2008 yılı 1 Mayıs’ı her ne kadar Türkiye’nin onlarca kentinde çeşitli eylemlerle kutlanmışsa da, güne damgasını vuran İstanbul’da yapılamayan miting oldu. Taksim’i işçi sınıfına men etmek isteyen egemenler, İstanbul’u devlet terörü ablukasına almakta ve hatta tüm Marmara bölgesinde sıkıyönetim koşullarını uygulamakta beis görmediler. Böylece egemenler 1 Mayıs öncesinde başlattıkları korku kampanyasını bu kez açık şiddet yoluyla doruk noktasına ulaştırmış oldular. Bayatlamış “provokasyon olacak” söyleminin ardına sığınarak hayata geçirilen devlet terörü, “provokasyon”un ta kendisi olmuştur.
Gerek uyguladığı bu devlet terörüyle gerekse de 1 Mayıs öncesi yürüttüğü sinsi oyalama taktiğiyle AKP’nin işçi düşmanı yüzü daha da belirginleşti. Tabii sadece AKP’nin değil, onu demokratlık halesine bürüyen liberal kılıklı tayfanın da gerçek yüzü daha iyi görünür oldu. Bunların bir kısmı yapılanın çok yanlış olduğunu itiraf etmek zorunda kalırken, bir kısmının da demokratlığının dibi göründü. Konu işçi olunca, o hassas demokratik yüreklerin (!) ne denli nasır bağlamış olduğu alenen ortaya çıktı. AKP’yi 1 Mayıs dolayısıyla eleştiren bazı liberaller, “AKP niye bu aptallığı yaptı” yollu değerlendirmelerde bulundular ve “AKP 1 Mayıs jesti yaparak kitle sempatisi kazanmaya çalışsaydı daha akıllıca davranmış olurdu” dediler.
Oysa AKP uzak kökleri itibariyle zaten azılı bir işçi düşmanlığı geleneğinden geldiği gibi, Türkiye’deki neo-liberal burjuva gericiliğinin de en ileri partisi konumundadır. İşte, liberallerin üstünden atladığı ya da suskunlukla geçiştirmeye çalıştığı gerçeklik de budur. AKP’nin temel derdi, hep diğer egemen burjuva güçlere kendini ispatlamak olmuştur. Dolayısıyla AKP, başka konularda çatıştığı diğer egemen güçlere, işçi düşmanlığında selam çakarak rüştünü ispatlamaya çalışmıştır.
İşin egemenler cephesine ilişkin olarak, sonuçta devletin gözünde en büyük düşmanın, başka her şey bir yana, işçi sınıfı ve onun militan mücadelesi olduğu gün gibi açığa çıkmıştır. Bu vahşi abluka ve devlet terörü aynı zamanda düzenin çürümüşlüğünü de gözler önüne sermiştir. Ve işçi sınıfı elbet bir gün bu zulmün, o atılan tekmelerin, gaz bombalarının, plastik mermilerin, indirilen copların, sıkılan tazyikli suların, hepsinin hesabını soracaktır. Ancak işçi sınıfı devrimcileri açısından şimdi esas bakılması gereken yer, bu 1 Mayıs’ın işçi hareketi açısından ifade ettiği anlamdır.
1 Mayıslar işçi hareketinin durumunu, ruh halini yansıtan bir gösterge, bir barometre niteliğini taşır. 1 Mayıs mitinglerine işçi kitlelerinin katılım düzeyi, ne ölçüde coşkulu oldukları, mitinglere iş bırakarak gelinip gelinmediği, mitinglerin genelde disiplin ve örgütlülüğü, mitinglerde ifade bulan temel talep ve mesajların sınıfın diğer geniş kesimlerini ve genelde diğer emekçi katmanları ne ölçüde sarıp sarmaladığı ve böylece sonrasındaki mücadele sürecine olumlu bir itilim verip vermediği gibi ölçütler temelinde değerlendirme yapmak gereklidir. İşçi sınıfının büyük önderlerinin ve proleter devrimcilerin yaklaşımı böyledir.
