9 Mayıs 2005 tarihinde Rusya Federasyonunun başkenti Moskova, II. Dünya Savaşında elde edilen “zafer”in 60. yıl kutlamaları dolayısıyla, 50’den fazla devlet başkanını ağırladı. Vladimir Putin’in bir nevi güç ve prestij gösterisi olan bu kutlamalara Fransa, Çin ve İsrail’in cumhurbaşkanları; Almanya, İtalya, Japonya, Hindistan ve Güney Kore’nin başbakanları; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ve elli kadar ülkenin temsilcileri katıldı. Gelmeyen tek “önemli” ülke lideri “mazeretli” İngiltere Başbakanıydı.
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının giderek şiddetlendiği koşullarda böyle şaşaalı törenlerde burjuva politikacıların yan yana gelmesi, kanlı bıçaklı mafya babalarının çatışıyor olmalarına rağmen birbirlerine methiyeler düzdükleri ikiyüzlü buluşmalarını çağrıştırıyor nedense. Zaten törenlerin öncesinde ABD Başkanı Bush’un, Baltık ülkeleri ile Gürcistan gibi Rusya karşıtı ülkeleri ziyaret etmesi, Moskova’nın anti-demokratik politikalarını zehir zemberek bir dille topa tutması, Yalta anlaşmasının hata olduğunu söylemesi, Rusya devlet başkanının da bunu müteakip ABD’li gazetecilerle yaptığı röportajda ABD politikalarını eleştirmesi gerçek vaziyeti ortaya seriyordu. Egemen güçlerin bir araya gelmelerinin II. Dünya Savaşına ilişkin tarihsel çarpıtmaları güçlendirmeye dönük bir anlamı da vardı. Bu törenlerle, “zafer”lerini, emperyalist niyetlerinin değişmez örtüsü olan “özgürlük ve demokrasi”yi nasıl sahiplenegeldiklerinin tarihsel bir kanıtı olarak sunmaya çalışıyorlardı. Her biri tarihin gösterdiği üzere birer “özgürlük ve demokrasi” savaşçısıydı!
Oysa emperyalistlerin orduları tarafından yenilgiye uğratıldığı söylenen faşizm bizzat mali sermayenin “komünist” tehlikeye karşı besleyip büyüttüğü bir olağanüstü rejimdi. Bütün yükseliş dönemi ve iktidarda olduğu yıllar boyunca da tekelci sermaye tarafından işçi sınıfı hareketini ezmek için kullanılmıştı. Ve galip ülkelerin burjuvazisi, bugün anlatıldığı gibi özgürlükler uğruna faşizmi ortadan kaldırmak niyetiyle savaşmamıştı hiçbir zaman. Onlar Alman, Japon ve İtalyan emperyalistlerine karşı kendi emperyalist çıkarları için mücadele etmişlerdi. Stalin’in çarpıtmasının aksine “özgürlüksever uluslar” diye bir şey yoktu çünkü emperyalizm çağında.
Evet, insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden biri olan II. Emperyalist Paylaşım Savaşının sona ermesinin üzerinden 60 yıl geçti. Bu önemli tarihsel kesit, gerek savaşa hızlı adımlarla gidildiği dönemlerde yaşananlar, gerekse de savaş sonrasındaki gelişmelerle, işçi sınıfı mücadelesi için muazzam deneyimlerle dolu. Ne var ki, on milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bu kıyım, bugüne kadar yaygın olarak iki ayrı tahrifat mekanizması tarafından biçimlendirilmiş bakış açılarıyla değerlendirildi. Bir yandan emperyalist burjuvazinin ordularının ne büyük kahramanlıklarla faşizm belâsından insanlığı kurtardıkları yalanını izledik dev bütçeli filmlerde, diğer yandan Stalin’in şahsında cisimleşen mücadelenin faşizmi nasıl ezip geçtiğini okuduk Stalinist neşriyatta. Oysa gerçeklik bu yalan mekanizmalarının anlattıklarından büsbütün farklıdır.
