Geçmişten geleceğe
İnsanlığın ilkel komünal toplumdan günümüze uzanan serüveni içinde kapitalist üretim tarzı pek çok açıdan ayrı bir önem taşıyor. Üretici güçlerin gelişiminde geçmişle kıyas kabul etmeyecek bir sıçrama sağlayan bu üretim tarzı, böylece, geleceğin sınıfsız toplumuna ilerlemeyi madden mümkün kılacak bir temeli döşedi. Ne var ki yaşam her zaman zıtların birliği ve mücadelesi temelinde yol alıyor. Kapitalizm de yapıcı özelliklerinin yanı sıra, amansız yıkıcı özellikleriyle seyretti. Kapitalist üretim tarzı, insanı kendisine yabancılaştırır, hemcinsiyle rekabet ve çatışmaya sürüklerken, doğayı da kontrolsüz biçimde sömürdü. Gelmiş geçmiş üretim tarzları içinde hiçbiri, insanın doğal topluluk koşullarından sıyrılıp birey olabilmesini mümkün kılmazken, kapitalizm bunu insanı yalnızlaştırmak ve nihayetinde toplumu atomize etmek pahasına başardı.
Kapitalist üretim ilişkileri, insan topluluklarının geçmiş yaşam koşullarından kaynaklanan komünal veya cemaat tarzı dayanışma alışkanlıklarını yerle bir ederken, daha üst düzeyde ve bilinçli bir dayanışmanın inşa edilmesinin zeminini de döşemiş bulunuyor. Kapitalizm, feodal veya asyatik köy topluluklarında tanrının buyruğu gibi algılanan egemenlik ilişkilerini ortadan kaldırdı ve yerine paranın gücüyle tesis edilen yeni egemenlik ilişkilerini geçirdi. Bunu yaparken, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki ilişkileri de uhrevi kabuğundan sıyırarak dünyevileştirdi. Modern sanayi toplumunun ürünü olan işçi sınıfı, eski dönemlerin ezilen sınıflarından farklı olarak, içinde bulunduğu sömürü koşullarının tam anlamda bilincine varacak ve daha da önemlisi bu sömürüyü ebediyen ortadan kaldırabilecek bir potansiyele sahiptir. Bu demektir ki, kapitalizm üretici güçleri geliştirirken aynı zamanda kendi mezar kazıcısını yaratıp büyütmekten kurtulamamakta, kendi yok oluş koşullarıyla birlikte insanlığın sınıfsız toplum düzenine geçiş imkânını da olgunlaştırmaktadır.
Sınıf gerçeği toplumsal bir olgudur ve ancak karşıt sınıfla çok yönlü ilişki içinde somut anlamına kavuşur. Bu nedenle, gerek burjuvazi gerek işçi sınıfı bu gerçekliğe iktisadi ve siyasal mücadeleler içinde vakıf olabilmiş, böylece her biri kendi açısından bir sınıf bilinci ve sınıf ideolojisi geliştirmiştir. Kapitalist üretim tarzının insanı bir cemaat unsuru olmaktan kurtarıp, birey konumuna yükselme olanağı sağlaması sınıf olgusuyla çelişmez. Ama bu hassas bir konudur ve doğru yorumlanmalıdır. İnsan denen canlı, yaşamını ancak topluluk içinde var edebilir ve sürdürebilir. Topluluktan kopup mutlak anlamda yalnız kalan bir insan, ya sefalet içinde ölür gider ya da aklını yitirip hiçleşir. O nedenle birey olmak, hiç de şu ya da bu insan topluluğu dışında tek başına var olmak anlamına gelmiyor. Tersine bunun anlamı, bir topluluk içinde kendini kendi konumunun ve potansiyelinin bilincine ulaşarak var edebilmek demek. Birey olmak, bir sürüye bilinçsizce katılma konumundan sıyrılıp, kişinin kendi ayakları üzerinde durmayı becermesini ve kendi iradesiyle bir topluluğun unsuru olabilmesini anlatıyor.
Birbirine karşıt sınıf çıkarlarıyla bölünmüş kapitalist toplumda birey olmak, burjuvazi ve işçi sınıfı açısından somut yaşamda kuşkusuz farklı anlamlar içermekte, farklı sonuçlara işaret etmektedir. Burjuvazi için bu, bir yönüyle, ancak rekabet içinde var olabildiği diğer burjuvalar arasında ve karşısında varlığını sürdürmeye muktedir olabilmesidir. Diğer bir yönüyle ise, tüm bu rekabet duygularına rağmen gerektiğinde işçi sınıfı karşısında bir domuz topu gibi birleşme bilincine ve iradesine sahip bulunmasıdır. Bunun dışında burjuvalar, işçi sınıfının sırtından sağladıkları zenginliğin tadını bireysel olarak gönüllerince çıkarma lüksüne sahipler. Bu nesnellik burjuva ideolojisinde “her koyun kendi bacağından asılır” benzeri vecizelerle yansımasını bulurken, burjuvazinin ayrıca işçi sınıfının aklını karıştırmak üzere bireyciliği ve bencilliği özendirmeye ihtiyacı var.
