Yaşlı yerküremiz yeni bir isyan dalgasına tanık oluyor. Gözbebekleri dışarı fırlamış aç insanlar, üzerlerine sıkılan kurşunlara ve kafalarına inen polis coplarına aldırmadan, bir dilim ekmek bulabilmek için her yere saldırıyor, polisle çatışıyor, hükümet deviriyorlar. Mısır’dan Haiti’ye kadar 30’dan fazla ülkede yüzbinlerce insan sokaklara dökülmüş durumda. Yıllardır her türlü baskıya, zulme ve zorluğa katlanmış kitleler, açlığın verdiği cesaretle ve öfkeyle yürüyorlar. Yollarını kesen asker ve polis barikatlarının etrafını sarıyor, üzerlerine doğrultulmuş silahlara rağmen “açız” diye haykırıyorlar. Haiti’de, televizyon muhabirinin uzattığı mikrofona konuşan kızgın kalabalık hep bir ağızdan bağırıyor: “Bu çok saçma, depolar ve mağazalar yiyecek dolu ama biz açız. Hükümet en temel ihtiyaçlarımızı bile karşılamaktan aciz. O halde neden orada oturmaya devam ediyorlar? Neden çekip gitmiyorlar? Ya bize yiyecek versinler ya da istifa etsinler!”
Ekmek fiyatlarının bir ayda 5 kat arttığı Mısır’da ise, burjuvazinin ve onun eli kanlı “firavun”u Hüsnü Mübarek’in korku dolu bakışları altında, kitleler, kendilerini durdurmaya çalışan polislere taşlar ve sopalarla karşılık veriyorlar. Polis ise zırhlı panzerlerin içinde kalabalığın üzerine otomatik tüfeklerle ateş açıyor. Ancak bu kez polis şaşkın, çünkü kitleler kaçmıyorlar. Birkaç adım geri çekilip tekrar saldırıya geçiyorlar. Kalabalığın içinde kadınlar da var, çocuklar da. Kafaları, gözleri patlamış, elleri yüzleri kan içinde insanlar, ama gözlerinde sömürücüler sınıfına duydukları derin kinin yansımaları. Ağızlarından çıkan sözcükler, Mısır’da da aynı Haiti’de de, Fas’ta da, Filipinler’de de: Artık yeter! Kitleler, tıpkı Nazım’ın dizelerindeki gibi, ayakları kan içinde, demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak yürüyorlar, ekmeğe ve ete doymak için.
Geçtiğimiz yıl Fas, Yemen, Meksika, Gine, Moritanya, Senegal, Bangladeş ve Özbekistan’da açlık çeken kitleler isyan etmişti, ki bu isyanların bir kısmı aralıklarla halen devam ediyor. Son aylarda da Kamerun, Fildişi Sahili, Burkina Faso, Mısır, Etiyopya, Filipinler, Tunus, Endonezya, Haiti, Kamboçya, Bolivya, Arjantin ve Moğolistan gibi pek çok Asya, güney Amerika ve Afrika ülkesinde irili ufaklı halk ayaklanmaları yaşandı. Pakistan 20 yıl sonra gıda yardımlarını tekrar başlattı. Rusya süt, ekmek, yumurta ve yağ fiyatlarını altı aylığına dondurdu. Tayland’da gıda fiyatları sabitlendi. Hindistan, Çin, Vietnam ve Mısır gibi tahıl üreticisi ülkeler ihracat yasakları uygulamaya başladılar.
Oysa çok değil, daha on, onbeş yıl öncesine kadar burjuva ideologları zafer nidaları eşliğinde duyuruyorlardı kapitalizmin ne kadar mükemmel ve güçlü bir sistem olduğunu, her türlü hastalıklarından, savaşlardan ve krizlerden arındığını. Şimdiyse alarm zillerini çalıp bas bas bağırıyorlar efendilerini uyarmak için. IMF ve Dünya Bankasının yöneticileri, sorunun birkaç ay bile beklemeye tahammülü olmadığını, bir an önce bir şeyler yapılmazsa “gıda ayaklanmaları”nın çok daha fazla ülkeye yayılacağını, çok daha ciddi toplumsal altüstlüklerin yaşanabileceğini söylüyorlar. Polisin ve askerin saldırısına rağmen kaçmayan kitlelerin yapabileceklerine karşı patronlar sınıfını uyarıyorlar. Bunun birkaç yoksul ülkedeki münferit olaydan ibaret olmadığını, durumun çok daha vahim olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.