Faşizm Reformist Önderliklerin Elinde Güçsüzleşen Alman İşçi Sınıfını Ezerek İlerledi
Emperyalistler arasındaki ikinci paylaşım savaşına giden yolda en önemli kilometre taşı şüphesiz Almanya’da faşizmin iktidara gelmesidir. İşçi sınıfının muazzam örgütlü gücüyle önüne geçmesi mümkün olan faşizm çılgınlığı, gerçek bir Bolşevik önderliğin olmadığı ve Bolşevik-Leninistlerin işçi örgütlerinden tasfiye edildiği koşullarda, Sosyal Demokrasi ve Stalinizmin yolu açmasıyla yükseldi.
Stalinizmin Sovyet bürokrasisinin çıkarları doğrultusunda oluşturduğu açılımlar bu dönemin politik gelişmelerini belirledi. Komintern’in oportünist manevraları işçi sınıfı içindeki bölünmenin iyice derinleşmesine sebep oldu. Faşist karşı-devrim koşullarının olgunlaştığı 1928-1932 döneminde, Alman Komünist Partisi (KPD) tarafından harfiyen uygulanan Komintern politikaları, faşizmin ikiz kardeşi ilan edilen Sosyal Demokrasiyle mücadele adına faşizmle mücadelenin göz ardı edilmesine yol açtı.
1928’de yapılan 6. Komintern kongresiyle sol maceracı politikalar izlemeye başlanmıştı. SSCB’de bürokrasinin iktidarını pekiştirme perspektifine uygun olarak şekillendirilen “3. Dönem” tezleri tüm dünyada Komünist Partilerin pratiklerini belirlemeye başladı. Buna göre devrimler çağının başladığı 1. Dönem (1918-1923) sona erdikten sonra kapitalizmin istikrara kavuştuğu evre de (1923-1928) sona ermiş, “SSCB’de ekonominin yeniden yapılandırılması ve kapitalizmin ağır ekonomik bunalımıyla birlikte” yeniden devrimci bir döneme girilmişti; devrimlerin gündemde olduğu bu dönemde ise Sosyal Demokrasi en tehlikeli düşmandı.
KPD Eylül 1930 seçimlerine “faşist diktatörlüğe karşı proletarya diktatörlüğü için mücadele” sloganıyla girerek oylarını 1 milyondan fazla arttırmıştı (4,5 milyon oy, oy oranı %13,1). Aynı seçimlerde Sosyal Demokrat Parti 500.000 oy kaybına uğrarken, Nasyonal Sosyalist Parti devasa bir tırmanışa geçmişti. Fakat KPD için önemli olan, Sosyal Demokrat Partinin oy kaybına rağmen kendi oylarını arttırmış olmasıydı, Nazilerin tırmanışa geçmesi değil. Nazileri önemsemeyen bu bakış açısı, büyük bir çöküşün de temellerini döşedi. Bu dönemde “KPD’nin oylarının iki yılda yalnızca biraz kıpırdadığı ve Sosyal Demokrat Partinin (SPD) işçi sınıfının hâlâ en büyük partisi olmasının, KPD’nin yarattığı güvensizlikten kaynaklandığı” tespitini yapan Troçki ise var gücüyle faşizmin iktidarı tehlikesine dikkat çekmeye çalışıyordu. Troçki KPD’nin bu dönemde “hayati mevzileri savunmaya dayalı birleşik cepheyle savunma stratejisi” izlemesi gerektiğini söylüyordu.
Oysa Alman Komünist Partisinin yöneticileri “mücadele yeteneği olmayan, dağınık ve şaşkın proletarya karşısındaki bir Sosyal Demokrat koalisyon hükümeti, karşısında sınıf bilincine sahip, kitlesel olarak birleşmiş ve mücadeleye kararlı bir proletaryayı bulacak olan açık faşist diktatörlükten binlerce kez daha büyük bir belâdır” diyerek faşist iktidarı burjuva demokrasisine yeğ tutuyorlardı. Stalinizm, faşist diktatörlüğün, işçi sınıfının ağır bir yenilgisi üzerinde kurulacağının farkında bile değildi.
