Şeyh Said ve 47 yoldaşı, önderlik ettikleri Kürt ayaklanmasından ötürü, 28 Haziran 1925 günü TC devleti tarafından asılmışlardı. Kemalist diktatörlük idamların ardından, isyana destek olsun olmasın Kürt köylerine yönelik toplu katliamlara girişti. Kadın, çocuk ve genç ayrımı yapılmaksızın on binlerce yoksul Kürt öldürüldü, göçe zorlandı ve tutuklandı.
İsyanları engelleyemeyen Kemalist burjuva diktatörlük, Kürt sorununu gizlemek, yok saymak, unutturmak amacıyla çeşit çeşit teoriler icat edip durdu. Kürtlerin “dağlı Türkler” oldukları, “Kürtçe diye bir dil olmadığı”, Kürt sözcüğünün “karda yürürken çıkarılan kart-kurt sesinden kaynaklandığı”, Kürtlere Bozkurt Atatürk ve milli şef İnönü’nün “medeniyet götürmek için sefer düzenledikleri”, Kürtlerin “mağarada yaşayan, kuyruklu insanlar” oldukları, “en iyi Kürdün ölü Kürt olduğu”, Kürt isyanlarının “dış mihrakların bir oyunu” olduğu, Kürt liderlerinin “terörist”, “bölücü” ve “bebek katili” oldukları, aslında ülkemizde Kürt ve Türk arasında hiçbir ayrım olmadığı, Kürtlerin başbakan dahi oldukları vb. söylendi, yazıldı, çizildi.
Resmi tarihin perdesini araladığımızda hiçbir olayın söylendiği, yazıldığı veya anlatıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Yıllar yılı masum, mazlum edebiyatı yaptıkları hemen her olayın ardından, asıl katillerin, canilerin, teröristlerin bizzat burjuva TC ve onun kolluk güçleri olduğu görülüyor. Burjuvazi tarih yazarken daima kendini haklı çıkarıyor. Ezilen uluslar ve işçi sınıfıysa daima bölücü ve dış mihrakların oyuncağı olmuş vahşi teröristler olarak ortaya konuluyor.
TC’nin resmi tarihçileri, en büyük uydurmalarını, masa başı tarih yazımını, kara çalmalarını, çarpıtmalarını Kürtler konusunda icat etti. Sayısı on milyonları bulan ve Ortadoğu’nun en kadim halklarından olan bir halk, bir kalem darbesiyle yok sayıldı. Kemalist diktatörlükten bu yana işbaşına gelen her hükümet bu yalanı dağ gibi büyüttü. Geldiğimiz noktada resmi televizyonlarda Kürtçe yayın, dilin adı dahi anılmaksızın yapılıyor. Kürtler tarihin üvey evlatları olarak, her hak isteklerinde kurşunla karşılanarak yok sayılmaya devam ediliyor.
Şimdi sermaye sınıfı Kürt sorununu kendi çıkarlarının basit bir manivelâsı yapmakta, AB sürecinde göstermelik uygulamalarla, ceberut devlet geleneğini şirin göstermeye çalışmakta.
Resmi tarihin iddiaları, bir başka deyişle burjuva söylemi, düşüncesi ve ideolojisi, Kürt sorunu konusunda yıllar yılı egemenliğini devam ettirdi. Dönemin Komintern’i ve TKP tavrını Kemalist diktatörlükten yana belirlemişti. ’68 kuşağı önderlerinin çoğu Kemalizmin etkisindeydi. 2000’li yıllarda dahi, Kürt sorunu konusunda, kendisini “komünist”, “Marksist” vb. sıfatlarla adlandıran parti ve grupların çoğu Kemalist ideolojiden etkilenmekten kurtulamadı ve kurtulamıyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu, TC ve Kürtler
Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla gücünü yitirerek girmişti. Kapitalizm karşısında yelkenleri suya indirmek zorunda kalıyor, Avrupa’nın askeri üstünlüğüne karşı koyamıyor ve imparatorluk içindeki çeşitli halkların ayaklanmalarına engel olamıyordu. Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan İmparatorluğun toprakları üzerinde 24 ayrı devlet kuruldu.