Burjuva ideolojisinin topluma aşılamaya çalıştığı bireycilik eğiliminin, bilinçli bir topluluk yaşamını üreten bireyler olabilmeyi başarma hedefiyle hiçbir alakası bulunmuyor. Bencilliği ve bireyciliği pompalayan ideolojiler, aslında kapitalizmin yarattığı toplumsal çürüme ve yozlaşma koşullarının ifadesidir ve bu koşulların yeniden üretimine hizmet etmektedir. Burjuvazi bu tür ideolojik motiflere, toplumu atomize etmek ve işçi sınıfını örgütlü mücadeleden uzak tutmak amacıyla ihtiyaç duyuyor. Ve de aslına bakarsanız, bu tür ideolojiler işçilerin çalışma ve yaşam koşullarıyla pek de bağdaşmıyor. Neticede bu tür burjuva ideolojik zırvalara en çok sahip çıkıp, bunları başkalarına aşılamaya çalışanlar küçük-burjuva psikolojisiyle sakatlanmış çeyrek aydınlar olmaktadır. Böylece hemen her konuda olduğu gibi, işçi sınıfına bencil bireyciliğin ve örgütlü mücadeleden kaçış eğiliminin bulaştırılması bakımından da küçük-burjuva yaklaşımlar, egemen sınıfın ideolojik taşıyıcısı rolünü sürdürmektedirler.
Devrimci ve toplumcu ideoloji
İşçi sınıfının içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları, aslında toplumcu fikirlerin, sınıfsal dayanışma ve insanca paylaşım duygularının yeşermesi bakımından elverişli bir zemin sunuyor. Bu nedenle de proletaryanın sınıf bilinci ve sınıf ideolojisi devrimci ve toplumcudur. Marksist dünya görüşü, kişiyi egemenler karşısında yalnızlaştırıp yenilgiye mahkûm eden bireyciliğin karşısındadır. Yoksulu birbirine düşürüp kırdırmaya çalışan bencilliğin ve sınıfın birlik potansiyelini yok eden acımasız rekabet eğiliminin düşmanıdır. İşçi sınıfına yaraşan eşitlikçi, paylaşımcı, toplumcu düşünce ve duygular bir hayal âleminin ürünü olmayıp, doğrudan doğruya nesnel dünyadaki somut koşulların bilinçli ifadesidirler.
Burjuvalar işçi sınıfına karşı ortak siyasal çıkarları temelinde bir sınıf olarak harekete geçtiklerinde bile, iktisadi varoluş koşullarının temel yapı taşı olan rekabet ortadan kalkmıyor. Burjuvazinin dünyasında bireyler arasındaki rekabet, onları gerçekten motive eden ve diğer birine oranla daha fazla kazanmayı mümkün kılan faktördür. Sosyal konumları itibarıyla ne denli bütünsel bir sınıf oluştursalar da, burjuvalar, işçi sınıfının sırtına serdikleri kurtlar sofrasından daha büyük payı kapmak üzere kendi aralarında tepişmekten asla geri duramazlar. Özetle, bireyciliğin, bencilliğin, rakibini ezerek üste çıkma arzusunun burjuva sınıf açısından son derece maddi bir zemini vardır. Bu bakımdan, insanlığı ileriye taşıyacak olan toplumcu fikirler, insanı daha da fazlasıyla insan kılan güzelim dayanışma ve paylaşım arzusu özünde burjuva âleme yabancıdır.
Bir de işçi sınıfının varoluş koşullarına bakalım. Yaşamını işgücünü satarak sürdüren işçilerin çıkarları gerçekten de ortaktır. Aralarında çalışma koşulları veya ücret düzeyi açısından farklılıklar olsa dahi, bu gibi eşitsizlikler sınıf kardeşleriyle rekabetten değil patronlarla ilişkilerinden kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalist sınıfın varoluş koşullarından biri olan rekabet olgusu işçi sınıfı için aynı kapsamda geçerli değildir. İşçiler arasındaki rekabet, olsa olsa, burjuvazinin onları bölmek amacıyla yarattığı ve sınıf bilinciyle donanım sayesinde aşılabilecek bir fenomendir. Kısacası işçiler, sınıfın içinden çıkıp ona ihanet eden işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisi sorunu bir tarafa bırakılırsa, hangi iş koşullarında, hangi sektörde ve hangi ülkede çalışıyor olurlarsa olsunlar, kelimenin gerçek anlamında bütünsel bir sınıf oluşturma, burjuvazi karşısında ortak bir mücadele yürütme potansiyeline sahiptirler.
