Batı’da olduğu gibi halk kitlelerini kucaklayan bir burjuva devrimle kurulmayan, devlet kurucu bürokrasi tarafından tepeden biçimlendirilen Türk parlamenter sistemi sık sık yinelenen askeri darbelerle sarsılmaya alışkındır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin yanı sıra, post-modern darbe diye nitelenen 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi ve son olarak da e-muhtıra olarak anılan 27 Nisan tarihli Genelkurmay muhtırası bu konuyu yeterince gözler önüne seriyor.
Türkiye’de 12 Eylül askeri-faşist rejiminin siyasal ve sosyal yaşamdaki izleri henüz tamamıyla tasfiye edilmemiş, 12 Eylül rejiminin işçi hareketinde ve devrimci mücadelede açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmamışken Türkiye yeni bir askeri darbe tehdidi ile sarsılmaya başlamış bulunuyor. Darbeci güçlerin emellerine ulaşıp ulaşamayacakları konusunu bir yana bırakacak olsak bile, mevcut siyasi krizin “artık askeri darbeler olmaz” diyenlerin elini zayıflattığı açık bir gerçektir. Yaratılan cumhurbaşkanlığı krizi sürecinde hükümete askeri muhtıra ile dayatılan erken seçim sürecinin, “AKP kazanırsa askeri darbe olur” tehdidi altında yürütülmesi Türk tipi burjuva demokrasisinin nefessizliğini fazla sözü gerektirmeyecek şekilde ortaya koyuyor. Bu durumda, 2004 Ekiminde basılan Bonapartizmden Faşizme adlı kitabımızdan seçtiğimiz kimi önemli tespitleri bir kez daha gündeme getirmemiz sanırız fazladan bir tekrar olmayacak.
* * *
Burjuvazi gerekli gördüğünde parlamenter rejimini feda eder
En demokratik geçinen kapitalist ülkelerde bile, parlamenter rejim halkın demokratik haklarını asla garanti altına almış değildir. Burjuva düzende kapsamlı reformlar ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünü olabilir. Burjuva egemenliğin parlamenter cumhuriyet biçimi, özünde burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı ve tahakkümüdür. Burjuva demokrasisi son tahlilde burjuva diktatörlüğün bir biçimidir.
Burjuva demokratik anayasaların özü de neticede burjuvazinin egemenliğine dayanır. Kişi özgürlüğü, dernek kurma, söz, basın özgürlüğü, öğrenim ve inanç özgürlüğü gibi demokratik hakların sınırı olarak belirlenen kamu güvenliği gerekçesi, tüm kapitalist ülkelerde daima burjuvazinin çıkarına göre yorumlanır. Burjuvazinin yürürlükteki anayasası öyle bir dokunulmazlık ve kutsallık halesiyle kuşatılır ki, onu değiştirmek üzere iktidara el koyan darbeci güçler bile bu yasadışı eylemlerini anayasaya dayandırdıklarını iddia ederler.
Burjuva parlamenter rejim genelde çeşitli siyasal partileri ve bu partiler arasında sürüp giden bitmez tükenmez çekişme ve tartışmaları içerir. Sermaye egemenliğini tehdit altında hissetmediği ve parlamenter sistemin yarattığı gerilimleri kaldırabildiği sürece bu işleyiş devam edebilir. Fakat kritik durumlarda parlamenter sistem burjuvazi için katlanılmaz hale gelebilir. Sınıf mücadelesinin kızışması durumunda burjuvazi “düzen”i tehlikede hissedecek ve kendi öz rejiminden, parlamenter rejimden kurtulmayı arzulayacaktır.
Ancak elbette bu tür bir değişim bir anda gökten zembille inmez. Marx’ın dediği gibi, bir büyücü çıkagelip de kem gözlü bir büyüyle burjuva cumhuriyet “şaheserini” bir gudubete çevirmiş değildir. Burjuvazinin iç çekişmelerinin keskinleştiği, burjuva düzen güçlerinin yoğun bir hizip kavgasına tutuştuğu durumlarda, kendi anayasal temellerini bir kılıç darbesiyle yere serecek Bonaparte’ları böylesine üstün bir devlet yetkisiyle donatan güç, parlamenter işleyişten başkası olmamıştır. Fransa’da Ulusal Meclis, çeşitli burjuva kesimlerin bağırıp çağırmaları arasında cumhurbaşkanının yetki dönemini uzatmak zorunda kalmış, parasızlıktan bunalmış Bonaparte da bu uzatmayı bir güzel kabul etmiştir. Böylece darbeden sonraki Fransa, parlamenter cumhuriyet içinden çıkıp gelmiştir. Marx’ın ifadesiyle, dıştaki kılıfı yırtmak ve içindeki gudubeti herkesin gözleri önüne sermek için bir süngü darbesi yetmiştir. Bu tespit, 1973 Şili ve 1980 Türkiye örneklerinde bir kez daha doğrulanmıştır.