Kuşkusuz burjuva ideologların amacı açlık ve sefalet içindeki kitlelerin derdine çare bulunması değil, düzenin bekasının korunmasıdır. Bu yüzden IMF başkanı, “bildiğimiz ve geçmişten öğrendiğimiz üzere, bu sorunlar bazen savaşla sonlanabilir” diyerek burjuvaziye tehlikenin büyüklüğünü anlatmaya uğraşırken, Birleşmiş Milletler uzmanları da “acil önlem” çağrıları yapıp durdular. Uzmanların “acil önlem” diye kastettikleri, isyanların yaşandığı ülkelere 500 milyon dolarlık komik bir yardım yapılmasıydı, ama burjuva hükümetler isyancılara yiyecek yerine sopa, göz yaşartıcı gaz ve kurşun verilmesinin daha “ucuz” ve etkili olacağını düşünmüş olmalılar ki, tüm kolluk kuvvetlerini seferber ettiler. Pakistan tahıl ambarlarını korumak için asker ve polisi seferber ederken, Filipinler’de devlet başkanı tahıl satışlarının yönetimini M-16 tüfekli birliklere devretti. Bizde de MGK tarafından “asimetrik tehdit” olarak ilan edilen bu gelişmeler için bir köşe yazarı şöyle diyordu: “Ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik sistemleri için aç insanlardan daha tehlikeli bir istikrarsızlık nedeni gösterilebilir mi? İstikrarsızlık; kargaşa demek, demokratik rejimlerin temellerine dinamit konulması demek, isyan demek.”
Ekmek yoksa barış da yok!
Burjuvazi korkmakta gayet haklıdır. Çünkü bu isyan dalgasının gelip geçici bir hadise olmadığı, birkaç aylık süreç içerisinde 37 ülkeyi birbirinin peşi sıra sarsacak denli hızla yaygınlaşmasından ve kapitalist dünyanın içinde bulunduğu durumdan bellidir. Emekçi kitlelerin yaşam koşulları dünya kapitalizminin içine girmiş olduğu kriz süreci yüzünden daha da kötüleşmektedir. Emperyalist savaş sürecinin yıkıcı sonuçları da bu tabloya eklendiğinde kitlelerin yaşamı daha katlanılmaz bir hal almaktadır. Dolayısıyla, yaşanan isyan dalgasının devrimci ayaklanmalara dönüşmesi olasılığı hiç de az değildir. Zaten bazı burjuva ideologların çırpınması da bu yüzdendir.
Mevcut tabloya şöyle bir baktığımızda bile kaçınılmaz gidişatı kolayca anlayabiliriz. Temel gıda maddelerinin fiyatları son dönemde muazzam bir artış göstermiştir. 6,5 milyar nüfusu olan dünyamızda, hâlihazırda 1 milyardan fazla insan açlık çekiyor. Yoksul halkların temel gıda maddelerinden olan pirincin kilosu 1 dolara (dünya ortalaması) ulaşmış durumda, ama günlük ortalama gelir Afganistan’da 44, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 sent. 1,5 milyardan fazla insan ise günde 1 doların altında bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Bu sayı 2015 yılında 2 milyarı bulacak. Sadece geçtiğimiz bir yıl içerisinde, savaşlardan ve yoksulluğun sebep olduğu sorunlardan dolayı hayatını kaybeden insan sayısı, her iki dünya savaşında ölen toplam insan sayısından (yaklaşık 100 milyon) daha fazla. Yoksulluk ve sefalet koşulları, yaklaşık 4,5 milyar insan için günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş vaziyette.