Sonuçta en kritik dönemeçte Alman işçi sınıfını bir araya gelemez hale getiren Sosyal Demokrat ve Stalinist politikalar, faşistleri büyük bir güçle iktidara taşıdı. İktidara doğru gücünü iyice arttıran faşizme karşı birleşik işçi cephesi önerileri sonradan hayata geçirilmeye çalışılsa da fayda etmedi. Avrupa işçi sınıfının en güçlü ve örgütlü işçi sınıfı, reformizmin ve Sovyet bürokrasisinin kılavuzluğunda heba edildi.
Bir Başka Önemli Dönemeç: İspanya İç Savaşı
II. Dünya Savaşı önceleyen İspanya iç savaşında, işçi sınıfı, yoksul köylülük ve onların enternasyonal destekçileri faşizme geçit vermemeye çalıştılar. Ancak Sosyal Demokrat, Stalinist ve Anarşist önderliklerin siyaseten gerçek yüzlerini gösterdikleri bu önemli tarihsel dönemeçte de işçi sınıfı yenildi. Yenilgiye yol açan temel neden yine işçi sınıfının devrimci önderlik krizi oldu.
Alman işçi sınıfını yenilgiye sürükleyen “sol maceracı” politikaların ardından Komintern, yine SSCB’deki bürokratik diktatörlüğün ihtiyaçları temelinde, Komünist Partilerin işçi sınıfı devrimi perspektifini bir yana bırakıp “ilerici” burjuva hükümetlere katılımını öngören “Halk Cephesi” stratejisini uygulattı. II. Dünya Savaşı öncesinde, işçi sınıfı partilerinin yükselen faşizm dalgasına ve emperyalist savaş tehdidine karşı geliştirebildiği en yaygın politik çizgi 1934-39 arasındaki Halk Cepheleriydi. Birleşik cephe arayışları Ocak 1933’de Hitler’in başbakanlığa gelmesi ile başladı. Ancak Halk Cephesi politikası belli bir süre hükümet de olduğu Fransa da dahil olmak üzere her yerde iflas etti.
Şubat 1936’da düzenlenen seçimlerde burjuva cumhuriyetçileri, Sosyalist ve Komünist partilerden oluşan Halk Cephesi İspanya’da da iktidara geldi. Anarşistler seçimlerde Halk Cephesini desteklediler. Öyle güçlü bir politik rüzgâr esiyordu ki, Halk Cephesinin karşı-devrimci yanlarını sürekli sergileyen POUM (Birleşik Marksist İşçi Partisi) bile Halk Cephesine “eleştirel” destek vererek onun seçim bildirgesine imza attı. Halk Cephesi iktidarına karşı Franco 17 Temmuz 1936’da Fas’ta faşist ayaklanma başlattı. Kapitalistler ayaklanmayı desteklediler. Halk Cephesi hükümetinin başkanı Azana’nın ilk tepkisi uzlaşma olanaklarını aramak oldu. İşçilere silah dağıtanların kurşuna dizileceğini ilan etti. İşçilerse tam bir ayaklanma ruhu içindeydiler. Şehirlerde gerçek güç işçi örgütlerinin ellerinde toplanmaya başlamıştı. Barcelona’da silah dağıtılmayınca POUM ve CNT askeri garnizonları basarak silahlandı.
Bu arada Stalinistler de burjuvazi ile ittifaklarına “haklı” bir dayanak oluşturmak için Franco’yu feodal gericiliğin temsilcisi olarak göstermeye çalışıyorlardı. Oysa kapitalistler Franco’nun yanındaydı. İşçiler ise sahiplerince terk edilen fabrikalara el koyarak kendi denetimlerinde üretimi sürdürüyorlardı. Polisin yerini ise işçi muhafızlar almıştı. Köylüler toprakları işgal ediyorlardı. İspanya’da ikili bir iktidar durumu yaşanıyordu. Bir yanda fabrika komiteleri, milis birlikleri ve köylü konseyleri diğer yanda da Komünist Parti ve Sosyalist Partinin desteklediği Azana hükümeti.