Küçük-burjuva solun kaypak tutumu
Türkiye’de parlamenter sistemin kilitlendiği ve siyasal yaşamın kaosa sürüklendiği dönemlerde, işçi sınıfının geri kesimleri ve küçük-burjuvazinin büyük çoğunluğu orduya bir kurtarıcı güç olarak bakmaya başlamıştır. Ve böylece askeri diktatörlüğe giden yol, bizzat halkın da pasif desteği alınarak döşenmiştir.
Küçük-burjuva siyasetçiler devrimci kesildiklerinde, genelde bir bütün olarak halkın çıkarlarını temsil ettiklerini düşünürler. İşte bu yüzden, aslında burjuva düzenin temel direği olan ordunun yapısı hakkında da son derece tehlikeli yanılsamalara kapılıp, ordu içindeki “ilerici” unsurlara bel bağlar, hükümet darbelerine destek çıkarlar. Hiçbir toplumsal sınıf ya da katman, siyasal durum hakkında küçük-burjuvaziden daha fazla hayale kapılamaz. Bu nedenle, Marx, hükümet darbesi kapıya dayandığında bile küçük-burjuva sosyalistlerinin tehlikeyi göremediklerine ve burjuva düzen güçleri saldırıyı arttırırken, onların son derece yavan ve ılımlı bir siyaset izlediklerine dikkat çeker.
Fransa veya Almanya gibi örneklerde proletarya kendi sınıf bayrağını yükseklerde tutmayı, oportünist ve reformist kılıklara girmiş burjuva, küçük-burjuva sol anlayışlardan bağımsız örgütlenmeyi başaramadı. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de, dönemin devrimci rüzgârlarına ve onca sol örgütün varlığına rağmen işçi sınıfının neticede bir küçük-burjuva sosyalizm denizinin içinde boğulması örneğinde de böyle oldu. Tüm bu örneklerde işçi sınıfı burjuvazinin yüreğine devrim korkusu salarken, işin aslında siyasal mücadelenin dümenini küçük-burjuva liderliklerin eline teslim etmiş durumdaydı.
Almanya’da faşizm, kitlelerin toplumsal dönüşüm arzusunu istismar ederek ve küçük-burjuvaziyi milliyetçi ajitasyonlarla gaza getirerek, onları nasyonal sosyalizmin peşine taktı. Ve sonuçta hepsini inanılmaz derecede zalim bir diktatörlüğün içine sürüklemiş oldu. Türkiye’de olduğu gibi tepeden inen askeri faşist diktatörlükler ise, daha önce yaratılan kaos ve endişe toplumu nedeniyle felce uğramış kitlelerin kısmen desteğini alarak kısmen de korkuyu egemen kılarak hüküm sürdüler. Kısacası, küçük-burjuvazi müttefikini ve yol göstericisini proletaryada bulamadığı ve proletarya da kendisini küçük-burjuva anlayışlardan kurtaramadığı sürece, bunlar yanılgılarını nice kez çok ama çok pahalıya ödediler.
Olağanüstü burjuva yönetim sorunu
Burjuva devlet, burjuvazinin ezilenler, sömürülenler üzerindeki diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük parlamenter işleyişlerde görüldüğü üzere “demokratik” biçimlerle örtüleneceği gibi, olağanüstü koşullarda üzerindeki “demokrasi” şalını fırlatarak kendini çıplak bir diktatörlük (faşizm) biçiminde de ortaya koyabilir. Ya da sözde parlamenter bir işleyişle bir nebze örtülenmiş Bonapartist bir asker-polis devleti biçimini alabilir. Olağanüstü burjuva rejim demagojilerle kitleleri peşine takmayı başarsa bile, onun asıl dayanağı burjuva devletin baskı mekanizmalarını harekete geçirmesidir; örneğin faşizm açık baskıya dayanan bir yönetim biçimidir. Finans kapitalin Bonapartist hükümet biçimi, otoriter bir yönetim oluşturarak kendisine sınıflar ve klikler arası sözde bir iç barış rejimi görüntüsü verirken, faşizm proletaryaya karşı açık bir iç savaş yürüten totaliter bir rejim olarak biçimlenir.
Olağanüstü burjuva yönetimlerin sınıf karakteri bağlamında büyük önem taşıyan bir tartışma konusu da bürokrasi sorunudur. Farklı tarihlerde ve farklı coğrafyalarda yaşanmış olan olağanüstü rejimlerin tümünde, yürütme gücünün ön plana çıkması nedeniyle sivil-asker devlet bürokrasisi büyük bir ağırlık kazanır. Olağanüstü rejim döneminde siyasi yapılanmada da önemli değişiklikler oluşur. Parlamenter rejimde siyaseti mülk edinmiş olan seçimli burjuva politikacıların sahne gerisine itilmesiyle birlikte, siyasal iktidar sahnesini meslekten siyasetçi olmayan atamalı pek çok bürokrat doldurur.
