Tarihsel açıdan Türkiye’de önemli bir sorun olan Alevi meselesi uzun zamandan bu yana politik gündemin de önemli maddelerinden biri. 80’li yıllardan itibaren örgütlülükleri çeşitlenen ve güçlenen Alevilerin hak talepleri artık görmezden gelinemediği için bu soruna ilişkin hususlar sıklıkla gündeme geliyor. Ne var ki, son derece dar bir demokrasi çerçevesi içerisinde durumu idare etmeye çalışan Türkiye burjuvazisi, başka pek çok demokratik sorunda olduğu gibi Alevi meselesinde de son derece basit adımları atmamak için ayak sürüyor. Yaptığı nafile “çalıştay”larla göz boyayıp bu sorunu çözecekmiş pozları kesen AKP hükümeti ise Alevilerin taleplerinin karşılanması için kılını bile kıpırdatmayacağını ayan beyan sergiliyor.
Ancak güncel siyasal gelişmelerle birlikte, kronikleşmiş Alevi sorunu daha da sıkıntılı hale gelerek hem büyüyor hem de yeni boyutlar kazanıyor. Okmeydanı, Gülsuyu gibi Alevilerin ağırlıklı nüfusa sahip oldukları bölgelerde hükümetin polis eliyle çatışmayı tetikleyen yaklaşımlar sergilemesi ve ortamı terörize etmesi, Alevi gençlerin ölümüne yol açan olaylarda ve sonrasında Erdoğan tarafından pervasızca kullanılan saldırgan dil, Alevi kitlelerin kaygılarını büyütüyor. Bu durum, Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım kavgasının etkisi ile şiddetlenen Sünni-Şii çatışmasında AKP hükümetinin açık tarafgirliği ile birleşince Alevi toplumunda yüzyılların birikimi ile şekillenen tedirginlik de haklı olarak artıyor.
Artan tedirginlik toplumsal bir mahiyette olduğunda bunun siyasi sonuçlarının olması da kaçınılmazdır. Devrimci sınıf hareketinin zayıf olduğu koşullarda, işçi emekçi kitlelerin hatalı politik yönelimlere savrulmaları şaşırtıcı değildir. Ne yazık ki, işçi sınıfının özellikle Alevi kesimlerinin, burjuvazinin kanlı tezgâhlarının ardından bu tür savrulmaları yaşadığına bu topraklarda defalarca tanık olduk. 70’li yılların sonlarında Çorum’da, Maraş’ta yaşanan pogromlar, 90’lı yılların başlarında Sivas’ta yaşanan katliam ve Gazi Mahallesindeki provokasyonların ardından burjuva kesimlerce Alevi kitleler siyaseten şekillendirildi ve Kemalist siyasetlerin dayandığı temel toplumsal kesimlerden biri haline getirildi.
Bugün bu katliamların ardından ortaya çıkan siyasi tablonun sonuçlarını ve derslerini hatırlamak önemli hale gelmiştir. Çünkü Ortadoğu coğrafyasında mezheplerin birbirine düşürüldüğü kanlı çatışmalarla büyümeye devam eden emperyalist paylaşım savaşının ateşi bu topraklarda da kuvvetle hissedilmeye başlamışken, Alevi emekçiler başta olmak üzere tüm işçi sınıfını burjuva siyaseti temelinde bölecek tehlikeli politikalara karşı uyanık olma gerekliliği bir kat daha artmıştır.
