Papa olarak da bilinen Karol Wojtyla, medya karşısında mükemmel bir biçimde sergilenen uzun ıstırapların ardından 2 Nisanda göçüp gitti. Medya onun ölümünü, binlerce kişiyi yasa boğan ve Katolik Kilisesine ikinci bir bahar yaşatan –bu bahar kısa sürecek olsa da– muazzam bir tiyatro gösterisine dönüştürdü.
Sahnelenen bu kitlesel yası kuşatan pus ve dumanı yarıp geçmeye çalışarak, merhum Papa’nın hayatına ve çalışmalarına bakabiliriz.
Papa’nın hayatı ve çalışmalarının resmi görüntüsü, olsa olsa bir-iki karanlık nokta dışında, “parlayan bir ışık” resmi çizmektedir. Bununla birlikte o, tarih kitaplarına sadece ilk Slav Papa olarak girmeyecek, dünya barışına önemli katkılar sunan, yoksullara ve ezilenlere yorulmaksızın yardım eden, gençlere kulak veren, modern zamanların en önemli Papası olarak da girecektir. O bir süperstar, virtüöz, “sırtımızı dayayabileceğimiz bir babaydı”.
Bu yüzden bırakalım gerçekler konuşsun, böylece hem özel hem de devlet televizyonlarında boy gösteren Katolik propaganda programlarından ve şablonlardan bağımsız olarak kendi fikrimizi oluşturabiliriz.
Bir Papa yaratıldı
Katolik Kilisesinin emrinde gerçek bir peri masalları cephaneliği bulunur. Doğal olarak, bu seçkilerde Papa’nın seçilmesine ilişkin bir peri masalına da yer vardır. Bu yüzden düzinelerce Kardinal bu seçim için Vatikan’da toplanıp, Papa’nın seçilmesi için gerekli kilise prensleri çoğunluğunun kulağına yeni Papa’nın ismini fısıldayacak olan Kutsal Ruhun inmesini beklerler.
Bununla birlikte biz materyalistler, Vatikan’da da devlet başkanı tercihinde somut ve elle tutulur maddi çıkarların belirleyici olduğuna kuvvetle inanıyoruz. Karol Wojtyla 16 Ekim 1978’de Katolik cemaatin yeni “babası” olarak takdim edildiğinde, can alıcı nokta yalnızca Kilisenin iç çıkarları değildi. Vatikan’la iyi ilişkilere sahip ultra-gerici iki tarikat, Opus Dei ve Malta Şövalyeleri –onlarca yıldır var olan ve Soğuk Savaş döneminde CIA’nin hassas ilişkiler içinde olduğu, sıkı kaynaşmış, kapalı örgütler– seçimlerde de belirleyiciydi.
Olası papa adayları arasında CIA’nın yeni Papa için ilan ettiği kriterlere en yakın aday haline geldikten sonra, Malta Şövalyeleri ve Opus Dei, Wojtyla’nın seçim kampanyasını örgütlediler.
1976’da bu taktik başarısızlıkla sonuçlanmış ve İkinci Vatikan Konseyinin bir savunucusu olan ve daha ılımlı bir çizgiye ve politikaya sahip bulunan Luciani, Papa (I. John Paul) olarak seçilmişti. Kısa bir süre (33 gün) görevde kaldıktan sonra bugüne kadar açıklanmadan kalan garip ölümüyle birlikte, Polonyalı Kardinal için yol açılmış oldu. Daha ilk günden itibaren Wojtyla, Vatikan politikasını ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda tanımlayacaktı.
Wojtyla ile birlikte Vatikan’a yeni tür bir papa gelmişti. O muhafazakâr bir karşı saldırıyı savunuyordu. Onun Katolik Kilisesinin tepesine, ABD ve İngiltere’de sağcı muhafazakâr bir dönemi başlatan Ronald Reagan ve Maggie Thatcher ile aşağı yukarı aynı zamanda gelmesi bir tesadüf değildir. Wojtyla onların neo-liberalizminin dinsel savunma kanadıydı.