Burjuva diktatörlüğün olağanüstü siyasal biçimleri, burjuvazinin toplumsal gücünü muhafaza edebilmesi için kendini siyaseten mülksüzleştirmesi şeklinde açıklanır. Düzenlerini tehlikede gören ve bu nedenle olağanüstü siyasal yönetime geçilmesini arzulayan burjuvalar, bu destek sayesinde siyaseti mülk edinmiş meslekten politikacılarını bir kenara fırlatabilmekte ve derin kriz koşullarının ön plana iteklediği milli şeflerin, generallerin önünü açmaktadırlar.
Olağanüstü rejimler yürütmenin gücünü mutlaklaştırır ve olağanüstü koşulların ürünüdürler. Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine dayanır. Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir.
Faşist devlet biçimine geçiş ihtiyacı sermayenin gündemine durup dururken girmez. Faşizm, kitlelerin devrimci mücadelesinin alabildiğine yükseldiği ve burjuvazinin yüreğine korku saldığı, devrimci güçlerle karşı devrimci güçler arasındaki çatışmanın günlük yaşamın bir parçası haline geldiği, burjuva düzenin baştan aşağı devrimci bir krizle sarsıldığı muazzam bunalımlı bir sürecin ürünüdür. Fakat bu tür bir bunalım ilânihaye sürüp gidemez, neticede o ya da bu yönde çözülmek zorundadır. Devrim bu bunalımın işçi sınıfı lehine çözümüdür. Faşizm ise burjuvazinin karşı-devrimci çözümüdür. Faşizm, mali sermaye egemenliği çağında burjuva düzenin işçi sınıfına yönelik en açık saldırısı, işçi ve emekçilerin demokratik haklarına ve örgütlerine yönelik olağanüstü baskı ve şiddet rejimidir.
Faşizmin, yalnızca sivil faşist parti örgütlenmesini kullanan, bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrim gerçekleştirip iktidara oturan tek tip bir gelişme çizgisine sahip olmadığı açıktır. Faşist karşı-devrim, iktidarı için ortamı hazırladığı süreçte kendisine mutlaka şu ya da bu ölçüde bir kitle tabanı edinmeye çalışır; ama buna rağmen iktidara oturuş biçimi “aşağıdan” ya da “yukarıdan” olabilir.
Parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıran yahut göstermelik düzeye indirgeyen çeşitli tipte askeri diktatörlükler vardır. Çatışan burjuva fraksiyonlar veya çatışan sınıflar arasından sıyrılıp, kılıçların gölgesinde “denge” sağlamaya çalışan Bonapartist tipte askeri diktatörlükler olacağı gibi, işçi sınıfının devrim dalgasını açıkça ezmeyi amaçlayan tam karşı-devrimci faşist askeri diktatörlükler de olabilir.
Kapitalizmin krizleriyle umutsuzluğa sürüklenen ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın yarattığı istikrarsızlık koşullarından bezen küçük-burjuva, işsiz, lümpen kitlelerin askeri faşist bir diktatörlüğün iktidarına giden zeminin döşenmesinde üstlendikleri rol asla gözardı edilemez. Askeri faşist darbeler ansızın üstten geliyor gibi görünseler de, bir ön hazırlığa dayanmayan, iktidarı için önceden ortamı hazırlamayan bir askeri faşist diktatörlük düşünülemez. Klasik faşizmde küçük-burjuvazinin desteğinin çok belirgin olduğu, askeri diktatörlük örneklerinde ise bu unsurun bulunmadığı düşüncesiyle bunların faşist olarak nitelenmesine karşı çıkanların bu husus üzerinde iyice bir düşünmeleri gerekiyor.
Gelecekten korkuya kapılan küçük-burjuvaziyi yanlarına çekebilmek için, faşist hareketler ona milliyetçilik zehrini, yabancı düşmanlığını şırınga eder, işçi sınıfına ve onun enternasyonalist devrimci hedefine karşı düşmanlık aşılarlar. Küçük-burjuva kitleleri şu ya da bu oranda peşine takıp iktidara yürüyen faşist hareket, bu bakımdan bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünür; fakat buna bakıp faşizmin küçük-burjuvazinin iktidarı olduğunu düşünmek muazzam bir yanılgı anlamına gelecektir. Bu tür vahim bir yanılgıdan kaçınabilmek için, faşizm sorununu, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm arasında ayrım yaparak kavramak mutlak bir zorunluluktur. Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile, faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir. Faşizm küçük-burjuvazinin değil, tekelci burjuvazinin diktatörlüğüdür.
