15 Temmuz darbe girişiminin ardından Anayasanın 120. maddesini[1] gerekçe göstererek 20 Temmuzda olağanüstü hal ilan eden AKP hükümeti, böylelikle temel hak ve özgürlüklere yönelik müdahaleleri de kapsayan kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkarma yetkisiyle donanmış oldu. Darbe girişimine maruz kalmaya dayandırılan “haklılık ve meşruluk” algısını ve kamuoyunun şaşkınlığını fırsat bilen Erdoğan ve hükümet, bir taraftan yüz yüze geldiği büyük tehdidi bertaraf etmeye, öte taraftan ise arzu ettiği tüm yasal düzenlemeleri kanun hükmünde kararnamelerle gerçekleştirmeye koyulmuş durumda.
Olağanüstü Hal Kanunu, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanacak Bakanlar Kuruluna, kanun hükmünde kararnamelerle temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması da dâhil olmak üzere çok geniş yetkiler tanıyor. Bunun bir adım ötesini ise sıkıyönetim oluşturuyor. Ne var ki AKP hükümeti belli ki, sıkıyönetim ilanı halinde yasa gereği görev ve yetkinin doğrudan Genelkurmay Başkanına karşı sorumlu olacak generallere (“sıkıyönetim komutanları”) verilmesi gerektiğini göz önünde bulundurarak sıkıyönetim yerine olağanüstü hal ilanını tercih etmiştir. 15 Temmuzda ordunun komuta kademesinin önemli bir bölümünün işin içinde olduğu bir darbe girişimine maruz kalan Erdoğan-AKP hükümeti, bu yüzden, güveninin sıfırlandığı askerlere devasa yetkiler tanıyan “sıkıyönetim” halindense, bu yetkileri Başbakanın emrindeki valilere tanıyan “olağanüstü hal” uygulamasını gündeme getirmiştir.
Bu tercih kuşkusuz sıkıyönetim ilanının getireceği birtakım yetkilere yasal açıdan sahip olamamayı da beraberinde getirmiştir. Fakat hükümet, yetkileri sınırsızmış gibi hareket etmekten ve bu doğrultuda kararnameler çıkarmaktan geri durmamaktadır. Çıkarılan KHK’lerin başta OHAL Kanunu olmak üzere yasaların tanıdığı yetki alanının dışına çıktığı, Anayasaya aykırılık taşıdığı yönündeki eleştirileri hiçe sayan siyasi iktidar, normal koşullarda son derece tepki uyandıracak, tartışmalara yol açacak ve tamamı olmasa bile bir kısmı Anayasa Mahkemesinden geri dönecek olan yasal düzenlemeleri, peşpeşe yayınlanan kanun hükmünde kararnamelerle hayata geçirmektedir. Anayasanın 148. maddesinin[2] olağanüstü hal kapsamındaki kanun hükmünde kararnameleri Anayasa Mahkemesinin denetim alanının dışında bırakmasından güç alan hükümet, tüm keyfi ve hukuksuz adımlarını bu güvencenin yanı sıra kararnamelere eklediği “Bu Kanun Hükmünde Kararname kapsamında alınan kararlar ve yapılan işlemler nedeniyle açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez” maddesine dayanarak atmaktadır. Oysa çıkarılan OHAL kararnamelerine eklenen bu maddenin hiçbir yasal dayanağı yoktur. Zira OHAL Kanununun “açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemeyeceği”ne ilişkin 33. maddesi 1991 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Dolayısıyla, OHAL kararnameleri hakkında yürütmeyi durdurma davası açılmasının da, yargı yoluna başvurulmasının da önünde hiçbir yasal engel yoktur.
Hükümet, çıkardığı kararnamelere şu maddeyi de eklemiştir: “Bu Kanun Hükmünde Kararname kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.” Bu maddenin, 12 Eylül faşist cuntasının Anayasaya eklediği ve 2010 referandumu ile Anayasadan çıkarılan “geçici madde”yle benzerliği dikkat çekicidir. Görülüyor ki, işledikleri suçların alenen farkında olan egemenler, bir taraftan hukuku ayaklar altına alırken, bir taraftan da kendilerini hukuki güvence zırhıyla koruma altına almaya çalışmaktadırlar.