Üstelik bu durum yeni değildir. 80’li yıllardan bu yana izlenen neo-liberal saldırılar dünyanın dörtte üçünü oluşturacak denli büyük olan bu nüfus üzerinde muazzam yıkımlara sebep olmuştur. Bu saldırıların ve emperyalist savaşın devam etmesinin proleter ve emekçi kitleler üzerinde yol açtığı sıkıntılar o denli katlanılmaz boyutlara ulaşmıştır ki, burjuva düzenin yıkılması zorunluluğu, her geçen gün biraz daha bariz bir şekilde ölüm kalım meselesi haline gelmektedir. Dünya, proleter kitlelerin şu veya bu sebeple isyan edecekleri bir sürece girmiştir. Bu ayaklanmalar dün Arjantin’de krizin faturasını ödemek istemeyen işçi sınıfının öfkesiyle başlamıştı, bugün de Haiti’de halkın yiyecek bir lokma ekmek bulamamasından kaynaklıdır. Her isyan dalgasının bir diğerini takip edeceği ve dalgaların arasının giderek sıklaşacağı, etki alanının giderek büyüyeceği açıktır. İşte burjuva ideologların “gıda ayaklanması” diyerek genel tablodan yalıtmaya çalıştıkları isyan dalgasını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Örneğin Mısır’da yaşanan olaylar, ayaklanmaların niteliğinin ve derinliğinin anlaşılabilmesi bakımından önemlidir. 76 milyonluk ülkede nüfusun %40’ı günde 2 doların altında bir gelire sahip. İşsizlik ve yoksulluk had safhada. Çok küçük bir azınlığı oluşturan bürokratik elitin ve burjuvazinin adamı olan Hüsnü Mübarek, 27 yıldır ülkeyi olağanüstü hal rejimiyle yönetiyor. Hiçbir muhalefete izin verilmiyor, sendikalar tamamen devletin güdümünde. 90’lardan itibaren yoğunlaşan neo-liberal saldırılar sonucu köylü nüfusun topraksızlaştırılarak proleterleştirilmesi süreci hızlandı. Kent merkezleri yoksulların yaşadığı varoşlarla çevrilmiş halde. Özelleştirmelerle burjuvaziye peşkeş çekilen devlet işletmelerinde tensikattan hak gasplarına kadar türlü saldırılar gerçekleştirildi. Bu işletmelerdeki işçilerin aylık ücreti ortalama 50 dolar. Kamu işletmelerinin ana gövdesini büyük tekstil fabrikaları oluşturuyor. Sadece Mahalla el-Kübra’daki fabrikada 24 bin işçi çalışıyor. Bu işçiler, sektörel olarak, dünyadaki neredeyse en düşük ücretleri alıyorlar.
Tam da bu koşullarda, yoksulluğun ve baskıcı rejimin pençesinde kıvranan halk, son aylarda yemeklik yağ ve pirincin fiyatının iki katına, ekmeğin ise beş katına fırlaması sonucu sokaklara döküldü ve polisle çatışmaya başladı. İlk yapılan gösterilerde 11 kişi polis tarafından öldürüldü. Yaralanan insanlar hastanelerde yataklara zincirlendiler. Bu, 31 yıl önceki “ekmek ayaklanması”ndan bu yana yaşanan en büyük isyandı. Zaten yıllardır ekmek kuyruklarında canından bezmiş halk, kararlı bir şekilde taleplerinde diretti. Bu isyan dalgası tekstil işçilerinin greviyle birleşince ortalık iyice karıştı. Pek çok farklı sektörde ve fabrikada çalışan işçiler de, bir işçi kenti olan Mahalla el-Kübra’daki tekstil işçilerinin grevine aktif destek veriyor. Hükümet, 6 Nisanda başlayacağı duyurulmuş olan grevi engellemeye kalkınca, işsiz yığınların da katılımıyla ayaklanma bütün kente yayıldı. Bunun yanı sıra ülkedeki Mübarek karşıtı en güçlü siyasal hareket olan Müslüman Kardeşler örgütü eylemcileri destekliyor. İçinde çeşitli kesimleri barındıran bir diğer muhalefet hareketi El-Kifaye (Artık Yeter) ise bizzat eylemlere katılmış durumda. Eylemlerin başını ise tekstil işçileri çekiyor.
Üstelik ne “ekmek ayaklanması” ne de tekstil işçilerinin grevi yeni şeyler değil. 90’lı yıllardan beri hem köylerde hem de kent varoşlarında bu tür ayaklanmalar sıkça yaşanıyor. Tekstil işçileri de özellikle 2004 yılından beri, özelleştirme kapsamındaki fabrikalarında grevler ve işgaller örgütlüyorlar. Talepleri ücretlerinin yükseltilmesi, berbat durumdaki çalışma koşullarının iyileştirilmesi, söz verildiği halde bir türlü ödenmeyen ikramiyelerinin ödenmesi ve erken emeklilik haklarına dokunulmaması. İşçiler, iki yıldan beri devletten bağımsız bir sendikal hareket örgütlemek için mücadele ediyorlar. Şimdiye kadar yaptıkları eylemlerden hep olumlu sonuç almış olan işçiler, bu yüzden son derece kararlılar.