2 Temmuz’dan bugüne
Kontrgerilla güçlerin tertibi ile 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta gerçekleşen katliamın üzerinden 21 yıl geçti. Geçen bunca yıla rağmen gerçek sorumlular ortaya çıkarılmadı. Yönlendirilerek katliamı fiilen gerçekleştirenlerden bir kısmı yakalandı ve bunlara göstermelik cezalar verilmekle yetinildi. Bir kısmı ise kimlikleri açığa çıkmış olmasına rağmen yıllarca yakalanmadılar. Örneğin her yerde aranan hatta Almanya’da olduğuna ilişkin istihbarat alındığı söylenen kilit önemdeki sanıklardan Cafer Erçakmak’ın uzun yıllar Sivas’ta yaşadığı, ölmesi ve gizlice gömülmesiyle ortaya çıktı. Benzer şekilde “bulunamayan” sanıklardan evlenen, askere giden, ehliyet alan ama yakalanmayan başka sanıklar da vardı. Bunlarla ilgili davalar ise zaman aşımından düşürüldü.
Ortaya çıkan bu tablo bile bu tertibin niteliğine dair pek çok şeyi söylemektedir. Katliamın gerçek sorumlusu devlettir. Katliamı gerçekleştiren ırkçı, faşist ve dinci gericiler ise birer taşerondan başka bir şey değildir. Devletin karanlıkta kalan örgütleri bu katliamı planlamış, örgütlemiş ve hayata geçirmiştir. Bu yüzden soruşturmalar derinleştirilmemiş, “tetikçi” sanıkların yargılanma süreci bizzat yargı organlarınca defalarca sekteye uğratılmıştır. Ön planda yer aldığı görüntülerle vs. sabit sanıklar bile onlarca yıl göz önünde olmalarına rağmen yakalanmamıştır. Devletin güçlü bir koruması ve gözetimi olmadan bunlar hiç mümkün olabilir mi?
Yanıt açıktır, ancak devletin karanlıktaki örgütleri hangi hedefleri gerçekleştirmek için bu kanlı tezgâhı kurmuştur sorusuna verilecek yanıt da en az sorumluyu belirlemek kadar önemlidir. Ona da doğru bir yanıt bulmak gerekir. Çünkü bu sorunun yanıtı egemen sınıfın emekçi kitleleri bölmek için nasıl bir yol izlediğini de ortaya koyar. Katliamdan sonra olayların gerekçesi olarak anlatılanlar ve gösterilen hedefler de bu yanıt için pek çok veri sunuyordu. Katliamı tezgâhlayanlar kitlelerin “cambaza bakmasını” sağlayarak gerçekleri saklamayı beceriyorlardı.
Alevilerin hamisi pozlarını kesen SHP iktidar ortağıydı ama otelde sıkışıp kalanlara yardım elini bile hiçbir biçimde uzatmamıştı. Kemalist ordu, polis ve bütün güvenlik güçleri bir oteli saatlerce taşlayıp, sonrada göz göre göre ateşe veren azgın bir kitleyi korumuş ve tüm organları ile devlet yedi saat boyunca katliamı seyretmişti. Ancak bu saldırının sorumluluğu, burjuva medyanın önemli işlev gördüğü bir operasyonla, “laikliğin” bekçisi ordunun kontrolündeki kontrgerillaya değil radikal İslamcılara yüklendi. Böylece hedef saptırılarak, 2 Temmuz katliamı gerçekleştikten hemen sonra açığa çıkan muazzam öfke kısa sürede “şeriat karşıtı” bir eksene kaydırıldı.
“Türkiye İran olmayacak”, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganları, katliamdan sonraki gösterilerde ve sonraki yıllarda 2 Temmuz anmalarında öne çıkarıldı. Katliamın “laikliğe” karşı gerçekleştirildiğine inandırılan ve ağırlığı Alevilerden oluşan kitleler kolayca “laik devletin” savunucusu pozisyonuna geçtiler. Bu saldırının hemen öncesindeki zaman dilimlerinde ve sonraki yıllarda gerçekleşen önde gelen kimi “laik” aydınlara yönelik suikastlar, Gazi Mahallesindeki provokasyonlar, ilerleyen yıllardaki Danıştay saldırısı gibi belli başlı olaylarla anılabilecek gelişmeler de gösterdi ki, katliamın arkasındaki güçlerin hedefinde tam da bunu sağlamak vardı.