Başbakan Binali Yıldırım “OHAL’i devlet kendisine ilan etti, darbecilerden hesap sorulması dışındaki konularda OHAL söz konusu değildir” diyerek kamuoyunu yatıştırmaya çalışsa da, hükümetin çıkardığı kararnamelerin niteliği ve yaptığı uygulamalar, tepki ve endişelerin ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Çıkarılan kararnamelerle yasamayı (Meclis) ve yargıyı tümüyle safdışı bırakarak tüm kuvvetleri kendi elinde (hatta tek bir kişinin elinde) toplayan siyasi iktidar, bir yıldır ulaşmaya çalıştığı noktaya şimdi tüm engelleri temizleyerek varmak üzere müthiş bir fırsat yakalamış ve bunu sonuna kadar değerlendirmeye koyulmuştur. 14 yıllık iktidarı döneminde yapamadığı ne kadar köklü değişiklik varsa bu kriz sürecinde KHK’lere dayanarak yapmaya koyulan AKP hükümeti, devlet bürokrasisinde de görülmedik ölçekte geniş bir tasfiye operasyonu başlatmıştır. Şimdiye dek çoğu kamuda çalışanlar olmak üzere 19 bine yakın insan gözaltına alınmış, binlercesi tutuklanmıştır. 70 bine yakın kamu personeli ise bir gecede çıkarılan KHK’lerle görevden uzaklaştırılmıştır ve bunlara her gün yenileri eklenmektedir. Tüm bu uygulamaların darbecileri temizliyoruz şeklinde gerekçeklendirmesi kimseyi aldatmamalıdır, zira bu tasfiye ve baskı dalgası başta sosyalistler ve Kürt hareketi olmak üzere tüm muhalefete yönelecektir.
OHAL Kanunu Bakanlar Kuruluna dernek faaliyetlerine ilişkin olarak sadece “üç ayı geçmemek kaydıyla durdurma” yetkisi verdiği halde, çıkarılan KHK’lerle onlarca dernek kapatılmış ve mal varlıklarına el konmuştur. Bunun daha ötesi ise, OHAL Kanunu, Sıkıyönetim Kanunu ya da diğer kanunlar böyle bir yetki vermediği halde, yüzlerce kurumun “ben öyle değerlendirdiysem öyledir” misali keyfi bir kararla, yargısız, sorgusuz sualsiz kapatılması, mal varlıklarının ve alacaklarının bedelsiz olarak Hazineye ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilmesidir. Üstelik devlet bu kurumların borçlarına dair hiçbir sorumluluk üstlenmemektedir. 22 Temmuz tarihli 667 nolu ilk kararnamede yer alan “kapatılan kurumların her türlü borçlarından dolayı hiçbir şekilde Hazineden veya Vakıflar Genel Müdürlüğünden bir hak ve talepte bulunulamaz” ibaresinden dolayı bu kurumlarda çalışıp işten atılanlar ücret ve tazminat alacaklarından da mahrum bırakılmış durumdadır.
667 nolu KHK’nin ikinci maddesinde belirtilen kurum ve kuruluşlar “FETÖ ile aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlendiği” iddiasıyla (bunu kimin, hangi kriterlerle belirlediği bile belli değildir) kapatılmakla birlikte bunlar arasında Fethullahçılarla hiçbir şekilde ilgisi olmayan kurumlar da bulunmaktadır. Fakat zaten üçüncü madde bunun FETÖ’yle sınırlı bir hamle olarak kalmayacağına açık bir netlikle işaret etmektedir:
“Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı belirlenen ve ekli listelerde yer almayan özel ve vakıf sağlık kurum ve kuruluşları, özel öğretim kurum ve kuruluşları ile özel öğrenci yurtları ve pansiyonları, vakıflar, dernekler, vakıf yükseköğretim kurumları, sendikalar, federasyonlar ve konfederasyonlar, ilgili bakanlıklarda bakan tarafından oluşturulacak komisyonun teklifi üzerine bakan onayı ile kapatılır.”