Ne var ki, bu potansiyelin harekete geçirilebilmesi ve kapitalistler karşısında fiili bir güce dönüştürülebilmesi ancak sınıf bilinciyle donanmak ve örgütlü mücadele sayesinde mümkün olabiliyor. Bilindiği üzere gündelik yaşam mücadelesi işçiler için alabildiğine yorucu ve bıktırıcıdır. İnsanda kendi sınıfsal varoluş koşullarını düşünecek, bu gibi konuları kendi başına bilince çıkartacak zaman ve derman bırakmaz. Hiç kimse bu tür zaafların üstesinden tek başına gelemez. İşçilerin patronlar karşısında ortak bir sınıf oluşturduğu ne denli tartışmasız bilimsel bir gerçeklikse, işçinin tek başına kaldığında tüm sorunları, zaafları, korkuları, boş inançları ile herhangi bir insancıktan öte bir şey olamayacağı da o denli doğrudur.
İşçileri ancak örgütlü mücadele, öyle tek başına insancıklar olarak varolma durumundan çıkartıp devasa bir sınıfın başı dik bireylerine dönüştürebilir. Nasıl ki işçi sınıfını kendiliğinden sınıf olma durumundan kendisi için sınıf olma düzeyine sıçratan kaldıraç örgütlü mücadeleyse, işçiyi sınıf kardeşiyle bireysel çekişme ve rekabete sürüklenmekten kurtaracak olan da örgütlü mücadeleden başkası olamaz. Burjuvazi açısından olsun işçi sınıfı açısından olsun, aslında hiç kimse örgütsüz durumdayken sınıf çıkarlarını gerçek anlamda savunamaz. Bu kural iktisadi düzeyde geçerliyse, siyasette haydi haydi böyledir. Proleter sınıf tutumu, ancak devrimci temellerde siyaseten örgütlenerek ortaya konabilir.
Kendine güvenini hepten yitiren kişinin, moral anlamda adeta felce uğradığı, potansiyellerini harekete geçiremez bir duruma sürüklendiği biliniyor. Sınıf açısından da böyle bir hastalık veya tehlike durumu söz konusudur. Burjuva ideolojisi, proletaryayı kendi sınıfsal gücünü hissedemeyen, bu gücün bilincine eremeyen güdülecek bir sürü konumuna iteleyebilmek amacıyla her an işbaşındadır. Genel anlamda toplumda egemen olan fikirlerin, egemen sınıfın fikirleri olduğu da yadsınamaz. Ancak, farklı çıkarlarla bölünmüş sınıflı toplumlarda ezilen sınıfların ilânihaye bir koyun sürüsü gibi otlamadığı da tarihsel kayıtlarla sabittir. Her devirde, haksızlığa, eşitsizliğe, zulme karşı isyan ateşini körükleyen ve böylece kitleyi harekete geçiren öncüler var olmuştur. Üstelik proletarya diğer ezilen sınıflardan farklı olarak, başladığı işi sonuna erdirme şansına ve imkânına sahip yegâne ezilen sınıftır. Bu büyük potansiyel güç harekete geçmeyi bekliyor.
Hal böyleyken, burjuvazinin uzun süren çok yönlü saldırıları nedeniyle bugün işçi sınıfı örgütlü mücadeleye yeterince yakın durmuyor. Zira burjuva ideolojisinin sistematik biçimde sınıfın kafasına indirdiği darbeler onu sersemletti ve kendi gücüne güvenini yitirdiği bir gerileme içine sürükledi. Özellikle 80’lerden bu yana yükseltilen neo-liberal saldırı, işçi sınıfının tarihsel deneyimini hafızalardan kazıma yolunda bir hayli başarılı oldu. Böylece sosyalizm, genelde genç kuşaklara kötü ve başarısız bir düzen, yaşamda gerçek karşılığını bulamayacak geçersiz bir düşünce olarak kavratıldı. Hayat boşluk tanımayacağına göre de, işçi ve emekçi kitlelerin moral dünyası burjuva ideolojisinin aşıladığı çeşitli saçmalıklarla zehirlendi. Neticede işçi sınıfı, kendisinde potansiyel olarak var olan örgütlenme, mücadeleye atılma, sınıf kardeşleriyle dayanışma gibi güzel ve devrimci hasletlerden kuşku duyan bir kimliksizlik durumuna sürüklendi.