Bu 1 Mayıs’ın somut değerlendirmesine girişmeden önce, geçtiğimiz ay yazdığımız şu satırları hatırlatalım: “Bu 1 Mayıs, aynı zamanda, geniş işçi yığınlarının AKP’ye yönelik beklentilerinin kırılmaya ve yavaş yavaş bir hoşnutsuzluğun filizlenmeye başladığı, sınıf hareketinde küçük de olsa kıpırdanmaların görüldüğü, yoksul Kürt emekçi kitlelerin ulusal temelde yeni bir canlanma içinde oldukları bir döneme denk geliyor. Dolayısıyla, saldırılar ve başlamakta olan kriz de birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki 1 Mayıs işçi sınıfındaki kıpırdanışların gelişmesi bakımından da anlamlı bir fırsat ifade ediyor.” (1 Mayıs’a Doğru, MT, Nisan 2008)
Biz bu satırları yazdıktan sonra Nisan ayı içinde özellikle SSGSS karşıtı grev, gösteri ve mitinglerle işçi sınıfındaki kıpırdanışlar daha da devam etti. Böylece 1 Mayıs’a yaklaşan süreç son yılların nispeten en elverişli koşullarını yaratmıştı. Geçen sayıdaki değerlendirmemizde, geçtiğimiz yılın 1 Mayıs’ında işçi sınıfının birleşik ve kitlesel bir miting bile yapamaz duruma düşürülmesi sonucunu doğuran tutumları eleştirerek uyarıda bulunmuş ve 1 Mayıs’a nasıl yaklaşılması gerektiğini de ortaya koymuştuk: “Bugün de burjuva siyaset arenasında it dalaşının kızıştığı bir atmosferde işçi sınıfını benzer bir duruma düşürmemek için sınıf devrimcileri tüm gayreti göstermelidirler. Bunun için birleşik, kitlesel, coşkulu, işçi sınıfının daha geniş kesimlerinde mücadele şevki uyandırmaya hizmet edecek bir 1 Mayıs hedeflenmelidir. 1 Mayıs tek bir gün olarak algılanmamalı, öncesinde anlamlı etkinlik ve örgütlenmelerle mümkün olduğunca geniş işçi kesimleri yaygın biçimde bilinçlendirilmeye ve harekete geçirilmeye çalışılmalı, sonrasında da 1 Mayıs’ın enerjisiyle bu çabalar daha da pekiştirilmelidir.” (age)
Ne var ki doğan sonuç tam da uyarılarımızı haklı kılacak türde oldu. İşçi sınıfının geniş kitleleri bir yandan son dakikaya kadar sendika bürokrasileri tarafından oyalanarak belirsizlik içine itilmiş, diğer yandan da devlet eliyle terörize edilmiştir. İşyerlerinde 1 Mayıs’a katılım doğrultusunda hiçbir ciddi organizasyon yapmayan, iş bırakmayı gündemine bile almayan sendika bürokratları, tüm bunlara rağmen, basın önünde Taksim’e en az 500 bin kişinin yığılacağını, bunun için de binlerce otobüsün kent dışından geleceğini söyleyerek caka sattılar. Bu arada da hükümet yetkilileriyle görüşmeler yaparak kamuoyunda sanki izin alınacakmış havasını yarattılar. Bir yanda hükümetin diğer yanda ise sendika bürokrasisinin aslında işi belirsizleştirmeyi amaçlayan tutumları, işçi ve emekçi örgütlerinin somut durumu uyanıkça kavrayıp ona göre hazırlanmalarını engelledi. Son güne gelindiğinde ise aynı bürokratlar, yolların kesileceği gerekçesiyle işçilere otobüslerle gelmemelerini söylediler ve onları kendiliğindenliğe terk ettiler. İşte bu ortamda da devlet güçleri fütursuzca terör estirebildiler.