Faşizmin günümüzde hâlâ bir tehlike kaynağı oluşturup oluşturmadığı konusunda ileri sürülen bazı iddialar işçi hareketinin boşluklarından sızarak bilinç bulandırıyor. Bunlar arasında en başta geleni, faşizmin (asıl olarak da Nazizmin) vaktiyle dünya halkları tarafından lanetlenmiş olması nedeniyle bir daha yaşanmayacağı iddiasıdır. Oysa bu tür gerçeküstü iddiaları bizzat yaşamın kendisi çürütmüş bulunuyor. Alman Nazizmi faşizmin en uç ve son derece özgün bir tarihsel örneğiydi. Tarih kendini aynen tekrarlamadığı gibi, faşizm de başka kılıklara bürünerek iktidara yürüdü. Türkiye de dahil çeşitli ülkelerde yakın tarihlere damgasını basmış olan askeri faşist diktatörlüklerin anısı henüz tazedir.
Faşizm konusundaki tartışmaların, her daim günün somut koşulları temelinde yeniden gözden geçirilmesi ve gereken yeni tespitlerin yapılması zorunludur. Örneğin, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşını izleyen uzun yükseliş dönemine damgasını basan nesnel koşullar bugün değişikliğe uğramıştır. Buna bağlı olarak, faşizmin gelişmiş kapitalist ülkelerde artık bir tehlike oluşturmayacağı yolundaki görüşlerin maddi dayanağı da zayıflamıştır. Unutulmasın ki, Ortadoğu ülkelerine demokrasi götürme bahanesiyle bu bölgede kanlı bir paylaşım savaşı yürüten ABD’nin bizzat kendisi neredeyse demokrasiye muhtaç hale gelmiştir. Kapitalist sistemin hegemon gücünün ülkesinde faşizan uygulamalar giderek artmaktadır. Dünya kapitalist sisteminin zirvesinin savaş düzenine geçtiği, dünya halklarının önemli bir bölümünün peşpeşe emperyalist savaş cehenneminin ateşlerine atıldığı, burjuva ideologların bile ekonomik krizlerin kolayca savuşturulabileceği yolundaki iyimserliklerini yitirdiği günümüzde, rehavete ve rutinizme kapılıp sürüklenmek ölümcül bir tehlikedir.
TC’nin kuruluş sürecinin özgünlüğü
Genel bir yaklaşım olarak, klasik Bonapartizm örneklerinin daha ziyade burjuva düzenin korunmasının elzem hale geldiği durumlara denk düştüğünü söyleyebiliriz. Prusya (Almanya) ya da Türkiye’de olduğu gibi, burjuva düzenin devlet bürokrasisinin öncülüğünde tepeden inşa edildiği süreçlere ise Bismarkçılık ya da Kemalizm gibi olgular damgasını basmaktadır. Tepeden devrimler, hiçbir örnekte burjuva devrimin görevlerini kapsamlı biçimde çözememişler, zamana yayılmış bir değişim ve sınırlı reformlarla yetinmişlerdir. Türkiye’de olduğu üzere tepeden burjuva devrimlerin yaşandığı ülkelerde ise eski düzenle hiçbir zaman 1789 Fransız devrimindeki gibi avamca hesaplaşılmamıştır. Bu nedenle bu tip ülkelerde burjuva devlet daha baştan eski düzenin ve eski egemen bürokrasinin dönüşümü temelinde biçimlenmiştir.
Tepeden burjuva devrimlerin diğer bir özelliği de, toplumun burjuva dönüşümünde devletçiliğin ve devlet aparatının birincil derecede rol üstlenmesidir. Bu tür bir gelişmenin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde, devlet bürokrasisi, burjuva devrimin öncüllerinin eski toplum içinde yeterince mayalandığı ve özel mülkiyet sahibi burjuvazinin devrimde önemli bir rol oynadığı örneklere oranla inanılmaz ölçüde ağırlıklı bir konum elde eder. Almanya, Türkiye ve takiben Mısır, Irak, Suriye gibi örneklerde devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda ve ekonominin düzenlenmesinde sahip olduğu güç bu durumun canlı kanıtlarıdır.
İncelediğimiz örneklerde devlet, burjuvaziden bağımsız bir bürokrasinin devleti olmayıp, bürokrasinin öncülüğünde burjuvalaşan devlettir. Özgün koşullar nedeniyle öne çıkan devlet bürokrasisi bağımsız bir kast değil, burjuvazinin bir parçasıdır. Onun bu bağlamdaki özgün konumu, devlete kendi özel mülkiyeti gibi sahip çıkmasıdır. Ve en önemlisi, bu gelişme tipinde devlet bürokrasisi ve devletçilik kapitalist gelişmenin önünü kendine özgü bir tarzda açıyor olsa da, siyasal bakımdan daha fazla baskı ve gericilik kaynağıdır.
Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır. Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür.