Ancak bu tablo sadece genel bir durum tespitinden ibaret. Bugün dünyanın pek çok noktasında işçiler bu karanlık tabloyu parçalamaya giriştiği gibi, yarın isyan dalgasının daha da yükseleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Ama değişim hiçbir zaman durduk yere gerçekleşmiyor. Eğer işçi sınıfının devrimci temellerde şaha kalkması arzulanıyorsa, bu arzuyu yüreğinde hisseden her işçi önce kendi çapında bir silkiniş yaşamalı. Ve küçük bir örgütlü işçi çevresinin bile, isyan ateşini tutuşturacak kıvılcımları pekâlâ diğer işçilere saçabileceğine inanılmalı. İşçi sınıfı yeniden kendi gücünü hissetmeli, bu güce güvenmeli. Burjuva ideolojisinin, devrimci mücadele dönemlerinin artık geri gelmeyecek biçimde kapandığı veya işçi sınıfı diye bir şey olmadığı yolundaki yalanları tarihin çöp sepetine fırlatılıp atılmalı. İktisadi mücadeleden siyasi mücadeleye, işçi sınıfı yaşamın tüm alanlarında tarihin bir numaralı öznesi olarak yerini almalı.
Bugünün işçileri, geçmiş dönemlerde sınıflarının gücünün nelere kadir olduğunu bilince çıkartacak örgütlü çabaları ellerinin tersiyle bir kenara itme lüksüne sahip değiller. İşgücünden başka satacak bir şeyleri olmayan yoksul kitleleri koyu bir cehalete, akıl almaz bir yozlaşmaya, zorbalığın egemen olduğu bir dünyaya hapsetmeye çalışan burjuva düzen karşısında sessiz ve hareketsiz kalınamaz. İşçi sınıfı kendisini, patronundan burjuva siyasetçisine, sendika bürokratına dek her türlü düzen gücü karşısında, boynu bükük ve sürünen bir köle konumuna düşüremez. Kendi gücüne güvenmeyi öğrenmeyen, kazanmanın hazzını da hiçbir zaman tadamaz. Unutulmasın, tehlikeli olan örgütlü mücadeleye atılarak ayağa dikilmek değildir. Pasif bir köle gibi sürünerek ölmektir asıl tehlikeli olan. Sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması, devrimci paylaşım gibi yüce değerlerin bugünün küresel piyasasında beş para etmediği palavralarıyla beyin yıkayan burjuva ideolojisinin defterini dürmenin zamanı gelmedi mi?
Tarihsel örnekler
Geçmişini bilmeyenin geleceği de olamaz derler. Ne kadar doğrudur. İşçi sınıfının mücadele tarihi de işte öylesine önem taşıyor. Bu tarih, bugün işçilere varılması imkânsızmış gibi görünen hedeflere, geçmişte devrimci örgütlü mücadele sayesinde nasıl varılabildiğini çeşitli örneklerle gözler önüne seriyor. İşin çarpıcı yönü, proleter mücadelenin yükseldiği dönemlerde işçilerin ve devrimcilerin, ulusal sınırları aşıp giden enternasyonal sınıf birliğinin ve dayanışmasının göğüs kabartıcı örneklerini yaratmış olmalarıdır. Burada bu bağlamda birkaç önemli örneği kısaca hatırlatalım.
1864 yılında kurulan Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bugün de büyük bir tarihsel önem taşıyor. Çeşitli ülkelerden işçileri bağrında toplayan Birliğin Londra kuruluş kongresinde seçilen merkez yöneticileri arasında Marx da vardır. Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da dillendirilen uluslararası eylem çağrısı, Birliğin örgütlenmesi sayesinde sınıf içinde fiilen yansımasını bulmuş gibidir: Bütün ülkelerin işçileri birleşin!
Kuruluşundan itibaren Avrupa’da gelişen grevleri ve çeşitli işçi eylemlerini destekleyen Birlik, çocuk ve kadın işçiler başta olmak üzere işçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş saatlerinin kısaltılması için militan bir mücadele yürütmüştür. Paris Komününde de etkili olan Uluslararası İşçi Birliği’nin çeşitli ülkelerdeki işçileri kucaklayan üye sayısı, 1871 yılında The Times gazetesinin belirttiğine göre 2,5 milyona ulaşmıştır.
Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda Marx, işçilerin en önemli başarı unsurunun sayıları olduğuna dikkat çeker. Ama bu sayı, ancak güç birliği ile birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelebilmektedir. Değişik ülkelerin işçileri arasında bulunması gereken ve kurtuluş için verdikleri bütün mücadelelerinde onları sıkı sıkıya bir arada durmaya teşvik eden kardeşlik bağının önemi asla küçümsenemez. Bu yaşamsal bağı görmezden gelmenin ortak bir bozgun ile cezalandırılacağı açıktır. Tarihsel deneyim, Marx’ın vurguladığı bu hususların yakıcı önemini defalarca kanıtlamış bulunuyor.