Bir dilim ekmek için sokaklara dökülmüş olan yığınlara da öncülük eden Mahalla el-Kübra’nın tekstil işçileri, daha şimdiden tüm ülkede toplumsal muhalefetin simgesi haline gelmiş durumda. Eylemci işçilerin ve kitlenin en çok attığı slogan ise “devrim geliyor, bugün burada hükümet yok”. Mübarek rejiminin en büyük korkusu, ayaklanmanın tüm ülkeye yayılarak rejimi sarsacak bir harekete dönüşmesi. Bu yüzden de kendiliğinden sokaklara dökülen ve siyasal bir önderliğe sahip olmayan kitlelerle muhalefet gruplarını birbirinden yalıtmak için büyük çaba harcıyor. El-Kifaye liderleri ve üyelerinin birçoğu, “halkı ayaklanmaya ve şiddete teşvik”ten dolayı gözaltına alındı. Grevci işçilerle dayanışmak için kente girmek isteyen yargıçlardan, profesörlerden, siyasi eylemcilerden ve gazetecilerden oluşan kalabalık bir grup da engellendi. Olayları görüntülemeye çalışan gazeteciler gözaltına alındılar. Grevci işçilerden 7’si polis tarafından katledildi, yüzlerce işçi yaralandı. Şehre giriş çıkışlar yasaklandı, haber ajanslarının içeri girmesi engellendi.
Fakat bu baskıcı politikaların daha uzun vadede kitleleri sindirmesi mümkün değildir. Çünkü sorunların kaynağını “nüfus artışı” olarak açıklayan Mübarek’in tek yaptığı, ekmek üretiminin arttırılması ve ekmek kuyruklarının kaldırılması için talimat vermek. İç ve dış politika alanında gittikçe daha fazla köşeye sıkışan rejimin, yıllardır sözünü ettiği “geniş çaplı” reformlardan hiçbirini gerçekleştirebilecek gücü ve niyeti yok. Dolayısıyla toplumsal çelişkiler günbegün daha fazla şiddetleniyor ve burjuvazinin yaptığı her şey emekçi kitlelerin tepkisini arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Ekmek bulamıyorlarsa çamur yesinler!
Bu gerçekliğe ikinci bir örnek de, dünyanın diğer ucunda yer alan Haiti’de yaşanan gelişmelerdir. Halkın %80’inin günde 2 doların altında bir gelirle “sürünmeye” mahkûm edildiği Haiti, BM’nin dünya fakirlik endeksinde 177 ülke arasında 150. sırada yer alıyor. Yüksek hayat pahalılığı ve işsizlik, temel besin maddelerinde yaşanan kıtlık ve kokuşmuş bürokrasi yüzünden halk infial halinde. Emperyalistlerin güdümündeki hükümetlerin uyguladığı saldırı programları yüzünden toplam gelirin neredeyse %80’i gıda ithal etmek için kullanılıyor. Açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insanın başlıca besin kaynağı “çamur kurabiyeleri”. Haitili “baldırı çıplaklar”, ne ekmek ne de “pasta” bulabildikleri için çamurla karınlarını doyuruyorlar. Çamur, tuz ve çeşitli otların karışımından yapılarak güneşte kurutulan bu kurabiyelerin tanesi 5 sentten satılıyor. Bir kap pirincin fiyatı ise 60 sent.