Alevi kitleler saldırı altında olduklarını hissettikleri zaman savunma refleksiyle kendilerini koruyacaklarını umdukları Kemalist ordunun ve partilerin arkasına geçiyorlar. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana bunun örnekleri defalarca gerçekleşti. Büyük bir siyasal zafiyeti ve yanılgıyı içerse de bu yönelimin anlaşılabilir bir tarihsel arka planı var.
Osmanlı döneminde uzun yıllar boyunca devletin baskısı ve zulmü altında sürekli bir katliam tehdidi ile yaşayan Alevi topluluklar için Osmanlı devletinin yıkılış süreci bazı imkânlar doğurmuştu. İttifak kurabileceğe güçlere mavi boncuklar dağıtarak onları kendisine çekme marifetini gösteren pragmatist Mustafa Kemal, gerçekleştireceği reformlarla Osmanlı döneminde çekilen acıların son bulacağı umudunu Alevilere vermişti. Mustafa Kemal önderliği bu durumu alabildiğine suiistimal etti. Tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi Alevilerin hoşnutsuzluğuna yol açacak pek çok müdahalede bulunsa da Anadolu Sünniliğini geleneksel uygulamalarından arındırarak modernize etmeye çalıştığı ve devletin mutlak denetimi altına soktuğu için de Alevilerin kaygılarını bir ölçüde azaltan politikaları da hayata geçiriyordu.
Sünniliğin dizginlenmesi Aleviler üzerindeki baskıların da hafifleyerek onlara yaşam hakkının tanınması anlamına geliyordu. Bu yüzden Aleviler arasında, uzun yılların baskısını hafifleten bu uygulamaların yürütücüsü Kemalistlere yönelik bir sempati oluşmuştu. Kemalist rejim onların demokratik haklarını vermiyordu ama Sünni baskının da görece azalmasını sağlamıştı. Bu nedenlerle neredeyse tüm bir cumhuriyet tarihi boyunca Kemalist güçler Alevi emekçilerin önemli bir çoğunluğunun siyasi iradesini ipotek altına aldı. Ölümü gösterip onları sıtmaya razı etti.
Kemalist statükocu güçlerle onları geriletmeye çaba gösteren AKP öncülüğündeki burjuva güçler arasındaki mücadeleler boyunca da Alevi kitleler önemli oranda sıtmalı yaşamaya razı gelmek zorunda kaldılar. AKP 2009 Haziran’ında başlattığı Alevi Çalıştaylarıyla kronikleşmiş bu soruna ilişkin olumlu görünmeye çalışan adımlar atarak bu kesimin içinden kendi tarafına çekebileceği, en azından arada tutabileceği kesimlere çengel attı. Ne var ki Alevi örgütlerinin çok sınırlı bir kesimini katabildikleri bu çalıştaylardan umduğunu da pek bulamadı. Alevi toplumunun sorunlarını çözmeye dönük ciddi, samimi ve demokrat bir tutumdan ziyade, Alevileri devletin dini aygıtına entegre etmeyi ve böylelikle de asimilasyonu derinleştirmeyi hedefleyen bir tutumun somutlandığı bu çalıştaylara Alevilerin geniş kesimleri haklı olarak yüz vermediler. Başta Erdoğan olmak üzere AKP kadrolarının ideolojik formasyonları, mütedeyyin Sünni kitleleri kendi çevrelerinde toplamak için kullandıkları dil ve zamanla gündemlerinde sıklıkla yer almaya başlayan yaşam tarzı dayatmalarına dönük müdahaleler Alevilerin AKP’den giderek daha fazla tedirgin olmasına yol açtı.
Bütün bunların üstüne, demokratik talepleri karşılanmayan Alevilerin sorunlarının derinleşerek büyüdüğünü ve bu sorunları yaratanların aynı zamanda alevi kitleleri burjuva politikaların payandası ve kurbanı haline getirdiklerini söylemek yanlış olmaz. Ancak emperyalist paylaşım savaşının kızışması ile birlikte, tüm bu birikime öyle bir boyut eklenmeye başlamıştır ki onun barındırdığı tehlikelerin de farkında olmak gerekiyor.