Bu süreçte, resmi tarihe göre, Kürtler 1803’ten 1914 yılına kadar 12 defa ayaklandılar.
Savaşın ardından Anadolu ve Kürdistan işgal altındaydı. Kürtler İngiliz, Fransız ve Ruslar’a karşı mücadele ediyorlardı. Antep, Maraş, Urfa ve Dersim’deki Kürt direnişleri müttefikleri geri püskürtmüştü.
Kemalistler Erzurum, Sivas ve Amasya kongrelerinde, çeşitli vaatlerle Kürtlerin tam desteğini aldılar. Kürtler 1920’deki parlamentoda kendi kimlikleriyle, kendi dilleriyle konuştular. Ne var ki, Anadolu’daki ulusal mücadele başarıya ulaşma yolunda belirgin sinyaller vermeye başladıktan sonra Kemalistler Kürt sorunundan söz etmez oldular. Ancak, daha sonra 1923’te toplanacak olan Lozan Konferansında bile, kurulacak devletin Kürtlerin ve Türklerin ortak devleti olacağı, İsmet İnönü’nün iki halkın temsilcisi olduğu konusunda Kürtlere güvenceler veriliyor ve birlik beraberlik içinde olmak gerektiği sık sık tekrarlanıyordu.
Kürdistan’ı uluslararası arenaya oturtan ilk diplomatik belge 10 Ağustos 1920 tarihinde Paris yakınlarındaki Sevr kasabasında imzalanan Sevr Anlaşmasıydı.
Lozan Anlaşmasıyla birlikte ise TC resmen tanınmış oldu, sınırları belirlendi, devletin varlığı tescil edildi. Lozan’da Kürt sorunu gündeme geldiğinde, Türk Meclisi böyle bir sorun olmadığından bahsediyordu. Birinci Dünya Savaşının galipleri Kemalist TC’nin Kürdistan’ın kuzey parçasını elde tutmasına izin vermişlerdi. Lozan Anlaşmasıyla birlikte Kürdistan emperyalistler tarafından 4 parçaya bölünmüş oluyor ve Kürtler hangi devletin boyunduruğu altına sokulmuşlarsa o kimliği benimsemeye zorlanıyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğunda özerk beylikler halinde yaşayan Kürt halkı, TC devletinin ilanından sonra, 1924 yılında yürürlüğe konan Anayasa ile birlikte, dili, kültürü, kimliği ve bütün varlığıyla artık “yok”tu.
1925 yılında Mustafa Kemal tarafından imzalanan “Şark Islahat Planı” ile sokakta, çarşı pazarda Kürtçe konuşma yasağı uygulanıyor, yasağı çiğneyenlere ağır para cezası veriliyordu. 1925 “Şark Islahat Planı” ile Kürtlerin dili, kültürü yasaklanıyor, varlıkları inkâr ediliyor, onlara “sen hiç olmadın” denilerek boyunlarından aşağı “Türk” kimliği asılıyordu.
Hizbe Azadiye Kürdistan ve Şeyh Said Ayaklanması
Hizbe Azadiye Kürdistan (Kürdistan Özgürlük Cemiyeti) 1923 yılının Haziran ayında, Erzurum’da kuruldu. Kürt Teali Cemiyetinin, Cumhuriyetin ilanından sonra yasaklanıp kapatılmasının ardından Kürt aydınları Hizbe Azadiye Kürdistan örgütünü kurdular. Örgütün amacı bağımsız Kürdistan’dı. Bu amaçla hazırlıkları 1926 yılında tamamlanacak bir ayaklanma için örgütleniyordu. Örgüt yönetiminde aşiret reisleri ve şeyhlerin yanında, Kürt aydınları, ordu içindeki Kürt subayları, mülki amir ya da diğer önemli görevlerde bulunan bürokratlar yer alıyordu. Örgütün önderleri Halit Bey, Yusuf Ziya, Kasım, Hasan Basri Bey ve Şeyh Said’di. Örgüt Kürdistan’ın birçok bölgesinde örgütlenme ve ayaklanma çağrısı yapıyordu.