İşçi sınıfının kurtuluşu, enternasyonal mücadele bilinci ile harekete geçen ve kardeşçe kenetlenen işçilerin kendi eseri olabilir ancak. Uluslararası İşçi Birliği’nin Genel Tüzüğünde belirtildiği gibi, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, eşit haklar ve görevler ve her türlü sınıf egemenliğinin kaldırılması uğruna mücadele anlamına gelmektedir. Emeğin kurtuluşu, ne yerel ne de ulusal bir sorun olmayıp, modern toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan ve örgütlü işçilerin teorik ve pratik işbirliğine dayanan toplumsal bir sorundur. İşçi sınıfı hareketinin başarısı, uluslararası birlik ve dayanışmanın gücü dışında başka bir şeyle sağlanamaz.
Yine Marx, Birliğin 1866 Eylülünde Cenevre’de toplanan Birinci Kongresine gönderdiği talimatlarda çok önemli bir hususa değinir. Değişik ülkelerin işçilerinin, emeğin kurtuluş ordusu içinde kendilerini kardeş ve yoldaş olarak hissetmekle kalmayıp, böyle hareket etmelerini sağlamak, Uluslararası İşçi Birliği’nin başta gelen amaçlarından biri olmalıdır. İşçi sınıfının tarihsel Birinci Enternasyonal deneyiminden miras kalan bu ilkesel açılım ve yaklaşımlar, bugün de sınıf mücadelesinde takipçisi olacağımız devrimci kurallardır.
Uluslararası İşçi Birliği’nin yaktığı devrimci meşale, haksız savaşlar karşısında işçilerin burjuvaların oyununa gelmeyip birbirlerine kardeşlik elini uzatmaları bakımından da yolu aydınlatmıştır. 1870 Fransız-Alman savaşı esnasında Enternasyonal’in yolunu tutan işçiler, “kendi” burjuvalarına karşı ortak bir mücadeleyi örgütlemek için çaba sarf ederler. Devrimci Fransız işçilerinin enternasyonal mücadele ruhuyla yüklü çağrılarına, Almanya’dan 50 bin Saksonya işçisini temsil eden bir delegeler toplantısından yine aynı mücadele aşkını yansıtan yanıt gelir: “Fransa işçilerinin bize uzattıkları kardeşçe eli sıkmakla mutluyuz. Uluslararası İşçi Birliği’nin Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz! sloganına saygılı, bütün ülkelerin işçilerinin dostlarımız ve bütün ülkelerin despotlarının da düşmanlarımız olduklarını hiçbir zaman unutmayacağız!”
İşçi Paris, 1871 yılında sınıfın bu enternasyonal mücadele yolundan ilerler. Paris Komünü, egemen güçlerin kışkırttığı savaşlarda işçilerin ellerine tutuşturulan silahları sınıf kardeşlerine yöneltmeyip, kendilerini ezen burjuva iktidarlara çevirmeleri bakımından tarihsel bir örnek sunar. Paris Komünü aynı zamanda, işçi sınıfının ilk kez kendi öz istemleri ile siyaset sahnesine girdiği unutulmaz bir deneyimdir. Bu deneyimi yaratanlar, Marx’ın “göğü fethe çıkan komünarlar” diye selamladığı Paris’in yiğit kadın ve erkek işçileridir. Proletaryanın kurtuluşa erişmek bakımından henüz yolun başında bulunduğu bir tarihsel kesitte yaşanan Paris Komünü, yine de nelerin yapılması ya da yapılmaması gerektiğine dair son derece önemli dersler vermiştir. 1871 Martında dünyaya gözlerini açan bu ilk işçi iktidarı, ancak yetmiş iki gün yaşayabilmiş ve burjuvazinin kudurgan saldırısı altında can vermiş olsa da, proletaryanın insanlığı özgürlüğe kavuşturabilecek bir sınıf olduğunu dosta düşmana kanıtlamıştır.
Komün’ün yenilgisi bile, tarihin ilerleyişi içinde neticede kazanan tarafın işçi sınıfı olacağı gerçeğini dünyaya haykırır. Marx’ın sözleriyle: “İşçi Paris, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir, ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.”