Türkiye’de bürokrasi ile kapitalist gelişme sonucunda güç kazanan burjuva iş âlemi arasındaki çekişme, zaman zaman daha yumuşak, bazı dönemlerde de keskinleşerek varlığını hissettirdi. Uzun bir dönem boyunca devlet bürokrasisinin ve devlet kapitalizminin koruyuculuğu altında gelişen Türk burjuvazisi, ta ki rüştünü ispat edinceye kadar, askeri bürokrasinin düzen koruyucu misyonuna isyan etmek bir yana sık sık ona muhtaç oldu. Ayrıca da unutulmamalı ki, bürokrasi ve burjuva iş alemi arasındaki kavga farklı sınıfsal unsurlar arasındaki bir kavga değildir. Sonuçları günümüze kadar uzanan bu kavga, burjuva sınıf içindeki, bir başka deyişle de egemen güç bloku içindeki iktidar çekişmesidir.
Türkiye’deki olağanüstü siyasal rejimleri yürürlüğe koyan statükocu güçlerin, işçi sınıfı hareketini ve toplumdaki genel devrimci yükselişi durdurmak kadar, Kürt ulusunun uyanışını da daha başından ezmeye talimli oldukları asla unutulmamalı. Bu güçler, ezen ulus devletinin temsilcileri ve bu devletin asli koruyucuları olarak, siyasi yaşamda patlak veren gerilimleri (özellikle Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, devletçi laikçilik sorunu gibi kendi varlık nedenleriyle özdeşleştirdikleri konularda) her zaman kendilerine çıkartılmış bir davetiye olarak algılamışlardır. Bu gerçek günümüzde de geçerlidir ve siyaset sahnemiz aynı güçlerin aynı sorunlar temelinde yaratacakları yeni gerilimlere açıktır!
12 Eylül rejimi
Türkiye’de 12 Eylül faşist darbesine giden süreci kısaca hatırlayalım: Bu süreçte mezhep çatışmaları körüklendi, nice kitlesel katliamlar gerçekleştirildi, beş bine yakın insan öldürüldü. ABD emperyalizminin darbe tezgâhçısı CIA ajanlarının desteğiyle ve Türk devletinin kontr-gerilla türü Gladio uzantısı gizli örgütlerinin marifetiyle yürütülen 1 Mayıs 1977 katliamı, işçi sınıfını ve geniş kitleleri terörize edip sindirmeyi amaçlıyordu. İşte 12 Eylül darbesi öncesinde, faşist bir rejime giden yol adım adım böyle döşendi.
Dönemin burjuva basını, büyük sermayenin örgütü TÜSİAD’ın orduyu parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıracak bir darbeye çağıran ilânlarıyla bezendi. Zaten uzunca bir süredir askeri darbe için hazırlanan ordu kurmayı bu davete seve seve icabet edecek ve 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Kenan Evren’in devlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisini elinde toplayacaktı. Böylece finans kapitalin kanlı, çıplak diktatörlüğü faşizm de iktidar koltuğuna kurulmuş olacaktı.
12 Eylül rejiminin ilk döneminde tam bir faşist diktatörlük olarak yapılanan burjuva düzen, büyük sermayenin özlemle beklediği yapısal reformların gerçekleştirilmesi yolundaki siyasal engelleri temizlemiş, meydanı hazırlamıştı. 1983 parlamento seçimleriyle birlikte faşist diktatörlük yerini 12 Eylül rejiminin sürekliliğinin simgesi Evren’in cumhurbaşkanlığı ve Özal’ın liderliğindeki devşirme parti ANAP’ın yürütümünde bir başka tür olağanüstü işleyişe bıraktı. Daha önce kapatılan siyasal partiler üzerindeki yasakların devam ettiği, siyasi yaşamdan uzaklaştırılan burjuva siyasetçilerin haklarının henüz iade edilmediği ve siyasi arenada Özalcı bir yâran takımının sivriltildiği bir dönemdi bu.
Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürdü. Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim geçirmesini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı. Fakat siyasal yaşamda gericiliğin, sendikal ve siyasal yasakların devam ettiği ve faşist cuntanın başlattığı işlerin (siyasi davalar, sistematik gözaltılar, işkence, yargısız infazlar vb.) sürdürüldüğü bir dönem oldu Özal dönemi.
Faşist Evren’in cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesi ve Özal’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna kurulmasıyla birlikte, olağanüstü yönetim biçiminin çözülmesi bakımından yeni ve önemli adımlar atılacaktı. ‘90 dönemecinde eski siyasetçiler üzerindeki yasakların kaldırılması ve yasalarda bazı değişikliklerin yapılmasıyla “normal” bir parlamenter işleyişe geçilmiş gibi görünse de, burjuva düzen bu kez de asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı bir biçimde varlığını sürdürdü. Böylece, 90’lardan 2002’deki son genel seçimlere kadar ilerleyen süreçte Türkiye, görece olağan bir parlamenter işleyişle olağanüstü denilebilecek bir asker-polis rejiminin sınırında zikzaklar çizdi durdu.