Alevi sorununun boyutları genişliyor
Alevi sorununun büyümesine yol açan ve uzun süreli etkisi artık kaçınılmaz olan gelişme, emperyalist paylaşım savaşının Suriye cephesinde yaşananların yarattığı durumdur. Suriye’deki savaşta emperyalistler eliyle farklı mezheplerden emekçiler birbirine düşürülmüştür. Bu savaşta emperyalist emelleri yüzünden taraf olan güçlerden biri de Türkiye’dir. Türkiye mezhepler arası savaş görünümündeki çatışmalarda başka birtakım emperyalist güçlerle birlikte açık biçimde “Sünni eksen” tarafında yer almaktadır. Bu eksende mücadele eden gerici birçok örgütü uzun zamandan bu yana pek çok yönden desteklemiş, geliştirmiş ve savaş sahasına sürmüştür.
Bu tutumun yansımaları da elbette Türkiye’deki Aleviler üzerinde etkili olmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki savaştaki pozisyonu ve söyledikleri, Alevilerin geniş kesimlerinde, bu “mezhep savaşında” onun da taraf olduğu, üstelik Alevilere karşı tarafta olduğu düşüncesine yol açmaktadır. Bu düşüncenin haklı ve doğru tarafları vardır ama şüphesiz eksiktir. Çünkü Türkiyeli kapitalistleri Suriye’deki savaşın bir parçası haline getiren temel şey onların emperyalist emelleridir. Mezhepler arasında yürüyen çatışmalar ise bu savaşın yüzeydeki görünümüdür. Savaş yer yer farklı mezheplerden çeşitli güçlerin birbirine düşürülmesi biçiminde somutlansa da esasında kapitalist güçlerin nüfuz kavgası yürütülmektedir.
Yürüyen savaşın ilk etkileri normal olarak Hatay’da ortaya çıkmıştır ama kesinlikle orayla sınırlı değildir. Hatay’da yaşayan Alevilerin ve Sünnilerin önemli bir bölümünün Suriye’de akrabaları vardır ve onların yaşadıkları her türlü yıkımın etkisini doğrudan hissetmektedirler. Muhaliflerin öldürdüğü Alevilerin ya da Esad’ın bombardımanında yaşamını yitirenlerin taziyelerini aynı zamanda Hatay’daki akrabaları kabul etmektedir.
Bunun yanı sıra sayıları neredeyse bir milyona ulaşan Suriyeli artık Türkiye’de yaşamaktadır. Bu durum da ister istemez Suriye’deki savaşın etkilerinin doğrudan taşınmasına yol açmaktadır. Antakyalı bir üniversite öğrencisinin, Suriye’deki iç savaşın bölgedeki Arap Alevilerinde yarattığı etkiyi aktardığı şu cümleler durumu gayet iyi özetlemekte: “Türkiye hükümetinin ‘mezhepçi’ dış politikası, Arap Alevilerinde var olan hassasiyetleri daha da arttırdı. Hatay sınırları içerisindeki askeri kamplardan Alevileri tehdit eden Suriyeli muhaliflerin videoları dolaştı. Sokak ortasında ‘Sıra size gelecek’ yönündeki tehdit söylentileri halkın arasında hızlıca yayıldı. Radikal muhaliflerin serbestçe dolaşmasına izin verilmesi halktaki ‘Sıra bize gelecek’ algısını güçlendirdi. Sokaklarda rastladığımız militanları başka bir gün Suriye’de çekilmiş Alevileri ve diğer azınlıkları hedef alan videoda görüyorduk. Bunlar tepkilerin büyümesine neden oldu.”