Bu koşullarda başlayan açlığı ve gıda fiyatlarının artışını protesto gösterileri kısa sürede tüm ülkeyi sardı. Yiyecek satan dükkânların ve BM’ye ait gıda depolarının yağmalanmaya başlanması üzerine polis 5 göstericiyi öldürdü ve 40’tan fazla kişi de yaralandı. Fakat bu müdahale göstericilerin öfkesinin daha da artmasına yol açtı. Ayaklanan onbinlerce insan başkanlık sarayının kapısına dayandı. Sarayı koruyan BM “Barış Gücü”ne bağlı askerler ise ancak üzerlerine ateş açarak kalabalığı durdurabildiler. İşçilerin ve yoksulların yaşadığı varoşlara polis ve asker giremiyor. Tüm kent merkezlerinde çatışmalar yaşanıyor ve sürekli olarak devlete ait binalar yakılıyor. Ülkede yaşam felce uğramış durumda. ABD ve Kanada elçilikleri de göstericilerin öfkesinden nasibini aldı. ABD elçiliği geçici olarak kapatıldı ve yabancı diplomatlar ülkeyi terk etti. Ayaklanmaların basıncına dayanamayan başbakan ise sonunda istifa etti. Hükümetin tek yapabildiği, gıda fiyatlarının düşürüleceğini ve üretimin arttırılacağını söylemek oldu. BM yardım fonu ülkeye 3 milyon dolar hibe ederken, Chavez de 364 ton gıda maddesi göndereceğini açıkladı.
Oysa kitlelerin isteği BM askerlerinin kayıtsız şartsız ülkeden çekilmesi ve sefalet koşullarının kalıcı olarak düzeltilmesi. Dolayısıyla da yaşanan isyanın kısa vadede dinmesi mümkün değil. Tıpkı Mısır’da ve diğer örneklerde olduğu gibi, derin toplumsal çelişkilerin basıncıyla açığa çıkmış yığınların öfkesinin fasılalı bir şekilde patlamaya devam edeceğini söyleyebiliriz.
Mısır ve Haiti’dekiyle aynı sebeplerden dolayı, Bangladeş’te de işçiler başkent Dakka sokaklarını işgal ettiler. Her yerde olduğu gibi burjuvazinin kolluk güçleri biber gazı ve cop kullanarak kalabalığı dağıtmaya çalışsa da protestoları durduramadı. Göstericilerin üzerine açılan ateş sonucu çok sayıda işçi yaralandı. Ülkenin pek çok bölgesinden gelen onbinlerce tekstil işçisi, artan gıda fiyatları karşısında ücretlerinin de arttırılması talebiyle kitlesel grevler düzenliyorlar. Grevler ülkeyi yöneten diktatörlük rejimini sarsacak boyutlarda. Çünkü dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Bangladeş’te de nüfusun %40’ı açlık sınırının altında yaşıyor. Asgari ücretle çalışan bir işçi, gelirinin yaklaşık %70’ini yiyecek almaya ayırmak zorunda. İşçilerin ezici çoğunluğu asgari ücrete çalışıyor ve asgari ücret 2006 yılından beri 25 dolar. Oysa gıda fiyatları aynı dönemde üç kat arttı. 150 milyon nüfuslu ülkede 30 milyon insan günde sadece bir öğün yemek yiyebiliyor.
Bir kuzey Afrika ülkesi olan Tunus’ta da, hayat pahalılığını ve işsizliği protesto eden göstericiler polisle çatıştılar. Göstericilerin başını maden işçileri çekiyordu. Gıda maddelerini büyük ölçüde ithal eden ülkede fiyat artışı sürüyor. Afrika’nın batısında bulunan Burkina Faso’da da, birçok kentte, gıda maddelerindeki fiyatların artması ve ücretlerin düşüklüğü yüzünden grevlerle birlikte gelişen gösteriler düzenlendi. Çağrılarına kulak tıkayan ve kendilerine “insanlar istedikleri kadar yürüyebilirler fakat hiçbir şey değişmeyecek” diye cevap veren başbakana karşılık olarak sendikalar, Nisan ayının başında tüm hayatı felce uğratan bir genel grev örgütlediler. Sendikalar ücretlerin en az %25 arttırılmasını, yakıt ve gıda maddelerinden vergi alınmamasını talep ediyorlar. Polis, bankaları ve devlet binalarını korumakla yetiniyor. Nüfusun %46’sını oluşturan 14 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede gösteriler devam ediyor.
Burkina Faso’yu Moritanya, Fildişi Sahilleri, Senegal, Etiyopya ve Kamerun izledi. Gıda zamları nedeniyle sokaklara dökülen halk yığınları hemen her ülkede polisle çatıştı ve pek çok insan polis kurşunlarıyla can verdi. Kamerun’da geçtiğimiz Şubat ayında 100’den fazla kişinin hayatını kaybettiği ve binlerce kişinin tutuklandığı gösterilerden sonra devlet başkanı, ücretleri %15 arttırmış ve balık, pirinç, yağ gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarını dondurmuştu. Ancak bu geçici önlemler gösterileri yine de durduramadı, Nisan ayında da polisle çatışan 40 gösterici öldürüldü.