Devrimci işçiler, büyük toplumsal devrimin şafağı olan Komün deneyimine sahip çıkmışlar ve işçi Paris’in göğe yükselen çağrısı o günden bugüne nice ülkede, nice mücadeleler içinde yankılanmıştır: Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için! Keza yıllardır dünya işçilerinin devrimci coşkusunun ve devrimci mücadele azminin ifadesi olan Enternasyonal marşının sözleri de, Komünarların saflarında dövüşen ve Komün’ün örgütlediği Kamu Hizmetleri Komisyonu’nun üyesi olan işçi kökenli Eugene Pottier’in armağanıdır. Parisli işçilerin yiğit mücadelesi, dünya işçi sınıfının bu ilk siyasal iktidar deneyimi tek örnek olarak kalmayacak ve 1917 Ekiminde kızıl bayrak Rusya işçilerinin ellerinde dalgalanacaktır.
Ekim Devriminin ateşini yansıtan bilinen bir yaşam öyküsüdür, kaba saba giyimi içinde ayağa dikilen bir işçi, Bolşeviklerin yanlış yol tuttuğu doğrultusunda kendisine ders vermeye kalkışan bazı ukala üniversite öğrencilerine şöyle seslenir: “Ben onu bunu bilmem; iki sınıf var: burjuvazi ve proletarya. Ya birinden yanasındır ya da diğerinden”! İşte dünyayı yerinden oynatacak güç bazen sıradan bir işçinin bilincine vardığı bu gerçeklikte, bu yalın sözcüklerde gizlidir. İşçi sınıfı Ekim Devrimi örneğiyle, tarihsel görevinin üstesinden gelebileceğini Paris Komünü deneyimini de aşan biçimde ortaya koymuştur. Bu devrimin tutuşturduğu yangın, o gün bugündür dünya işçilerinin devrimci enternasyonal mücadelesinin büyük esin kaynağı olmayı sürdürüyor.
Dünya işçilerinin uluslararası devrimci mücadele geleneğinin en önemli halkasını oluşturan Üçüncü Enternasyonal (Komünist Enternasyonal) ise, başta Ekim Devrimi olmak üzere işçi sınıfının çeşitli ülkelerdeki devrimci kavgasının ürünü ve bu kavganın taçlanmış ifadesi oldu. Onun harcı, Lenin önderliğinde azimli bir mücadeleyi sürdüren Bolşeviklerin alın teriyle ve son nefeslerinde bile “Yaşasın Devrim!” diye haykıran Rosa gibi devrimci Marksist savaşçıların ölümsüz çabalarıyla karıldı. İşçi sınıfının bu enternasyonal örgütünün kuruluş kongresine, çeşitli ülkelerdeki örgütlenmeleri temsilen 51 delege katılmıştı. Kongrece kabul edilen Manifesto, bütün ülkelerin kadın ve erkek işçilerini, emperyalist barbarlığa, burjuva devlete ve burjuva mülkiyetine, toplumsal ve ulusal baskının her türüne karşı enternasyonalin kızıl bayrağı altında birleşik mücadeleye çağırmaktaydı.
Komünist Enternasyonal’in İkinci Dünya Kongresinin Manifestosu, sınıfın öncü kesimleriyle geri safları arasındaki ilişkiyi ele alıyor ve bazı yanlış kavrayışların önüne geçmek amacıyla öncünün tarihsel rolüne vurgu yapıyordu. Manifestoda belirtildiği üzere, kapitalist düzen insanlığı sefalet ve cehalet denilen dipsiz bir okyanusa sürüklemekteydi. Bu derinliklerden yüzeye çıkmayı başaran her tabakanın ardından, aynı çabanın içine girecek bir başka tabaka belirmekteydi. Öncü, devrimci kavgayı başlatmak için bu geri saflardaki kitleyi bekleyemezdi. En geri tabakaların uyandırılması, eğitilmesi ve harekete geçirilmesi görevini yerine getirecek olan esasen bizzat devrimin kendisiydi.
Ekim Devriminin çok canlı şekilde tanıtladığı üzere, devrim geride duranları harekete geçirmiş ve işçi kitlelerini tarihin öznesi konumuna yükseltmişti. Ekim Devriminin önderlerinden Troçki, ilerleyen yıllar içinde kaleme aldığı Rus Devriminin Tarihi adlı eserinde, sıradan işçilerin iktidara yükselişi karşısında hayretle sızlanan bir Rus generalinin şu sözlerini aktaracaktı: “Bir mübaşirin veya bir Adalet Sarayı kapıcısının aniden sulh hakimleri kurulunun başkanı olabileceğine kim inanırdı? Bir berberin yüksek düzeyli bir memur, dünün asteğmeninin başkomutan ya da dünün uşağı veya seyisinin vali olacağına kim inanırdı? Kim inanırdı dünün çilingirinin bir atölyenin başına geçeceğine?” Troçki’nin aynı yerde yanıtladığı şekilde, “buna inanmamazlık edilemezdi, çünkü asteğmenler generalleri yenmişlerdi; eski seyis yeni vali dünün efendilerini sigaya çekmişti; vagon tekerleklerini yağlayanlar nakliye işlerini üstlenmişlerdi; çilingirler müdür olarak sanayiyi şaha kaldırmıştı”!