Halk Cephesi ise, burjuva müttefiklerini ve Fransa, İngiltere ve ABD’deki “demokratik” hükümetleri ürkütmemek için devrime karşı çıkıyor, reformlarla yetinmeyi telkin ediyordu. Gerçekte burjuvazi çoktan safını belirlemişti. İngiltere, Fransa ve ABD’nin “demokratik” hükümetleri el altından, Hitler ve Mussolini ise açıkça İspanyol faşistlerini desteklerken Fransız Halk Cephesinin lideri sosyalist Leon Blum “müdahale etmeme” politikasını izliyor, cumhuriyetçi yönetime silah satmaktan kaçınıyordu.
Devrim işçilerin ve yoksul köylülerin mücadelesinin güçlü yükselişine rağmen etkili bir Bolşevik partinin olmadığı koşullarda ilerleyemedi. POUM ve CNT işçilerin ve köylülerin iktidar organlarını merkezileştirmeye çabalayacaklarına, korku ve panik içerisinde Halk Cephesine destek verdiler. Stalin ise Nazilere karşı demokratik burjuva devletleriyle kurduğu ittifakı bozmamak için devrimin karşısına geçti. Komintern’in bütün gücünü Halk Cephesinin arkasına yığdı. Böylece işçi ve köylülerin özyönetim organları dağıtılarak iktidar burjuva demokrasisi uğruna burjuvaziye terk edildi. Sınıfın bağımsız gücü ezildikçe hükümet sağa kaydı.
SSCB silah yolladıkça ve Uluslararası Tugaylar ülkeye girdikçe Komünist Partinin İspanya’daki etkinliği arttı ve güçlenen Komünist Parti (KP) işçi sınıfının diğer örgütlerine saldırdı. KP dışardan gelen silahları Anarşistlere ve POUM’a dağıtmayı reddetti ve silahsız yığınların Aragon’da faşistler tarafından kıyıma uğratılmasına neden oldu. 1937 Mayısında Barselona’da Anarşistlere saldıran KP, faşizmin kılıcı tepelerinde sallanırken işçilerin birbirleriyle çatışmasına sebep oldu. Hükümet Anarşist ve POUM liderlerini tutukladı, birçoğunu öldürdü. Bütün bu gelişmelerin etkisiyle devrim gücünü kaybettikçe iç savaşta dengeler faşistlerin lehine döndü.
Uluslararası alanda önce Hitler karşıtı “demokratik” hükümetler sonra da Stalin, faşist Almanya ile anlaşmalar imzaladılar. Uluslararası Tugaylar İspanya’yı terk etmeye başladılar. 29 Ocak 1939’da faşistler Barselona’yı aldılar. Martta Madrid ve Valencia teslim oldu. Böylece II. Dünya Savaşının provasının yapıldığı bir iç savaşta, işçi sınıfı, Stalinist ve diğer reformist önderlikler eliyle hazırlanan koşullarda dünya işçi sınıfının kaderini de belirleyecek bir yenilgiye uğramış oldu.
Stalin–Hitler Saldırmazlık Paktı ve Kızıl Ordu Genelkurmayının Tasfiyesi
Artık Bolşevik partiler olmaktan çıkıp bürokratik yapılar haline gelen Komünist Partilerin yalpalamalarıyla, emperyalist güçlerin SSCB’deki “komünizm” belâsını ortadan kaldırma potansiyeli gördükleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledikleri faşizm bu süreçlerde pek çok ülkede gücünü pekiştirdi. İşçi sınıfı hareketinin belinin kırılmasıyla, emperyalistler, 1917 Ekim devrimi ve Avrupa ülkelerindeki devrimci dalgayla yarım kalan iç hesaplaşmalarına bıraktıkları yerden devam etmek üzere hazırlanmaya başladılar. Tüm dünya artık yeni bir emperyalist paylaşım savaşının patlak vermesini bekliyordu. Emperyalist güçlerin kutuplaşmasıyla birlikte kendi despotik devletini güvence altına almaya çalışan Sovyet bürokrasisi de ittifak arayışlarına girişti. SSCB’de artık iktidarını pekiştirmiş olan bürokrasi, tüm dünyada statükoyu korumaya dönük bir politika izliyordu. Bu çerçevede emperyalist güçlerin denetimindeki uluslararası örgütlerle (başta Milletler Cemiyeti) işbirliğine girdi. Buralarda etkili bir güç olmaya çalıştı.
