğini açıklamasıyla birlikte federal devletin merkezindeki bürokratlar temsil ettikleri yerel cumhuriyetlere çekilerek, parçalanacağı kesinleşen Yugoslavya’nın mirasına konmak üzere kavgaya tutuştular. Emperyalist devletler ise kapitalizme tamamen açılan Balkanlar üzerinde hegemonya mücadelesine girişmek üzere farklı cumhuriyetleri desteklediler. SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla tarihsel zaferlerini ilan eden emperyalist-kapitalist haydutlar, sonsuz barış çağı olacağını iddia ettikleri “Yeni Dünya Düzeni” şerefine kadeh kaldırıyordu. İlk kadehlerini Yugoslav halklarının kanıyla doldurdular.
Emperyalist güçlerin Yugoslavya topraklarında oynadığı uğursuz role işaret eden Kerem Dağlı, iç savaş sürecini de bütünlüklü bir şekilde ele aldığı yazısında şöyle diyor:
“(…) iç savaşın tek galibi emperyalist-kapitalist güçler ve asıl mağlûbu da bölge halklarıdır. Bu savaşın emperyalistler açısından anlamı, kurulmakta olan yeni dünya düzeninin çerçevesinin çizilmesi ve yeni ‘av sahaları’nın bu temelde paylaşılmasıydı. Dolayısıyla, uzun bir aradan sonra 90’lı yıllarla birlikte tekrar kızışan emperyalist hegemonya yarışının ilk kapışmaları, Alman ve ABD emperyalizmleri arasında bu coğrafyada yaşanmıştır. Henüz Yugoslavya’nın çözülme sürecinin başında, AB’nin motor gücü Almanya’nın, yanına Avusturya’yı ve Vatikan’ı da alarak Hırvatistan ve Slovenya üzerinde giriştiği oyunlar karşısında ABD de, Bosna-Hersek üzerinden duruma müdahil olmuş ve kısa sürede ipleri eline almıştır. Geriden gelen Rusya (ve bir ölçüde Çin) ise tarihsel ve siyasal bağlara sahip olduğu Sırbistan’ı destekleyerek ABD emperyalizminin karşısında engelleyici olamasa da yavaşlatıcı bir etki yaratmaya çalışmıştır. Bu açıdan bakıldığında eski Yugoslavya topraklarında yaşanan savaşlar, emperyalist kamplaşmanın ilk sinyallerini vermesi bakımından önemlidir…” (Kerem Dağlı, Emperyalizmin Balkanlaştırma Operasyonu Devam Ediyor, Marksist Tutum, Haziran 2006)
Emperyalist kamplaşma devam ediyor
Sırbistan, Karadziç ve Ratko Miladiç başta olmak üzere savaş suçlularını gizlemekle suçlanmaktaydı. Bunca zamandır yakalan(a)mayan Karadziç, ülkesindeki milliyetçi kesimler tarafından halen “milli kahraman” olarak görülüyor. Karadziç’in yeri elbette bilinmiyor değildi. Nasıl oldu da Karadziç, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da bir toplu taşıma aracında yakalanıverdi? Sırbistan hükümeti, milliyetçi gruplardan tepki göreceğini bildiği halde neden böyle bir riske girdi?
Sırbistan AB’ye üyelik için öngörülen İstikrar ve Ortaklık Anlaşmasını imzalayabilmek üzere AB’nin öne sürdüğü şartları yerine getirdiği bir süreçten geçiyor. Hırvatistan bu yıl AB üyeliği için atağa kalktı. Sırbistan egemenleri bölgedeki diplomatik gücü Hırvatistan’a kaptırmak tehlikesiyle karşı karşıyalar. Dolayısıyla, AB’ye “savaş suçlularını adalete veriyoruz” mesajı veriliyor. AB emperyalizminin Sırbistan’dan savaş suçlularını teslim etmesini istemesi, insan haklarına ve adalete verdiği ehemmiyetten değildir elbette. Dümeni AB’ye doğru kıran mevcut Sırbistan yönetimi de, demokratik ya da insani sorumluluk adına değil, bugünkü siyasi hesapları ve çıkarları gereği Karadziç’i yakalayıp teslim etmiştir. Sırbistan’daki iç mücadele sürmektedir ve mevcut dünya şartlarında egemen sınıfın milliyetçiliğe oynamaya daha yatkın kesimlerinin ileride dümeni Rusya’ya doğru kırmayacağının garantisini kimse veremez.
Karadziç gibi soykırım emri veren katiller elbette yargılanmalıdır. Peki insanlık suçu işleyen Karadziç’i kim yargılayacak? Bugün Karadziç’i yargılayan güçler Karadziç’ten çok daha fazla insanlık suçu işlemiştir ve halen de işlemektedir. Karadziç’in yargılaması ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, ezilenler açısından adalet yerini bulmuş olmayacaktır. Paylaşım kavgalarından, soykırımlardan çıkar sağlayan kapitalistler dünyaya egemen olduğu sürece “adalet”, ezilenlerin değil “ezenlerin adaleti” olacaktır. Yaşanan tüm acıların kaynağı kapitalizmdir. Bugüne kadar yüzmilyonlarca insanın kanına giren ve insanlığa tarifsiz acılar yaşatan kapitalizme son verilmediği sürece, savaşların, etnik temizliklerin, soykırımların sonu gelmeyecek.
Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da ve son günlerde Kafkasya’da tırmanan savaş süreci, sermayenin egemen olduğu bir dünyada rekabetin, savaşların, milliyetçiliğin ve soykırımların son bulmayacağını tüm çıplaklığıyla sergilemektedir. Kapitalist ülkeler arasında rekabetin ve hegemonya mücadelelerinin şiddetlenmesine paralel olarak, halkların beynine zerk edilen milliyetçilik zehrinin dozu da arttırılmakta, yeni soykırımların yolu döşenmektedir. Milliyetçilik zehrini, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını ve mücadelesini örerek etkisiz kılmak hayati önem taşımaktadır. İnsanlığın kurtuluşu için başka seçenek yok!
link: Kemal Erdem, Karadziç Yetmez, Emperyalistler de Yargılanmalı!, 1 Eylül 2008, https://marksist.net/node/1881
CHP sol mu?
Kandil