Dünyanın bir başka ucu olan Moğolistan’da da binlerce işçi artan gıda fiyatlarına karşı önlem alınması talebiyle gösteriler düzenledi. Onbinlerce gösterici, ellerinde “gıda fiyat artışlarını durdurun”, “işçi sınıfının ücretlerini arttırın” yazılı pankartlarla yürüyüş gerçekleştirdiler. Gösterileri örgütleyen sendika konfederasyonu başkanı, yaptığı açıklamada “hükümetten, bir avuç şirketi zengin ederken binlerce Moğolistanlının hayatını zorlaştıran tüketici fiyatlarındaki artışı durdurmak için somut adımlar atmasını istediklerini” söyledi. İşçiler talepleri karşılanmazsa genel greve gideceklerini açıkladılar. Aslında bir tarım ülkesi olan Moğolistan’da, hükümetin hayata geçirdiği neo-liberal saldırılar yüzünden açlık sıkıntısı baş göstermiş bulunuyor.
Açların isyanından devrimci ayaklanmalara
Görüldüğü gibi açlık çeken, hayat pahalılığı yüzünden en temel geçim araçlarına bile sahip olamayan kitlelerin çığlıkları dünyanın dört bir yanını sarmış durumda. Ancak burjuvazi “gıda ayaklanmaları” diye kategorize ederek, bu isyanların aslında arkadan gelen çok daha büyük bir devrimci dalganın öncüleri olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Bunun bir sebebi gerçeği kendine bile itiraf etmekten kaçınması ise, diğeri de kitlelerin kafasını bulandırarak sınıf mücadelelerinin tarihiyle bağ kurmalarını engellemektir. Oysa tarih bunun örnekleriyle doludur. Özellikle devrimci durumlara gebe olan emperyalist savaş ve kriz dönemlerinde, milyonlarca insanı etkileyen ve açlıktan kırılmalarına sebep olan uzun süreli, kronik kıtlıkların yaşandığı bilinir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşının öncesinde Çarlık Rusya’sını ve doğu Avrupa’yı sarsan kıtlık, önce 1905 devrimine ve sonrasında da Ekim Devrimine giden yolun açılmasında önemli rol oynamıştır. 1911’de Fransa’nın kuzeyinde, savaş boyunca (1916-17 yılları arasında) İngiltere’de, yine 1917’de New York’ta ve Almanya’da, 1918’de Barselona’da açlık yüzünden kitleler isyan etmişler ve kitle grevleriyle tüm Avrupa’yı sarsmışlardı. Ardından da devrimci ayaklanmalar gelmişti.
Savaş öncesinde, Avrupa’nın, Rusya’nın ve Amerika’nın pek çok kentinde, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu proleter yığınlar ardı ardına protesto gösterileri yapıyor, büyük marketleri ve yiyecek satan dükkânları yağmalıyor, polis ve askerlerle çatışıyorlardı. Hükümetler fiyatları sabitleme yoluna gidiyor, fakat kitleler fiyatların düşürülmesini talep ediyorlardı. Kendiliğinden gelişen bu eylemler, çoğu kez sendikaların grev çağrısıyla birleşiyor ve kısa sürede siyasi bir içeriğe bürünüyordu. Bu ayaklanmalar kuşkusuz gıda maddeleriyle sınırlı değildi. Aç ve sefil duruma düşürülmüş yığınlar, ekmek fırınlarının yanı sıra kömür vagonlarına da saldırıyor ve ihtiyaç duydukları tüm geçim maddeleri için aynı eylemlere başvuruyorlardı. Emperyalist metropolleri kasıp kavuran bu ayaklanmalar 40’lı yılların sonlarına kadar aralıklarla sürmüştür.