Diğer emperyalist güçlerle yapılan ve bozulan anlaşmaların ardından 23 Ağustos 1939’da Moskova’da Alman-Sovyet saldırmazlık paktı imzalandı. Paktın uluslararası komünist ve sosyalist harekette etkisi sarsıcı oldu. Moskova antlaşmasına büyük tepki gösteren sosyalist partiler ve anti-faşist güçlerle komünistler arasında derin bir karşıtlık oluştu. Özellikle Fransa’da paktın etkileri son derece yıkıcıydı. Burjuvazi bunu bir anti-komünist kampanya ile karşıladı. “Sovyet dış politikasının ikiyüzlülüğü” burjuva basının vazgeçilmez konusuydu. Moskova antlaşması Nazi ve Sovyet emperyalizmlerinin Avrupa’yı paylaşma planı olarak sunuldu. Fransa’da FKP yasadışı ilan edildi, gazeteleri yasaklandı. Komünistler sendikalardan, belediyelerden ve devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Kitlesel tutuklamalar yapıldı.
Dünya hızla savaşa doğru giderken SSCB’de bürokrasi paranoyak bir “temizlik”e girişti. Çevresi düşmanlarla çevrili bir ülkede egemenliğini sürdüren Sovyet bürokrasisi, kendi içinde bile düşman arayan bir sosyal-politik ruh haline bürünmüştü. 1936 Moskova Mahkemelerinde, gerçek Bolşeviklerin yanı sıra, bir önceki dönemin Stalin yardakçıları, Sovyet bürokrasisinin önde gelen yüzlerce ismi, son kongre delegelerinin çok büyük bir çoğunluğu, Politbüro ve Merkez Komitesinin küçük bir azınlığı dışında geri kalan tümü vatana ihanet ve komplo örgütlemek gibi suçlarla idama mahkûm edildi ya da toplama kamplarına gönderildi. Dahası savaşta en önemli güç olacak ordu üzerinde de tam bir hakimiyet sağlamayı düşünen Stalin, savaşta önemli kayıpların verilmesinde rol oynayacak bir girişimde bulunarak iç savaş deneyimine sahip pek çok komutanın da aralarında bulunduğu Kızıl Ordu genelkurmayını tasfiye etti. 11 Haziran 1937 günü bir bildiriyle aralarında Tuhaçevski, Yakir, Ubareviç, Feldman ve başkalarının bulunduğu bir grup generalin, aynı gün içerisinde tutuklanıp yargılanıp idam edildikleri açıklandı. Generallerin idamını daha düşük rütbelerden on binlerce subayın idamı izledi. Böylece Kızıl Ordu II. Dünya Savaşına Stalinist “temizlik”ten geçerek girmiş oluyordu.
Stalinist Bürokrasinin Savaşa Dair Oportünist Tutumu
Stalinist ve diğer reformist partilerin baltalamalarıyla güçsüzleşen ve böylelikle emperyalist savaşı engelleyecek yegane çözümü yani proleter devrimi gerçekleştiremeyen dünya işçi sınıfı kendini emperyalist paylaşım ve bürokrasinin SSCB’deki iktidarını koruma savaşının içinde buldu. Bolşevik bir önderliğin eksikliği savaş sırasında da işçi sınıfının bağımsız mücadelesinin gelişmesini engelledi. İşçiler Komintern’e bağlı Komünist Partilerin tutumu nedeniyle, emperyalist güçlerin peşine takılmaktan kurtulamadılar. Bolşeviklerin I. Emperyalist Savaş sırasında izledikleri devrimci politikalar bir kenara bırakılarak, “faşizme karşı yurt savunması” şiarlarıyla II. Enternasyonal’in oportünist yurtsever politikalarına geri dönüldü.