Anti-komünist Wojtyla
Karol Wojtyla’nın kariyerini Polonya’da güçlü Katolik Kilisenin “komünist rejimle” çatışması şekillendirdi. Wojtyla hayatı boyunca anti-komünist bir fanatikti. Dinsel özgürlük savunusu daima çalışmalarının merkezinde yer aldı. Dinsel özgürlük onun için en önemli insan hakkıydı, çünkü yalnızca din geleneksel ahlâk kurallarının kabulüne yardımcı olabilirdi. Devletin bu Allah vergisi lex naturalis’e (doğa kanunlarına) tecavüz ettiği yerlerde –kürtajın serbest bırakılması, okullarda cinsel eğitim verilmesi gibi– politik yaşama müdahale etmek Kilisenin görevidir.
Wojtyla’nın insan anlayışı toplumsal koşulları dışlamaktaydı. İnsanların toplumsal hakları bu yüzden en iyi ihtimalle ikincil önemdeydi. Bu haklar kapitalizmde ayaklar altına alınırken yalnızca ruhun kurtuluşuyla ilgilenen Kilise, gözlerini kapayıp, sürüden kaybolan zavallı koyun için duaya dalabilir. Wojtyla’ya göre komünizm lex naturalis’in toptan yadsınmasıydı. Bu nedenle Sovyetler Birliği’ne yerleşen “şeytan imparatorluğuna” karşı mücadeleyi en temel görevi olarak görüyordu. Bu imge daha sonra dostu Ronald Reagan tarafından minnettarlıkla devralınacaktı.
1979’daki Polonya gezisiyle II. John Paul komünizme karşı mücadeleye önemli bir katkı yaptı. Gezinin açık bir politik görevi vardı: Polonya’da daima önemli bir politik faktör olan Katolikliğin güçlendirilmesi ve böylece dolaylı olarak “komünist” Polonya’nın istikrarsızlaştırılması.
Dayanışma (Solidarnosc) hareketinin başındaki ultra-Katolik güçlerin, bilinçli bir şekilde, Papa’nın portresini 1980 grev dalgasındaki muhalefetlerinin sembolü yapmaları hiç de şaşırtıcı değildi. Bir başka ilginç ayrıntı: Polonya’da 1970’lerdeki ve 1980 başındaki grev dalgası Dayanışma’dan bağımsız olarak başlamıştı. Katolik Kilise ağının yardımı ve Reagan yönetiminin mali desteğiyle, Dayanışma’nın ultra-gerici önderliği grev hareketinin liderliğini ele geçirmeyi başardı ve onu kapitalist rotaya sürdü. Lech Walesa 1980 Ağustosunda grevdeki Danzig tersanesinin duvarını aştı ve grevin liderliğini üstlendi. Bu, Dayanışma ile hiçbir ilgisi olmayan grevin gerçek liderliğine başarılı bir darbe girişiminden başka bir şey değildi. Walesa ve onun günah çıkarma papazı bugüne kadar Katolik kampın sağ kanadını oluşturdular ve birçok mafya işine bulaştılar. Papa’nın “yeni, birleşik, Hıristiyan bir Avrupa” vaazları da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Avusturya Başbakanı Schüssel bile, Papa’nın 1983’teki ilk Viyana ziyareti sırasındaki Avrupa konulu akşam dualarının etkili bir model olduğunu, kendisi gibi muhafazakâr politikacılar üzerinde büyük bir etkisi bulunduğunu ve Hıristiyan Demokratların Avrupa politikaları (yani Doğuya yayılma) için ideolojik kılıf sağladığını açıkça itiraf ediyordu. Hıristiyanlık Avrupa kültürünün köşe taşı olmalıydı ve gelecekte Avrupa’nın birleşme sürecinde bir model haline gelmesi zorunlu olacaktı. Avrupa tarihi boyunca Hıristiyan kilisesinin suçları rahatça halı altına süpürülecekti. Dünyanın, Avrupa (yani Hıristiyan) karakterine uyarlanacağı tasavvur ediliyordu. Böylece Doğru Avrupa’nın kendisini ateist komünistlerin pençelerinden kurtaracağı varsayılıyordu. Bu anlayışlar, Avrupa emperyalizmini bir dünya gücü haline getirebilmek için, eski Alman Başbakan Helmut Kohl ya da ÖVP’li Andreas Khol gibi Hıristiyan bayrağının hizmetindeki gerici politikacıların düşünce ekolüne doğal olarak birebir uymaktadır.