Öte yandan, aç kitlelerin isyanıyla sarsılan ülkelerin çoğu “en yoksullar” grubundan olsalar da, insanları sokağa döken toplumsal çelişkiler, daha gelişmiş kapitalist ülkelerde de hızla olgunlaşmaktadır. Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkelerin derhal tedbir almaya başlamaları boşuna değildir. Bunları da emperyalist metropoller takip edecektir. 1929’daki Büyük Bunalımda ABD’de milyonlarca insanın bir tas çorba için oluşturduğu uzun kuyrukları unutmamak gerekir. Kaldı ki bugün ABD’de, devletin yoksullara verdiği gıda karnesiyle ayakta kalmaya çalışanların sayısı 26 milyona çıkmış bulunuyor. Yani sözde “rüyalar ülkesi”nde bile her 100 insandan 9’u her an açlıktan ölme tehdidiyle burun buruna yaşıyor.
Üstelik bugün dünyanın pek çok ülkesinde patlak veren ayaklanmalara katılan toplumsal katmanlar, burjuvazinin lanse ettiği gibi lümpen kesimlerden ya da kır yoksullarından ibaret değildir. Aksine bu ayaklananların ana gövdesini, burjuva ideologların deyişiyle “kent yoksulları”, yani proletarya oluşturuyor. Dünya ölçeğinde gıda fiyatlarındaki her %1’lik artış, kentlerde yaşayan 16 milyon insanı daha açlığın pençesine itiyor.
Burjuvazinin gizlemeye çalıştığı bir başka gerçek ise, ayaklanmalara yol açan nedenlerin ne olduğudur. Burjuva iktisatçılar gıda fiyatlarındaki artışı küresel ısınma sonucu tarım alanlarının tahrip olmasına, gıda maddelerinin bio-yakıt olarak kullanılmasına, emperyalist ülkelerdeki tarım sübvansiyonlarına, aşırı nüfus artışına vs. bağlıyorlar. Bunların her birinin birer etken olduğu muhakkaktır, ama sonuçta bu etkenleri ortaya çıkaran da kapitalist sistemin ta kendisidir. Üstelik dünya üzerinde mevcut olan ve atıl vaziyette duran milyonlarca hektarlık ekilebilir araziyi ve gıda tekellerinin stoklarında bulunan milyonlarca ton gıda maddesini de görmezden geliyorlar. Açlık çeken ülkelerin hemen hepsinin aslında birer tarım ülkesi olması bunun en önemli kanıtıdır. Milyarlarca insanın varlık içinde yokluk çekmesine sebep olan kapitalist sistemin kendisidir. Bolluk arttıkça, yani daha fazla gıda maddesi üretildikçe açlık çeken insanların sayısı çoğalmaktadır. İşte kapitalizmin çelişkisi!
Kapitalist sistemin bu çelişkisi, gıda maddeleriyle de sınırlı değildir. Nitekim ayaklanmaların yaşandığı ülkelerin hepsinde de kitleler, yiyecek ekmeğin yanı sıra daha iyi ücret ve çalışma koşullarının sağlanmasını da istiyorlar. Bu yüzden de hemen her örnekte başı çekenler işçi sınıfının görece daha örgütlü olan sendikalı kesimleridir. Ne var ki, devrimci bir örgütlülükten ve önderlikten yoksun olan isyancı kitleler asıl vurmaları gereken noktanın kapitalizmin temelleri olduğunu henüz göremiyorlar. Haiti örneğinde olduğu gibi başbakanı görevden aldıracak kadar ileri gidebilmelerine rağmen, şimdilik kapitalizmin sınırlarının ötesine geçemiyorlar. Ancak tüm bu eksiklikler, dünya kapitalizminin içine girmiş olduğu sürecin niteliğini ve her seferinde daha güçlü bir şekilde gelecek olan isyan dalgalarıyla sarsılacağı gerçeğini değiştirmiyor. Burjuvalar ise “korunaklı” kalelerinde kendilerini sağlama almaya çalışıyorlar. Fakat tıpkı Roma İmparatorluğunun çöküşüne sebep olan sonu gelmez barbar akınları gibi, proleter kitlelerin ve ezilen halkların yarattığı isyanlar da dalga dalga bu kalenin duvarlarına çarpacak ve sonunda sermayenin saltanatını onun başına yıkacaktır.
link: Kerem Dağlı, Açlık Ordusu Yürüyor!, Mayıs 2008, https://marksist.net/node/1785
1 Mayıs ve Burjuva Demokrasisinin Sahtekârlığı
1 Mayıs 2008’in Ardından