Bolşevikler, komünistlerin görevinin her şeyden önce savaşın anlamını açığa çıkarmak ve “egemen sınıflar, toprak sahipleri ve burjuvazi tarafından savaşı savunmak için yayılan yalanları, safsataları, «yurtsever» palavraları acımasızca teşhir etmek” olduğunu söylüyorlardı. Ve Lenin oportünizmin politikalarını 1914’te şu satırlarla eleştiriyordu:
“Oportünistler, bütün ülkelerin sosyalistlerini, her koşul altında şovenizme karşı mücadele etmekle, burjuvazi ve hükümetlerin başlattıkları her savaşı daha güçlü bir iç savaş ve sosyal devrim propagandasıyla yanıtlamakla yükümlendiren Stuttgart, Kopenhag ve Basel kongrelerinin kararlarını çiğnemişlerdir. II. Enternasyonal’in çöküşü, geride bıraktığımız (barışçıl denen) tarihsel koşulların zemin hazırladığı ve son yıllarda Enternasyonalde fiilen egemenlik sağlayan oportünizmin çöküşüdür. Oportünistler sosyal devrimi terk ederek ve yerine burjuva reformizmini koyarak; belli bir anda iç savaşa dönüşmesi zorunlu hale gelecek olan sınıf mücadelesini terk ederek ve sınıf işbirliğini vaaz ederek; yurtseverlik ve yurt savunması adı altında burjuva şovenizmini vaaz ederek ve daha Komünist Manifesto’da yer alan işçilerin vatanı yoktur ilkesini görmezden gelerek ya da inkar ederek; militarizme karşı mücadelede bütün ülkelerin burjuvazisine karşı bütün ülkelerin proleterlerinin devrimci savaşının zorunluluğunu kabul etmek yerine darkafalı-duygusal bir bakış açısına savrularak; burjuva parlamentarizminden ve burjuva yasallığından yararlanmanın kaçınılmazlığını bir yasallık fetişizmine dönüştürerek ve kriz dönemlerinde illegal örgüt ve ajitasyon biçimlerini yaratma yükümlülüğünü unutulmaya terk ederek, bu çöküşü uzun zamandan beri hazırlamışlardır. (V.I.Lenin, Seçme Eserler, İnter Yay., c.5, s.138)
Bolşeviklere göre, işçi sınıfı, emperyalist savaşta kendi hükümetinin yenilgisini istemek ve bunun mücadelesini sürdürmek zorundaydı. Çünkü savaş zamanında, kendi hükümetine ve burjuvazisine darbe vurmadan sınıf mücadelesi vermek mümkün değildi. Emperyalist bir savaşta “anavatanı savunma” sloganının işçi sınıfını aldatmak anlamına geldiği, buna karşı “emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi” şiarının savunulması gerektiği, çünkü savaşın yol açtığı yıkımın ve acının kitleleri devrimci harekete yönelteceği, iç savaş şiarının ise bunların genelleştirilmesi için önemli olduğu Bolşevikler tarafından hep vurgulanmıştı.
Fakat işçi sınıfının büyük bedeller ödeyerek Bolşevikler sayesinde bilince çıkardıkları tüm ideolojik kazanımlar, Stalinizm tarafından izleri bugünlere kadar sürecek denli etkili bir tahrifata uğratıldı. SSCB’nin ABD ve İngiltere ile ittifakından sonra, Stalin, bu savaşın “haklı bir savaş” olduğu yolundaki açıklamalarla Bolşeviklerin tutumuna ters politikaları hayata geçirdi. Emperyalist savaşı bir toplumsal devrime dönüştürme mücadelesinin yerini artık sınıf işbirliği ve burjuvazinin yurtsever güçlerinin peşine takılma politikası almıştı. Stalinizm II. Dünya Savaşının birincisinden kategorik bir farkı olduğunu öne sürüyordu. “Bu savaş özgürlüksever ulusların faşizme karşı savaşıydı”. Oysa ne II. Dünya Savaşı nitelik olarak birincisinden farklıydı ne de Stalin bir Bolşevikti.