Wojtyla ve Latin Amerika
Conquistadorların[1] Papaya bu yeni Avrupa’nın modelleri olarak oldukça iyi hizmet etmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Conquistadorlar 500 yıl kadar önce bir ellerinde İncil diğer ellerinde kılıçla “misyoner çalışması” yapmak için Güney Amerika’ya geldiler. “Kılıç ve silah en iyi öğretmenlerdir” atasözü, “Brezilyalı Havari” Jose de Anchieta örneğinde olduğu gibi artık yeniden kutsanmaktadır.
“ABD’nin arka bahçesi” en azından Küba Devriminden bu yana devrimci süreçlerin merkezi haline gelmiştir. Kilisenin başındakilerin ve egemen sınıfların yakın bir dayanışma içinde hâkim düzeni savundukları bu kıta, II. John Paul’ün görevi devralmasıyla hareketlendi. Devrimci süreçler Katolik Kilisesinde de yansımasını buldu. Sözde “Kurtuluş Teolojisi” devrimci hareketin bir parçası olarak görüldü.
II. John Paul, bu yüzden, Latin Amerika kilisesini bu “Marksist kanser”den temizlemeyi en önemli görevlerinden biri olarak gördü. Meksika’ya ilk yurtdışı ziyaretinde şunları söyledi: “İsa’nın Roma egemenliğine karşı politik olarak savaş yürüttüğüne ve iktidardakilere karşı mücadele ettiğine inanmak ve onun bir sınıf mücadelesine katıldığını söylemek Kilisenin düşüncesine tezat oluşturur.” Papa Latin Amerika’da sömürülenlere ve haklarından yoksun bırakılanlara ne tavsiye ediyordu? Yatıp ruhunuzun kurtulması için dua edin, fakat yeryüzünde cenneti kurmaya uğraşmayın…
Doğal olarak, bu bağlamda “sosyal adalet” sorununa da değiniyordu. Kilise zengin daha da zenginleştiğinde ve yoksul daha da yoksullaştığında sesini yükseltmeliydi. Fakat toplumsal zenginliğin yeniden dağıtılması bir çözüm anahtarı değildi, bunun yerine “ahlâki ilkelere” dönülmeliydi. Amin ve Tanrı sizi kutsasın!
Papa’nın bu açıklamaları Latin Amerika’nın tamamında sağa bir ivme verdi ve Papa tarafından 1988’de ziyaret edilen Şili’nin askeri diktatörü Augusto Pinochet bu sözleri yürekten övdü. Papa daha sonra Brezilya’daki askeri cuntayı meşrulaştırdı. Gerçekte o “yoksulların Kilisesinin” başında durmak istiyordu, fakat bu zorunlu olarak kilisenin “gerilimin artmasına ve insanlar arasında kavganın baş göstermesine” hizmet edeceği anlamına gelmiyordu. Toplumsal değişim ancak iktidardakilerden gelebilirdi ve yoksullar usluca sınıf mücadelesini unutmalıydı. Kurtuluş Papa’ya göre ancak bütün insanlar Tanrıya inandığı zaman elde edilebilirdi. Kurtuluşun toplumun dönüşümüyle hiçbir alâkası yoktu.