Türkiye gerçekten de, faşizmin güçlü bir işçi mücadelesiyle çökertilmediği durumlarda, faşist diktatörlük biçimini diğer olağanüstü işleyiş biçimlerinin izlediği çarpıcı bir örneği sergiler. 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır.
Nihayetinde 2002 genel seçimleri dönemecine, devrimci örgütlenmenin inanılmaz ölçülerde gerilediği, geniş işçi-emekçi kitlelerin parlamenter sistem çerçevesinde yaratacakları değişim dışında bir seçenek göremedikleri koşullarda gelinmiştir. 3 Kasım seçimlerinde kitleler, uzun süren baskı, yozlaşma ve yalanlarla dolu karanlık dönemin sorumlusu olarak gördükleri partileri sandığa gömüp, yeni bir alternatif diye baktıkları AKP’yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır.
Sonuç
2002 sonundaki bu dönemeç noktasının anlamını doğru ifade edebilmek için, 12 Eylül askeri darbesiyle kurulan olağanüstü rejimin yarattığı önemli bir sonucun altını çizmek gerekiyor. Türkiye’nin siyasal yaşamında zaten büyük bir ağırlığı olan ordunun rolü, 12 Eylül rejimiyle daha da yoğunlaştırıldı ve pekiştirildi. Türkiye’de ordu kurmayı, Avrupa ülkelerinde görülmeyen bir biçimde siyasetin içinde oldu. Bu askeri bürokrasi, kendisinin siyasal yaşamdaki ağırlığını azaltmaya yönelik burjuva sivil inisiyatifleri bir iç tehlike, rejime yönelik bir tehdit addetti ve tavır aldı.
Türkiye’de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemedi. Askeri faşist diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye’de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler.
Zira Türkiye’de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu nedenle, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı.
Faşizmin çözüldüğü dönemde Türkiye’de burjuva düzen, bu kez de ezilen Kürt ulusunun başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesiyle sarsılmaya başlamıştı. Korkak ve zalim Türk burjuvazisi, kutsal ordusunun bu savaşı ezmesi umuduyla uzun bir süre demokrasiden dem vurmayacak, sesini çıkartmayacaktı. Ne var ki, TC’nin yıllardır kanlı bir bastırma politikası sayesinde yüzleşmekten köşe bucak kaçmayı başardığı Kürt sorununun bu biçimde su yüzüne çıkması, verili tüm siyasal dengeleri altüst edecek, paradigmaları değiştirecek, bir tarihsel-toplumsal katalizör işlevi görecekti.
TC’nin, Türk dilinin hegemonyasına, Misak-ı Milli sınırlarına ve ordunun tanımladığı Türk tipi laiklik anlayışına (yani devletin din işlerine karışması!) dokunulmaya asla yeltenilmemesi gibi örneklerde somutlanan kırmızı çizgileri yıllarca varlığını sürdürdü. Türkiye’de parlamenter rejimin meşruiyet alanını, burjuva düzenin resmi ideolojisi olarak kabul edilen Kemalizm çerçeveledi. Bu durum, anayasalara yansıtılan ve parlamentodaki milletvekili yeminlerinde terennüm edilen, “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma” benzeri ifadelerde açıkça dile getirildi ve bir üst yasa gibi yıllarca hüküm sürdü. Buna aykırı davranışlar, “anayasayı tebdil, tağyir” ile suçlandı.
Türkiye’deki bu gerçeklik, en çok askeri darbelerde ya da ordu kurmayının siyasi ağırlığını koyduğu dönemlerde varlığını hissettirdi. Nitekim 1991 yılı parlamento açılışında milletvekili yemini sırasında Kürtçe konuşan Kürt milletvekillerinin daha sonra tutuklanıp yıllarca hapislerde çürütülmesi örneği ortadadır. Keza, laiklik elden gidecek yollu provokasyonlarla, seçimle işbaşına gelmiş olan Refah Partisinin ağırlıkta olduğu koalisyon hükümetini alaşağı eden ve bu partiyi kapatan örtük (kimilerinin post-modern dediği) 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi hatırlardadır.
Sonuç olarak 1980’den günümüze uzanan süreç irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur. Zira burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş diğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi son genel seçimlere dek uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa’daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırmıştır.