Peki, işçi hareketinin genel örgütsüzlük durumu ortadayken, bu durumu değiştirmek için parmaklarını bile kıpırdatmayan sendika ağalarının, sorumluluğunu almaksızın ve gereğini yerine getirmeksizin Taksim diye tutturmasını nasıl açıklamak gerekir? Aslında sendikal konfederasyonların tepe bürokratları dün olduğu gibi bugün de kendi çıkarlarının ve gündemlerinin peşindedirler. Meslek odaları, DİSK yönetimi ve KESK içindeki reformist kesimler “Taksim” diyerek devrimcilik taslasalar da, Taksim’de tarihsel bir 1 Mayıs mitinginin gerçekleştirilmesi için gerekeni yapmamışlardır. Böylece bunlar “Taksim” hedefini, “AKP hükümetini gözden düşürme” planlarının basit ve içi boş bir eklentisi düzeyine indirgemişlerdir. Türk-İş üst bürokrasisi ise bu yıl Taksim için izin isteyeceği havasını yaratarak, son tahlilde işçi emekçi kitlelerin AKP hükümetini telin mitingine dönecek bir 1 Mayıs’ı çaktırmadan engelleme kurnazlığıyla hareket etmiştir.
Sonuç olarak 1 Mayıs bir kez daha sendika bürokrasisinin kumpasıyla burjuva it dalaşına alet edilmiştir. Son dönemlerde işçi hareketindeki mütevazı da olsa olumlu atmosferin, sınıf hareketindeki kıpırdanışların 1 Mayıs’ta yansımasını bulması ve böylece sınıfın daha bir moral kazanması fırsatı, burjuvazi ve sendika bürokrasisinin işbirliğiyle berhava edilmiştir. Türkiye proletaryasının kalbi olan İstanbul’da geniş işçi kitlelerinin yaşanan saldırılara kitlesel bir tepki göstermesi olanağı çalınmıştır. Verili örgütlülük düzeyinin ne denli yetersiz olduğu bilinmesine rağmen, blöf derecesine varan abartılı bir “Taksim” söylemi tutturulması fakat pratikte “Taksim” hedefinin hiçbir gereğinin yerine getirilmemesi, bu yılki 1 Mayıs’ın işçi sınıfına moral vereceğine moral kaybıyla sonuçlanmasına neden olmuştur.
2007 ve 2008 1 Mayısları şunu çok net gösteriyor ki; “Taksim”, hem sendika bürokrasisinin günahlarını hem de sosyalist solun sınıfın geniş kesimlerinden ne denli kopuk olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için kullanılan bir şal haline getirilmiştir. Meseleyi değerlendirmek için elimizdeki temel ölçüt işçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Bunu es geçen, hatta bunu değerlendirmesinin temeline oturtmayan her türlü yaklaşım niyet ne olursa olsun hafifliktir. Fabrikalarda, işçi mahallelerinde sınıfı bilinçlendirmek ve örgütlemek için anlamlı, dişe dokunur bir çalışma yapmayıp, ter akıtmaktan kaçanların, 1 Mayıs’a ilişkin takındıkları tutumların politik ciddiyetle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunu yapanlar şayet devrimcilerse, bunun da işçi sınıfı devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Bu tutum ancak kendi ruhunu rahatlatmak isteyen küçük-burjuvanın devrimciliğine yakışır. Artık bu sorunları daha ciddi ve ağırlıklı biçimde gündeme getirmenin zamanı gelmiştir. Burada ancak kısa bir değerlendirme yapmakla yetinmek durumundayız, fakat bu sorunlar daha geniş biçimde ele alınmalı ve tartışılmalıdır. Bu görev, işçi sınıfının örgütlenip ayağa dikilmesi açısından son derece büyük bir önem taşıyor. Bunun gereğini yerine getirmek, örgütlü her proleter devrimcinin boynunun borcu olmalı.
link: Marksist Tutum, 1 Mayıs 2008’in Ardından, Mayıs 2008, https://marksist.net/node/1786
Açlık Ordusu Yürüyor!
Dünyanın En Zenginleri ve “Başarıları”