Örgütün önemli liderlerinden biri olan Şeyh Said, Kürtler arasında kazandığı saygınlıkla, kararları itiraz görmeyen başlıca “aracı”lardan biriydi. Kürt medreselerinde eğitim görmüş, dönemin en iyi din tedrisinden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesiyle mantık derslerini de okumuştu. Kürtlerde sahip olunan koyun sayısı zenginlik ölçüsüydü. Bu açıdan bakıldığında Şeyh Said, varlıklıydı. O sürüye değil sürülere sahipti. Sürülerini Musul, Şam, Halep pazarlarına götürüp satıyordu.
1910’lu yıllardan itibaren Kürt sorunuyla ilgilenen Şeyh Said, bütün Kürtleri tek amaç etrafında birleştirmek üzere yöre yöre, köy köy dolaşıyor, yetişemediklerine mektuplar yazıyor, Şam ve Halep yolculuklarında Kürt sorununu konuşuyor, taraftar topluyordu.
Örgütün isyan hazırlıklarından haberdar olan TC; Halit Bey, Yusuf Ziya ve Hacı Musa başta olmak üzere örgütün önemli liderlerini, ayaklanmadan önce tutukladı. Önderlerinin erkenden yakalanmasıyla örgütün bel kemiği kırılmış, adeta ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Dışarıda Şeyh Said tek başına kalmıştı. Üstelik isyan hazırlıkları henüz yeni başlamıştı. Gerekli silah, teçhizat, eğitilmiş insan yoktu. Ankara şimdi Şeyh Said’in peşindeydi. Önceki liderleri halktan tecrit ederek, tek başınayken tutuklamıştı. Aynı yöntemi uygulamak için askerler ifadesini almak üzere Şeyh Said’i Bingöl’e çağırıyordu. Komplo tutmadı. Şeyh ifade vermek üzere ilçe karakoluna gideceğini söyledi. Askerler geri adım atıp, ifade için karakola götürdüler. İfadesinin alınmasından sonra Şeyh Said sıkı göz hapsine alındı. Her adımı jandarmalarca izleniyordu. Şeyh Said gizlice Piran köyüne kaçtı. 13 Şubat 1925 tarihinde köy jandarmalarca sarıldı. Subaylar üç kaçağı tutuklamak bahanesiyle Şeyh Said’i provokasyona zorluyorlardı. Şeyh’in üzerine yürüyen subayın ve yanındakilerin vurulması, isyanı başlatan kıvılcım oldu.
Şeyh Said ve beraberindekiler Genç il merkezini ve Hani bucağını işgal ederek, resmi binalara Kürt bayraklarını asmışlardı. Yayınladıkları ilk bildiride, Kürtleri birlik içinde ayaklanmaya çağırıyorlardı. Birlikler üçe ayrılmıştı. Doğu Cephesi komutanlığını Şeyh Abdullah yürütüyordu. Varto alındıktan sonra, Erzurum ardından Bitlis alınacaktı. Bitlis’te tutuklu bulunan örgütün üç önemli lideri Halit Bey, Yusuf Ziya ve Hacı Musa kurtarılacaktı. Şeyh Şerif Elazığ, Malatya ve Dersim’i ele geçirecekti. Şeyh Said ise merkez gücü kontrol ediyordu. Hedef Diyarbakır’dı. Şehir ele geçirildikten sonra başkent ilan edilecekti.
Bingöl ve Elazığ kolayca ele geçirilmişti. Asıl çatışma sahası ise Diyarbakır’dı. Şeyh Said Diyarbakır surlarını elindeki oldukça yetersiz silahla aşamıyordu. İl merkezinde TC’nin tuttuğu kiralık adamlar kendilerini “Şeyh Said’in askerleriyiz” diye tanıtarak dehşet saçıyorlardı. Gerekli örgütlemeden uzak olan Diyarbakır, içeriden ayaklanmacılara destek vermeyerek tarafsız kalınca, isyan adım adım gerilemeye başladı.