Solun bir parçası oldukları yerlerde Papa Katoliklere hadlerini sert bir biçimde bildirdi; örneğin Nikaragua’da Sandinistler tarafından desteklenen köylü toplulukları gibi. Kurtuluş teologu ve Nikaragua devrimci hükümetinin Kültür Bakanı Ernesto Cardenal, II. John Paul’ün önünde diz çökerken, Papa kaldırdığı parmağıyla onu herkesin önünde uyardı. El Salvador’da ABD emperyalizminin rolünü açıkça eleştiren Piskopos Romero, Roma’da Papa tarafından zikredildi ve sert bir şekilde eleştirildi. Romero siyasi bir cinayete kurban gittiğinde, Papa Katolik Kilisesi saflarındaki kurtuluş hareketi taraftarlarını neredeyse açık bir biçimde politik olarak çekimser kalmaları yönünde uyardı. Bununla birlikte Doğu Avrupa’da politik olarak etkin papazlar çabucak kutsal şehitler katına yükseltildiler.
Papa’nın Marksizmi İmha Turundaki bir başka köşe taşı, 1998’de Küba’ya yaptığı birkaç günlük geziydi. Bu gezi karşı-devrim açısından başarısızlık olmasına rağmen, bugün parlak bir an olarak sürekli hatırlatılmaktadır. Birkaç ilâve not: Kübalı papazlar geleneksel olarak o kadar sağcıdırlar ki, kâğıt üzerinde ülke çoğunlukla Katoliklerden oluşmasına rağmen hiçbir kitle destekleri yoktur. Buna rağmen Papa’yı izlemeye 500.000 kişi geldi ve bir Alman Piskoposa göre atmosfer “elektrikliydi”. Kitlelerin seferber olması için Komünist Partiye bağlı kurumların kullanıldığı dikkate alınırsa bu hiç de şaşırtıcı değildir. Katolik Kilise Havana’daki bu saçma tiyatro oyununa halkın onda birini dahi katamazdı. Gebelikten korunmanın serbest olduğu ve kürtajın (16 yaşında büyükler için ebeveyn rızası gerekmemektedir) gündelik hayatın bir parçası olduğu Küba, “ölüm kültürü”nün mahkûm edilmesi için çorak bir topraktı. Papa’nın Küba’nın dışa açılması ve dünyanın da Küba’ya açılması talebi, yatırımları arttıracak ve siyasal ve ekonomik ambargoyu kıracak bir yol arayan Küba’nın 1990’ların sonundaki politik yönelimine denk düşüyordu.
Bu satranç hamlesi ilk aşamalarda tıkandı. Vatikan gerçekte din özgürlüğüne ilişkin bir ilerleme –boş kiliseler açısından bir Pirus zaferi olarak değerlendirilmesi gereken– olduğunu doğruluyordu. Girişilen ideolojik karşı-devrimin malzemesi Aznar başkanlığındaki muhafazakâr İspanyol hükümeti tarafından sağlandı. Bunlar, karşı-devrimci çalışmaları için Küba’daki Katolik Kilisesine daha iyi mühimmat vermek için, yardım malzemelerini ve diğer malları Küba Caritas’ı[2] aracılığıyla dağıtmak istiyorlardı. Bu Küba hükümetince reddedildi ve AB ile Küba arasındaki diplomatik ilişkilerde mevcut buz çağını başlatan ciddi diplomatik anlaşmazlılara yol açtı. Castro ile bir konuşmada Boston Başpiskoposu, komünizmle Katolik Kilise arasındaki farklılıkları aşağıdaki gibi dile getiriyordu: “Sizler bir Ütopyanın (yeryüzündeki hayatın insanlar için daha iyi olabileceği) peşindesiniz, bizler ise ölümden sonra kurtarıcımızın bizi yeniden dirilteceği inancıyla hareket ediyoruz”. O halde...