Emperyalizmin ve Stalinizmin Suçlarını Teşhir Etmek Gerekir
II. Emperyalist Savaşın patlak vermesinin sorumluluğunu tek başına Alman faşizmine yıkmak kesinlikle doğru değildir. Bu savaş, tıpkı birincisi gibi, emperyalist bir paylaşım savaşıydı. Aslına bakılırsa, II. Savaş, Ekim Devrimiyle kesintiye uğrayan I. Savaşın bir devamı, ondan sarkan paylaşım sorunlarının çözüme bağlanması amacıyla emperyalistlerce girişilen bir güç kavgasıydı. Buna rağmen, emperyalist Müttefikler ve Stalinist bürokrasi, savaşın tek sorumlusunun Alman faşizmi olduğunu söyleyip durmuşlardı. Emperyalist burjuvaziyi bir tarafa bırakalım. Onun gerçekte faşizmle nasıl uzlaştığı tüm çıplaklığıyla ortadadır. Peki savaş henüz başlamamışken Alman faşizmi canavarının Avrupa’ya yayılmasını sessizce geçiştiren politikalar izleyen, dolayısıyla faşizmin savaşın ilk dönemlerinde SSCB’ye karşı askeri zaferlerini mümkün kılan ve son olarak emperyalist Müttefikleri “barış ve özgürlüksever” şeklinde adlandıran Stalinist bürokrasiye ne demeli?
II. Emperyalist Paylaşım Savaşının milyonlarca insanın ölümü ve üretici güçlerin muazzam bir tahribatıyla sonuçlanmasının ardından kurulan paylaşım masasında, dünya devrimi perspektifini çoktan unutan ve kendi bencil ulus-devlet çıkarlarını her şeyin üstünde tutan Stalinist bürokrasi de emperyalistlerle birlikte yer aldı. İtalya ve Fransa’da fiilen yönetimi eline almış olan işçiler, anlaşmalar gereğince Komünist Partilerin yönlendirmesinde iktidarlarını burjuva hükümetlere teslim ettiler. Nüfuz alanlarının paylaşım detaylarına göre Yunanistan’ı emperyalistlere bırakarak Yunan komünistlerinin acımasızca katledilmesinin önünü açan SSCB, karşılığında Bulgaristan’ı kendi etki alanına dahil ediyordu.
Böylelikle SSCB bürokrasisi II. Emperyalist Paylaşım Savaşından içerde ve dışarıda kendi iktidarını sağlamlaştırmış olarak çıktı. Faşizm ve savaş Bolşeviklerin tasfiyesini tüm dünyada güçlü bir biçimde sağlamış, Leninistleri bertaraf etmişti. Stalinist tahrifat mekanizması bu durumu fırsat bilerek Bolşevizmin ideolojik mirasını tamamen ortadan kaldırmaya çalıştı. II. Emperyalist Dünya Savaşına dair çarpıtmalar da bu çabanın bir ürünüdür.
İşçi sınıfını dünya devrimi anlayışından uzaklaştırıp ulusallığın dar sınırları içine hapseden Stalinizmin bayrağını bugün de yükseltmeye çalışanların gözlerden gizlemeye çalıştıkları tarihin gerçekleri böyledir. Faşizmin iktidar oluşunda ve II. Emperyalist Dünya Savaşının insanlığa çektirdiği acılarda Sovyet bürokrasisinin tutumunun da payı vardır. Stalinist bürokrasi dünya komünist hareketi üzerindeki hegemonyasını korumak ve kendi iktidarını pekiştirmek için, Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da, Yunanistan’da işçi devrimlerinin önüne geçti. Tarihin bu gerçeklerini göz önünde bulundurduğumuzda, Stalinist bürokrasinin faşizme karşı zaferinden söz etmenin ne kadar yanlış olduğu ortadadır. Enternasyonalist komünistlerin görevi, böylesi boş “zafer” nutukları atmak değil, işçi sınıfı içerisinde kök salmış ve Bolşevizmin ideolojik mirasına sahip çıkan bir partinin olmadığı koşullarda uğranılan tarihsel yenilgi dönemlerinden dersler çıkarmaktır.
link: Nazım Yıldırım, Faşizmin Yenilgisinin 60. Yıldönümü Kutlamalarına Dair, 12 Mayıs 2005, https://marksist.net/node/531