Sovyetler iktidarı sayesinde yeni bir dünyaya gözlerini açan proletarya, daha sonra devrimin geri bir ülkede yalıtılması neticesinde uç veren bürokratik karşı devrimin üstesinden ne yazık ki gelemedi ve iktidarını yitirdi. Böylece Üçüncü Enternasyonal de egemen bürokrasinin çizmeleri altında can çekişmeye başladı. Ama proletaryanın enternasyonal örgütlenme çabası bir yandan Troçki gibi devrimci önderler eliyle sürdürülmeye çalışılırken, öte yandan Ekim Devriminin esin bayrağı bundan sonra da dünyanın çeşitli ülkelerinde işçilerin elinde yükselmeye devam etti.
1936-39 İspanya İç Savaşı, faşizme karşı mücadelede devrimci sınıf güçlerinin sergilediği enternasyonal dayanışma ve mücadele azmiyle unutulmaz bir örnektir. Çeşitli ülkelerden binlerce gönüllü, direnen kızıl Madrid’i faşizmin saldırılarına karşı son nefeslerine dek savunmak için İspanya’daydılar. Ortak düşmana karşı İspanya işçi sınıfıyla yan yana dövüşmeye gönüllü bu devrimcilerin oluşturduğu Uluslararası Tugaylar, işçi dayanışmasını ete kemiğe büründüren ve proletarya enternasyonalizmini ölümsüzleştiren bir örnek olarak sınıf belleğine kazındı.
Mücadele en iyi okuldur
İspanya’da ya da bir başka ülkede işçilerin ve devrimcilerin kahramanca mücadeleleri siyasal önderliklerin ihaneti nedeniyle yenilgiye uğramış olsa da, tarihin bir kuralı değişmiyor. Dövüşerek yenilen ordular, zafere ulaşabilmek için neyi eksik veya yanlış yaptıklarının dersini zamanla çıkartabiliyorlar. Ayrıca da, uzun yıllar boyunca yürütülmüş olan devrimci ve anti-faşist mücadeleler toplumsal hafızada derin izler bırakıyor. Bu tür deneylerin okulundan geçmiş işçi sınıfı, bir dönem gerilese ve uykuya yatsa da tekrar uyandığında mücadeleye sıfırdan başlamıyor. Mücadelenin yeniden canlanmasıyla birlikte, tarihsel hafızaya kayıtlı deneyimlerin etkisi kendini hissettiriyor ve güncel mücadelede sıçramalara neden olabiliyor.
İşçi sınıfının bu tür kazanımları ulusal sınırları aşıp evrensel etkiler yaratan bir güce sahiptir. Yine de bir deneyimi doğrudan yaşamakla, yaşanmış başka deneyimlerden dersler çıkartmak aynı şey değildir. Türkiye örneğinde olduğu gibi, bizzat devrim deneyimlerinin okulundan geçmemiş bir işçi sınıfının tarihsel hafızası zengin değildir. Keza faşizme karşı diyelim İspanya’daki gibi bir devrimci mücadele yürütülmemiş olan Türkiye’de, faşist rejimin yarattığı tahribat bu nedenle çok daha derin ve uzun süreli olmuştur.
Bugün dünya işçi hareketinin yakıcı ihtiyaçlarına ek olarak, Türkiye’de işçi sınıfının bir de 12 Eylül faşist rejiminin yarattığı toplumsal karabasanın izlerinden kurtulmaya ihtiyacı var. Sendikal hareketteki muazzam gerilemeden tutun da siyasi mücadeledeki tıkanıklığa dek, Türkiye’de katmerlenerek birikmiş olan sorunlar ancak mücadele sayesinde aşılabilecektir. Yalnız bu noktada da işçileri çok yakından ilgilendiren bir başka sorunu göz ardı edemeyiz. Mücadeleden söz açıldığında, işçilerin genelde solda birlik olmadığından yakındığı biliniyor. İşçi sınıfının birlik arzusu ne denli anlaşılabilir bir olgu olsa da, Türkiye’de bu konunun biraz da mücadeleden geri durmayı haklı çıkartacak bir bahane olarak kullanıldığını vurgulamak gerek.