Tüm Latin Amerika ziyaretlerinin öncesinde Papa daima üst düzey ABD politikacılarıyla görüştü ve belli ki halkın önüne çıkması iyi planlanıp koordine edildi. II. John Paul yönetiminde, Kilise hâkim düzenin, sömürünün ve baskının devamının savunucusu rolünü oynadı. Ve Papa Marksizmin en önemli hasım olduğu gerçeğinin farkında olduğunu açıkça ortaya koydu.
Barışın Papası
Papa halka yaptığı konuşmalarda sürekli olarak barıştan söz ederdi. Soğuk Savaş ortamında Papa açıkça daima Batı’dan yana oldu. Ona göre Batı özgürlüğün kalesiydi ve bu özgürlüğü totaliter Doğu karşısında savunmak gerekliydi. Sloganı, “Özgürlüğü koruyun, barışı koruyun!” idi. Vatikan’ın gazetelerinde Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalizmin silahlanma politikasını destekleyen makaleler kolayca bulunabilir. O ayrıca çeşitli defalar NATO askerlerinin önüne çıkarak Batı’nın politikalarını da meşrulaştırmıştır. II. John Paul, nükleer silahların kullanılmasının caydırıcılığı nedeniyle ahlâki açıdan mazur görülebilir olduğunu açıklıyordu, kastettiği elbette yalnızca Batı’nın “iyi” nükleer silahlarıydı.
1990’lardaki ulusal çatışmalar sırasında (Katolik) Hırvatlardan yana açık bir tutum takındığında ve böylece Alman ve Avusturya emperyalizmiyle yan yana, Yugoslavya’nın dağılmasına ve Balkanlar’daki askeri çatışma dalgasına önemli bir katkısı olan Hırvat milliyetçilere önemli bir dış destek sunduğunda, Papa’nın “pasifizmi” derin yaralar aldı.
Irak’taki savaş devam ederken, Papa, destekçilerine karşı gelerek savaş karşısında kesin bir duruş sergiledi. Vatikan’ın Irak’taki Katolik azınlığa ilişkin çıkarlarının peşinde koşmasının yanı sıra, pasifist bir tutum aracılığıyla Arap dünyasındaki etkisini artırmayı da ümit ediyordu (bunda o kadar başarılı oldu ki, Taliban onun ölümüne ağıtlar yaktı). Papa’nın savaşa karşı çıkmasının, birkaç dua dışında gerçekten somut hiçbir yanının olmadığı açıkça söylenmelidir.
O, savaşın gerçek kökenlerini, yani somut emperyalist çıkarları telaffuz etmekten sürekli kaçındı. Her şey, herkesin bireysel olarak cevap vermek zorunda olduğu bir ahlâk sorununa indirgendi. Savaş karşıtı hareketin radikalleşmesini önlemek ve kuvvet dengesini daha ılımlı, pasifist güçlere kaydırmak için, burjuva medyada Papa’ya hak ettiğinden daha fazla önem verildi.
Bedenin arzularına karşı
II. John Paul barış ve silahsızlanma konularında fikir açıklamaktan çekinirken, sıra gözde konusuna gelince sonuna kadar açıktı.
Göreve gelmesinden itibaren bir konu sürekli olarak onun papalık ilgi alanının merkezinde oldu: cinsellik. Elbette kendi cinselliği değil (en azından bizler bu konuda pek bir şey bilmiyoruz), bu kutsal olmayan zamanlarda sürekli olarak şeytanın tasallutuyla karşı karşıya olan ve cinsel hayatında günaha giren cemaatinin cinselliği. 20. yüzyılın sonlarındaki dünya tam da Sodom ve Gomorra’ya benziyordu.
Onun Katolik cinsel ahlâk kampanyasının kalbini, “kürtaj felâketine, suni doğum kontrolüne ve evlilik öncesi ilişkiye” karşı (Peru, 1984) mücadele oluşturuyordu. “Cinsel gevşeklik, tıpkı uyuşturucu haplar gibi, milyonlarca insanın hayatını mahvetmektedir” (Londra, 1982). İşte “Kutsal Peder”in sözleri.