Ankara hükümeti isyan karşısında sıkıyönetim ilan etti. Ardından M. Kemal tarafından “yumuşak” bulunan Fehti Okyar hükümeti yerine İsmet İnönü’nün sert, faşizan hükümeti kuruldu. Hükümetin ilk icraatı “Takrir-i Sükün Kanunu”nu çıkartmak oldu. Kanun hükümete olağanüstü yetkiler tanıyordu. Yasanın bir ürünü olan İstiklal Mahkemelerinde idam kararları, hiçbir hukuki prosedür uygulanmaksızın alelacele veriliyordu. Mahkemelerin merkezi olan Ankara ve Diyarbakır tam anlamıyla diktatörlük yasalarıyla yönetilmeye başlandı. Her türlü muhalif ses acımasızca susturuluyordu.
İsyan karşısında İngiltere, o dönemde egemen olduğu Irak sınırını tutarak, Barzani’nin güneyden destek sunmasını önledi. Fransa Suriye sınırını kapattı ve Türk birliklerinin isyancıları arkadan kuşatmaları için demiryolunun kullanılmasına izin verdi. Buna rağmen Türk resmi tarihi sürekli, isyanlarda bir dış mihrak olduğunu propaganda edecekti.
İsyan 3 ay sürdü. İsyanın belirleyici noktası Diyarbakır’dı. Ne var ki gerekli hazırlıktan ve destekten yoksun kalarak Diyarbakır surlarını aşamayan Şeyh Said geri çekilerek isyana son vermek zorunda kaldı.
Yenilgi
Diyarbakır’da başarı elde edilemeyince Şeyh Said ve birlikleri geri çekildiler. Birliklerine köye dönmelerini, kendilerininse İran’a geçip davalarını dünyaya anlatıp destek arayacaklarını açıkladı. Örgütün kurucuları arasında olan Binbaşı Kasım, ayaklanmanın her aşamasında bilgileri Türk ordusuna iletiyordu. Nitekim Şeyh Said’in sonunu hazırlayan da o oldu. Şeyh Said ve beraberindeki 25 isyancı, İran’a kaçamadan bacanağı Binbaşı Kasım’ın pusu kurduğu Çarpuh köprüsünde, 15 Nisan 1925 tarihinde yakalandılar ve Türk ordusuna teslim edildiler.
Şeyh Said 5 Mayıs 1925’te yargılanmak üzere Diyarbakır’a gönderildi. 26 Mayısta yargılama başladı. Yargılama öncesinde savcı Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Said’e “Kürt sorununa değinmemesini”, sadece “sorulan sorulara cevap vermesini”, böylece “affedileceklerini” söylüyordu. Savcı isyanın nedenini Kürt sorunundan kopartıp, “dinsel düzen kurma ve Sultanlığı ihya” olarak saptama peşindeydi. Şeyh Said ve diğer isyancılar ifadelerinde “bağımsız Kürt Devletine” neredeyse hiç değinmediler. Ancak TC tüm Kürtlere ağır bir ders verme fırsatını yakalamıştı bir kez. Savcı tarafından verilen tüm namus sözlerine karşın, 27 Haziranda idam kararı açıklandı. 28 Haziranda 49 kişi idam edildi.
İdamlara Fransız, İngiliz ve Amerikalılar dahil, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş gazeteciler tanıklık ediyordu. 1970 yılında toplu mezarlarının üzerine Subay Okulu inşa edildi!
İdamların ardından Kürt illerine yönelik katliamlar başladı. İsyana destek olsun olmasın her aşiret kırımdan geçiriliyordu. Köylüler zorunlu göç kapsamında Batıya sürülüyordu. Kürt köylerine göçmenler yerleştirilerek asimilasyon kaldığı yerden devam ettirildi. Kürt yoktu, Türk vardı! On binlerce insan öldürüldü, binlercesi tutuklandı. Dört yıl boyunca olağanüstü hal yasaları egemen kaldı. Güneş Dil Teorisi (dünyadaki tüm diller Türkçeden türemiştir!) ve Türk Tarih Tezi (dünyadaki ırkların tümü Türktür!) türünden ırkçı görüşler zorla benimsetilmeye başlandı.
Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı Engellenemez
74 yıl aradan sonra TC, 29. Kürt isyanının önderi Abdullah Öcalan’a idam kararını, 28 Haziran 1999’da, yani Şeyh Said’i idam ettiği günde verdi. Türk burjuva devletinin tarihsel hafızası yerindeydi doğrusu!
Kürt sorunu gündemin ilk sırasındaki yerini korumaya devam ediyor. Irak işgali dolayısıyla bir kez daha canlanan Kürt Devleti düşüncesi, Kürtleri yıllar yılı baskı altında tutan çevre ülkelerin korkulu rüyası haline gelmiş durumda. Suriye Newroz ayında Qamışlı’da Kürtlere yönelik katliama girişti. İran’da Kürtlere yönelik baskılar arttırıldı. Türk ordusu Kürt illerine yönelik askeri operasyonlara başladı.
Sömürge statüsünde kalmış bir halk, özgürlüğü için onlarca kez ayaklandı. Ne var ki, Kuzey Kürdistan’daki Kürt burjuva sınıfının korkak, reformist ve uzlaşmacı karakteri ortada. Irak Kürdistanı’ndaki Barzani ve Talabani’nin tüm politikası da Kürt halkının devrimci potansiyelini dizginlemek, emperyalist çıkarların güdümünde siyaset yapmaktan ibaret.
Ancak Kürt ulusal sorununun burjuva karakterdeki çözümü dahi şimdiki durumdan ileriye atılmış büyük bir adımı temsil edecektir. Kürt mülk sahibi sınıfların ulusal devrimci bir çizgiden uzak durmalarının kökeninde, Ortadoğu gibi bir barut fıçısının tam merkezinde, tüm siyasal dengeleri sarsabilecek bir devrimci yükselişin kendilerini de silip süpürmesinden duydukları korku yatıyor. Gecikmiş ulusal burjuva devrimlerinin yazgısı bu! Mülk sahibi sınıflar, emekçi yığınlardan duydukları korku nedeniyle, onların canlarını feda ederek yükselttikleri mücadeleyi, küçük tavizler koparmak için bir pazarlık malzemesi yapmaktan çekinmiyorlar.
Bir kez daha ortaya çıkıyor ki, Kürt işçi sınıfı mücadelenin gerçek ve fiili önderi durumuna gelmedikçe, Kürt emekçi yığınlarının özgürlük hayalleri gerçekleşmeyecek. Kürt işçi sınıfının devrimci savaşımı toplumsal devrimi de beraberinde getirecek potansiyele sahip.
Tüm dünya işçilerinin olduğu gibi, Kürt, Türk, Arap, ve İranlı işçilerin de çıkarları ortaktır. İster Kürt halkının ezilen bir ulus olma durumundan kurtulmaları olsun, ister Türk işçilerin açlık, yoksulluk ve sömürüden kurtulmaları olsun, isterse de Iraklı işçilerin ABD ve müttefiklerin işgalinden kurtulmaları olsun, tüm bunlar ancak Ortadoğulu işçi ve emekçilerinin ortak mücadelesi ile başarıya ulaşabilir.
Ulusal, bölgesel ve dünya ölçeğinde başarının temel koşulu işçilerin uluslararası birliğinden, örgütlülüğünden ve mücadelesinden geçiyor.
Kürtlere Özgürlük! Kürt Ulusuna Bağımsız Devlet Kurma Hakkı!
Kürtçeye Tam Özgürlük!
Yaşasın İşçilerin Uluslararası Birliği!
link: Yavuz Girgin, Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı Engellenemez, 10 Temmuz 2004, https://marksist.net/node/1321
Dünya Ekonomisi Üzerine
Türk-İş ile Hak-İş Arasında Kayıkçı Dövüşü