Diğer yandan, Kürt sorunu başta olmak üzere, Kıbrıs, AB gibi yıllardır baskıyla ya da görmezden gelinmeye çalışılarak ertelenen sorunların çorap söküğü gibi peşpeşe gelmesi, büyük sermaye çevreleriyle statükocu kesim arasında giderek derin çatlakların oluşmasına hizmet etmiştir. Bu arada dış dünyada da Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşü gibi büyük bir deprem yaşanmış ve dünya dengeleri de tamamen değişmiştir. AB’ye katılmayı düşleyen büyük iş âlemi, bu yeni koşullar nedeniyle Türkiye’de burjuva parlamenter düzenin normalleşmesi için çaba sarf eden bir kesim olarak sahneye çıkmıştır. Statükocu devlet güçleri ise, Kıbrıs sorununda ya da daha fazlasıyla Kürt sorununda görüldüğü gibi, yıllardır alıştıkları baskıcı-otoriter devlet anlayışından ve esasen buradan kaynaklanan ayrıcalıklarından vazgeçmeme çırpınışı içinde her fırsatta bir olağanüstü rejim görüntüsü sergilemişlerdir.
Kemalizm yıllar boyunca, burjuvazinin her başı sıkıştığında sığındığı resmi devlet ideolojisi olarak varlık bulmuştur. Bugünse büyük sermaye, liberal ve “sivil toplumcu” bir söyleme sarılmakta, statükocu devlet güçlerine eleştiriler yöneltmektedir. Siyasal yapılanmada Avrupa tipi bir değişimi arzulamaktadır. (Şu işe bakın ki, bu Avrupa tipi burjuva demokrasisi de günümüzde Türk tipi burjuva demokrasisi doğrultusunda daralma sinyalleri veriyor. Şayet Türk büyük sermayesi muradına erip, diyelim 10-15 yıl sonra AB ile entegrasyonu başarırsa, o buluşma noktası acaba neye benzeyecektir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.)
Böyle bir değişim, ona, globalleşen dünyada ekonomik gücünü arttırması ve mümkünse gücünün yetebileceği bazı alanlara yayılması bakımından zorunlu görünmektedir. Büyük sermaye, düzenin devrimci bir işçi hareketi tarafından tehdit edilmediği günümüz koşullarında, yapısal reformlarını gönül ferahlığıyla yaşama geçirmeyi istiyor. Fakat yarın?.. Şayet yarın burjuva düzen devrim tehdidiyle ciddi bir tehlikeye sürüklenirse, büyük sermayenin ne yapacağını, yakın tarihte yaptıklarından hareketle tahmin etmek zor olmasa gerek!
Seçimlerin galibi olarak iktidar koltuğuna oturtulan AKP’nin büyük burjuva çevreler tarafından uzun dönemdir özlemi çekilen istikrarlı bir hükümet olup olamayacağı ya da bu burjuva iktidar konusunda işçi ve emekçi kitlelerin içine düştüğü büyük yanılsamalar gibi hususları şimdilik bir kenara bırakalım. Şu an için açık bir gerçek var. TC’nin uzun yıllarına damgasını basmış bulunan eski burjuva partilerin defterini dürerek AKP’yi siyaset sahnesine yenilikçi, AB yanlısı, demokratikleşmeden yana imajıyla çıkaran son genel seçimler ve yarattığı sonuçlar, 12 Eylül rejiminin tasfiye sürecinde şimdiye kadarki en geniş çaplı değişim olmuştur. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle –uygulamada devletin asker-polis güçlerinin geleneksel tutumlarını sürdürdüklerini unutmamak koşuluyla!– Türkiye tipi parlamenter rejimin çerçevesi bir ölçüde genişletilmiş ve artık olağan diyebileceğimiz bir yönetim biçimine geçilmiştir.
Fakat AB yanlısı büyük sermaye çevreleriyle statükocu devlet güçleri arasındaki gerilim henüz sona ermemiştir. Bu güçlerin süngüsü son dönemlerde bir hayli düşmüş ve büyük sermayenin yeni tercihlerine bağlı olarak geleneksel yöntemleri artık yıpranmış olsa da, TC’nin resmi çizgisinin dışına çıkmak isteyenler hakkında rejim düşmanı havası yaratma sevdalarını terk etmemişlerdir. Son dönemde yaşanan İmam Hatip Liseleri tartışmasında veya Kıbrıs ya da Kürt sorununda açığa çıktığı gibi, yıllarca olağanüstü rejimler temelinde varlık kazanmış olan devlet güçleri siyasette ikinci sınıf konumuna düşmeyi hazmedememektedirler. Çırpınışlarının nedeni budur.
Vurgulanması gereken önemli bir başka husus daha var. Statükocu siyasal yapılanmada günümüzde cereyan eden değişim sürecinde, iç toplumsal dinamiklerden çok Avrupa Birliği gibi dış faktörlerin etkili olduğu asla gözardı edilemez. Sanki tarih, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünde büyük oranda dış dinamiğin (yani kapitalist bir dünyanın varlığı ve etkisinin) belirleyici olmasını hatırlatırcasına, bir üst halkada ve kuşkusuz farklı koşullarda kendini tekrar ediyor gibidir. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu yalnızca bir benzetme. Artık devir Osmanlı devri değil ve günümüz Türkiye’si, nesnel bakımdan, siyasal yapının baskıcı çerçevesini zorlayacak temel bir iç dinamiğe sahip. Eksik olan, bu iç dinamiği, işçi sınıfının uyuklayan devrimci potansiyelini harekete geçirecek olan öznel faktördür.