Antakya’da daha belirgin biçimde hissedilen bu etkiler tüm Türkiye’deki Aleviler nezdinde de karşılık bulmaya başlamıştır. Reyhanlı’daki bombalı saldırının ardından nedense ölenlerin Sünni olduğunu ifade etme ihtiyacı duyan Başbakan Erdoğan’ın mezhepçi söylemleri tüm Türkiye’deki Alevilerin tedirginliğini arttırmaktadır. Türkiye hükümetinin Suriye’deki savaşta “Sünni örgütlere” verdiği desteğin normal sonucu olarak mezhepler arası kavga zehri Suriye’den Türkiye’ye doğru yayılma imkânı bulmuştur.
Emperyalistler arası savaşın bir unsuru olarak mezhepler arasındaki mücadele Türkiye’de de hayata geçirilmek istenebilir. Bunun nesnel zemini ve buna dair ipuçları mevcuttur. Bu durum Türkiye’deki hem Alevi hem de Sünni emekçiler için büyük bir tehlikeyi ifade etmektedir. İşçi sınıfını yapay temellerde bölen böylesi ayrımlar yüzünden yaşanan kavgaların, savaşların ardındaki gerçekler bilince çıkarılamazsa Suriye’de örneklerini gördüğümüz gibi emekçi kitleleri birbirine düşüren kanlı boğazlaşmaların kurbanı olmak işten bile değildir. Kapitalistlerin mücadeleleri giderek şiddetlenmekte ve daha geniş kitleleri sarsacak biçimde genişlemektedir. Bunun Aleviler üzerinde de etkileri olacaktır. Türkiyeli Alevi emekçiler burjuva politikaların etkisi altında hareket etmenin en acı sonuçlarını yıllardır yaşıyorlar. Ancak önlerindeki tehlike her zamankinden daha büyüktür.
Türkiye’de Alevi ve Sünni emekçiler bundan önce defalarca karşı karşıya getirilmiş, tuzaklara düşürülmüş, burjuvazinin çıkarları uğruna büyük yıkımlar yaşamışlardır. Alevi emekçilerin mezheplerinden dolayı yaşadıkları trajedilerin haddi hesabı yoktur. Oysa Aleviler de tüm dini gruplar gibi kendi inançlarının gereklerini kendi belirledikleri gibi yaşama hakkına sahip olmalıdır. Kimsenin dini inançlarının gereğini yerine getirmesi başka bir inancın mensupları için tehdit değildir. Ancak egemen sınıflar tarih boyunca bu farklılıkları ezilenlere karşıtlık gibi algılatarak onları birbirine düşürmüş, böylece sömürü koşullarının varlığını sürdürmesini sağlamışlardır. Bugünün kapitalistleri de aynı yoldan yürüyerek kendi çıkarları için farklı kimliklerden ve inançlardan ezilenleri birbirlerini boğazlamak üzere karşı karşıya getirmektedirler.
Türkiye’de Alevilik burjuvalar için her zaman potansiyel bir kışkırtma konusu olmuştur, olmaya da devam edecektir. Ayrıca burjuvaların hiçbir kesiminin de Alevilerin demokratik taleplerine olumlu karşılık veren bir politik hat izlemesine imkân yoktur. Böylesi bir programa sadece devrimci işçi sınıfı sahiptir. Bu yüzden Alevi emekçileri bu program etrafında birleştirecek bir mücadele hattını örmek gerekiyor. Alevi emekçilerin burjuva politikalarına savrulmalarına neden olan tarihsel yanılgılarını ortadan kaldırmanın yolu da devrimci işçi sınıfının tüm kimliklerden ve inançlardan emekçilerin demokratik haklarını savunan ve onları sahipsiz bırakmayan bir mücadeleyi ortaya koymasından geçiyor.
link: Nazım Yıldırım, Ortadoğu’daki Savaşın Alevi Sorununa Yansımaları, 2 Temmuz 2014, https://marksist.net/node/3477
İşçiden Çalınan Ömür
Sefalet ve Savaşlar Turistik Metaya Nasıl Çevrilir?