Çeşitli vesilelerle değindiğimiz üzere, tüm solu kucaklayan siyasal bir birlik arzusunun gerçek yaşamda karşılığı olmayan boş bir düş olduğu bilinmeli. Zira hiçbir kapitalist toplumda tek bir çeşit sol anlayış bulunmuyor. Tersine, burjuva solundan küçük-burjuva sol anlayışlara, devrimci işçi örgütlerinden reformist burjuva işçi partilerine dek, sol siyaset arenası aslında alacalı bulacalı geniş bir yelpaze gibidir. Bu tür gerçekleri işçilerin bilincine çıkartacak ve mücadeleci işçileri kendi deneyleri temelinde devrimci sınıf siyaseti altında birleştirecek olan da son tahlilde mücadele okuludur. Devrimci mücadele deneyiminde zayıf bir tarihsel geçmişi olan Türkiye’de, bu temel gerçeklerin algılanıp kabul edilmesi bakımından da işçi sınıfının çeşitli zaaflara sahip olduğunu unutmayalım.
Bilindiği gibi, geçmişin izi olumlu ve olumsuzuyla gelecek kuşakların üzerine düşmektedir. Bizim Asyatik köklerimiz ve devletçi geleneğimiz de, genel olarak toplumda, farklı sınıfsal tutumlardan kaynaklanabilecek siyasal çeşitliliğe pek de sıcak bakmayan bir monolitiklik anlayışı yerleştirmiştir. Ayrıca aynı gelenek, sosyal kazanımlardan tutun örgütsel birliklere dek her şeyin tepeden olup bitmiş biçimde önüne konmasına alıştırmıştır insanları. Diyelim Avrupa ülkelerinde bilinçlenmekte olan işçi, genelde mücadeleye, “bu haklı kavgayı yürütecek olan da benim, doğru düşünceleri yaşama geçirecek olan da ben” diye yaklaşmaya daha yatkınken, bizim ülkemizde durum biraz farklıdır. Bizde ilk adımı önce başkasının atmasını bekleme zihniyeti oldukça yaygındır. Bu nedenle de atılması gereken o ilk adımlar kolay kolay atılamaz.
Geçmişin tarihsel izleri bugünkü kuşakların üzerine hâlâ düşüyor olsa da, öte yandan artık dünyaya çok daha fazlasıyla açılan ve dünyadaki gelişmelerden çok daha fazlasıyla etkilenen bir Türkiye söz konusu. Bu nesnelliğin etkileri, geçmiş işçi kuşaklarıyla kıyas kabul etmez derecede kentli ve eğitimli genç işçilerde bir zihniyet değişikliğinin önünü açabilir. Ne var ki bu bağlamda olumlu sıçramaların yaşandığını henüz söyleyemiyoruz. Bunun bir nedeni son tarihsel kesitte genci ve yaşlısıyla işçi sınıfını sersemleten baskılarsa, diğer bir faktörü de burjuva ideolojisinin örgütsüz emekçi kitlelerin yaşamını esir alan çok yönlü aldatmacaları teşkil ediyor. Bu engeller de kendiliğinden değil, sınıfın öncü unsurlarının doğru mücadele hattında harekete geçirilmesi ve böylece giderek kitlenin de kendine güvenmeyi öğrenmesi sayesinde aşılacak. Hüner, sendikalı sendikasız veya işli işsiz ayrımlarına takılmadan, sınıfın dinamik, mücadeleye yatkın ve militanlık vadeden unsurlarını harekete geçirebilmekte.
Zirveye ulaşmak için atılan adımlar başlangıçta küçük ve zirve muazzam uzaklıkta görünse de, azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. Küçük örneklerden büyük örneklere bu böyle. İşçiler fabrikalarda, işyerlerinde kendi taban örgütlülüklerini sağladıklarında sendika bürokrasisinin etkisinin kırılmaya başladığını görecekler. Bitişikteki fabrikada grev patlak verdiğinde dayanışma örgütleyen işçiler, yalnızca tek bir işyerine sıkışıp kalan kader ortakları olmadıklarını anlayacaklar. Bir işkolundan diğer bir işkoluna direnişteki işçiler için örgütlenen destek, işçilere büyük bir sınıfın evlatları olduklarını öğretecek. Başka ülkelerdeki işçilerin haklı mücadelelerinin ateşini yüreklerinde hisseden işçiler, uluslararası dayanışmayı örgütlemek için kolları sıvayacaklar. Mücadele küçüğünden büyüğüne en iyi okuldur. Sınıf birliği mücadele içinde örülür, sınıf dayanışması mücadele içinde gelişir. Unutmayalım: birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için…
Selam olsun, uluslararası işçi dayanışmasını güçlendirmek ve sınıfın mücadele birliğini ilmek ilmek örmek için ter akıtan günümüz işçilerine!
Yaşasın İşçi Sınıfının Enternasyonal Mücadele Birliği!
Yaşasın Uluslararası İşçi Dayanışması!
link: Elif Çağlı, Sınıf Dayanışması Mücadele İçinde Gelişir, 24 Haziran 2006, https://marksist.net/node/1052