Şu an AKP iktidarı altında yürümekte olan “demokratikleşme” sürecinin, AB baskısı ve benzeri dış faktörlerin etkisiyle yol alıyor oluşu bazı burjuva çevreleri endişeye sevk ediyor. Ya işler değişirse, ya bu süreç kesintiye uğrarsa? AB ve ABD arasındaki rekabetten yararlanarak, AB kodamanlarından olumlu vaatler kopartan Türkiye’nin artık AB yolundan çıkmasının, bugün yaratılan iklimde zor göründüğü düşünülüyor. Ama yarın bir yol kazası olmayacağını kim garanti edebilir? Emperyalist güçler arasında kızışan çıkar çatışmalarıyla ısınan ve bu güçlerin yeniden paylaşım savaşlarıyla adeta bir cehennem yerine dönen günümüz kapitalist dünyasında, hele ki Türkiye gibi “sürprizler”e açık bir ülkede her şey olabilir!
* * *
Bu satırların yazılışının üzerinden daha üç yıl bile geçmedi. Ama bugün Türkiye’de yaşananlara bir bakın! Parlamenter işleyiş yine askeri darbe tehditleriyle kesintiye uğratılmaya çalışılıyor. Bu kez işbaşında görünenler, Türkiye’yi kanlı paylaşım savaşlarının içine çekmeye çalışan karanlık cuntalardır. Darbeci güçler, olağanüstü rejim koşullarına geçişi zorlamak için Türk ve Kürt halkını birbirine kırdıracak çeşitli provokasyonlar tezgâhlamakla meşguller. Darbe tehdidinin yarattığı belirsizlik ortamı nedeniyle, belki de seçimlerin yaptırılmayacağı ya da AKP kazanırsa seçimlerin geçerli sayılmayacağı ciddi ciddi tartışılabiliyor. Darbeci güçler işçilerin-emekçilerin canını fena halde yakan tertipleriyle darbeye uygun bir zemin yaratmaya çalışıyorlar.
Ayrıca, üzerinden atlanmaması gereken son derece önemli bir gerçeklik daha var. Türkiye’de parlamenter işleyişi bir kez daha olağanüstü bir hal ile yüz yüze getiren kriz koşullarının, başlangıçta cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle patlak vermiş görünmesi sorunun yalnızca bir kısmıdır. Buzdağının yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayan büyük bölümünde ise, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşım savaşına bağlı yeni gelişmeler yer alıyor. Önümüzdeki süreç, bölgede etkin olmak için çekişen ABD, AB, Rusya gibi güçlerin bölge halklarının kanı üzerinden yürüttükleri yeni çekişme, pazarlık ve paylaşımlarına konu olacaktır.
Türkiye büyük burjuvazisinin son tarihsel kesitte bir süre boyunca rüyalarını süsleyen AB ile bütünleşme süreci akamete uğramış, “uyum paketleri” rafa kaldırılmış, buna endekslenen “demokratikleşme” söylemi sona erdirilmiş ve anti-demokratik yasa paketleri meclise sevk edilmeye başlanmıştır bile. Düzen güçleri şimdi, Türkiye’yi de içine alarak genişleme eğilimi gösteren Ortadoğu savaşından kazançlı çıkmak, Kuzey Irak’a müdahale etmek gibi önceliklerle halleşiyorlar. Düzen güçleri, Türk ve Kürt işçi-emekçi kitleler üzerindeki baskıları arttırmaya, büyük sermayenin yayılmacı emelleri doğrultusunda halkları birbirine kırdırtacak nifak tohumlarını yaymaya çalışıyorlar. Önümüzde, demokratik hakların kararlı biçimde savunucusu olan ve Türkiye’nin kanlı bir emperyalist paylaşım savaşının içine çekilmesine karşı çıkan tüm güçlerin çok daha fazla uyanık ve mücadeleci olmasını gerektiren zorlu bir süreç uzanıyor. Darbeci güçlerin yaratmak istediği puslu ortama boyun eğmeyelim! İşçi-emekçi kitlelerin seçim hakkı gibi temel demokratik haklarının darbeci tertiplerle ellerinden alınmasına izin vermeyelim! Halkları birbirine kırdıracak kanlı paylaşım savaşlarına geçit vermemek için örgütlü işçi güçlerinin militan cephesini yükseltelim!
link: Elif Çağlı, Darbe Tehdidinin İşaret Ettiği Gerçekler, 27 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1516
Hep beraber mücadeleye!
Selam olsun inatçı devrimcilere