Ve bunun içindir ki, “Gençliğin Papası”, ORF’de (Avusturya TV’si) duyabileceğiniz gibi, iffete ve “el değmemiş saflığa” çağrıdan başka bir vasiyet bırakmamıştır. O, “utanmazlığa ve ahlâksızlığa” karşı, cinselliğin her türünü evliliğe ait yatak odalarına tıkmayı isteyen ve sansürden ve sinemalara, çıplaklığa vs. şiddetle saldırmaktan kaçınmayan bütün haçlı savaşçılarının muhafızı ve hamisi oldu.
Bizler iffetli bir şekilde yaşamalıyız, yalnızca evlilikte doğurganlığın dizginleri serbest bırakılabilir. Gebeliğe yol açmayan seks “aşk eylemi” olmaktan çıkar ve bu yüzden de şeytanın işidir. Kendini bundan uzak tutan kutsaldır....
Kürtaj hakkı, ölümüne dek, II. John Paul’e acı veren bir ukdeydi. “Kutsal Taht”tan itibaren, 25 yıldan uzun bir süre gerici kürtaj karşıtlarının mücadelesine dünya çapında önderlik etti. “İnsanın ilk hakkı yaşam hakkıdır”; ve bunu söyleyen, yüzyıllardır idam cezasını –hiç de nadir uygulanmayan– kabul etmiş bir kilisenin başıdır! O kilise ki, yüzyıllarca savaş meydanlarındaki seri katilleri kutsamıştır. Papa, “insan hayatına karşı tarifsiz bir suç” olarak nitelediği kürtajın, insanlık için “nükleer silahların gücü” kadar tehdit oluşturduğunu (Vancouver, 1984) açıklamayı hiçbir zaman aptalca bulmadı. Kürtaj sorununa ilişkin olarak, Wojtyla yönetimindeki Vatikan, Ronald Reagan’ın çizgisindeki sağ-muhafazakâr politikacılarla el ele hareket etti.
Karol Wojtyla, hangi tarafta olduğunu gayet iyi bilen son derece politik bir Papaydı. Onun çalışmalarında, kilisenin, bu somut durumda Katolik Kilisesinin, bu toplumda oynadığı gerici rol çok açıktır. Onun dünyaya ve insana bakışı, dinsel ahlâk kurallarına dokunmaksızın, her türden değişimi kati biçimde reddetmektedir. Pratikte bu egemenlik ilişkilerini pekiştirmeye hizmet etmektedir, çünkü egemenlerin ayrıcalıklarının ve iktidar konumlarının devamı onlar için her zaman ebedi kurtuluştan daha önemli olacaktır.
Papa’nın bilançosu egemen sınıfların bakış açısından kuşku götürmez bir başarıdır. Bu yüzden onu, kendi tarih kitaplarına sokma lütfunda da bulunacaklardır. Fakat dünya üzerinde cenneti kurmak için çalışanların Papa’nın arkasından dökecek gözyaşları yoktur.
Viyana
[Bu yazının İngilizce metni www.marxist.com adresinde yer almaktadır.]
[1] 16. yüzyılda Amerika’ya, özellikle de Meksika ve Peru’ya yönelik İspanyol fetihlerinin önderlerine verilen ve “fatih” anlamına gelen ad. (çn.)
[2] Caritas: Vatikan’a bağlı olarak dünyanın pek çok ülkesinde yardım adı altında misyonerlik faaliyeti yürüten bir kuruluş.
link: Gernot Trausmuth, Papa Öldü – Karol Wojtyla (Papa II. John Paul) İçin Ölüm İlanı, 5 Nisan 2005, https://marksist.net/node/532
Küreselleşme /1
Faşizmin Yenilgisinin 60. Yıldönümü Kutlamalarına Dair