25 Temmuz tarihli 668 nolu KHK ise özel radyo ve televizyon kanalları, gazeteler, dergiler, yayınevi ve dağıtım kanalları için benzer maddeler içermektedir. Tüm bu maddeler siyasi iktidarın rahatsızlık duyduğu sendikaları, demokratik kitle örgütlerini, medya kuruluşlarını ve her türlü kurumu bu kararnameye dayanarak kapatabileceği, mal varlıklarına bedelsiz el koyabileceği, söz konusu kurumlardan alacaklı olanların hiçbir şekilde Hazineden veya Vakıflar Genel Müdürlüğünden bir hak ve talepte bulunamayacakları, tüm bu işlemler için yürütmeyi durdurma kararı alınamayacağı, Anayasa Mahkemesine dava açılamayacağı anlamına gelmektedir ki, hukukun hepten ayaklar altına alındığını görmek için tek başına bu bile yeterlidir.
Bu noktada sendikaların kapatılması da başlı başına bir hukuk garabetidir. Zira sendikaların faaliyetinin durdurulması ya da kapatılması Anayasa’ya göre ancak yargı kararıyla mümkündür ve bıraktık OHAL Kanununu, Sıkıyönetim Kanunu bile hükümete yargı kararı olmaksızın sendika kapatma yetkisini vermemektedir. Buna rağmen AKP hükümeti keyfi KHK’ye dayanarak Fethullahçı 19 sendikayı kapatırken, bu bahaneyle kendisini tüm sendikaları yargı kararı olmaksızın kapatma yetkisiyle de donatmıştır. Dolayısıyla başta KESK ve DİSK’e bağlı olanlar olmak üzere tüm sendikalar kapatılma tehdidiyle karşı karşıyadırlar.
OHAL kararına dayanılarak çıkarılan kararnamelerin yarattığı hak ihlalleri bunlarla da sınırlı değildir. On binlerce kamu çalışanı hiçbir yargı kararı olmaksızın işten atılırken, bunların bir daha kamu hizmetinde istihdam edilmelerinin, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilmelerinin de önü kapatılmıştır. Üstelik söz konusu kararnameler, 657’ye ve diğer mevzuata tâbi tüm kamu çalışanlarının (işçi statüsünde çalışanlar dâhil), “ilgili kurum veya kuruluşun en üst yöneticisi başkanlığında bağlı, ilgili veya ilişkili olunan bakan tarafından oluşturulan kurulun teklifi üzerine ilgili bakan onayıyla” kamu görevinden çıkarılmalarını mümkün kılmaktadır. Aynı şey YÖK Personel Kanununa tâbi personel için de geçerli kılınmıştır. Böylece hükümet, yıllardır kamu çalışanlarının iş güvencesini ortadan kaldırmak ve kolayca işten atılmalarını mümkün kılmak için değiştirmeye çalıştığı 657 sayılı Devlet Memurları Kanununu devre dışı bırakarak, kendisini dilediği kamu çalışanını yargısız ve itiraz hakkı olmaksızın işten atmaya yetkili kılmıştır.
Yasalara göre olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularla” sınırlı olmak zorunda oldukları gibi, diğer yasalarda kalıcı değişiklikler yapmaları da hukuken mümkün değildir. Ancak hükümet bunu umursamayarak ilgili ilgisiz her konuyu bir çuvala doldurup çıkardığı “torba yasa” mantığıyla hareket etmektedir ki, bu durum da başlı başına bir hukuk ihlalidir.
Toplu olarak işlenen suçlarda en çok 4 gün olan gözaltı süresini 30 güne çıkaran ve bununla işkence ve kötü muameleye de zemin hazırlayan hükümet, çıkardığı kararnamelerle, savcılara ve polise olağanüstü yetkiler tanırken, gözaltına alınan ya da tutuklanan kişilerin demokratik haklarını da ihlal etmektedir. Polise hâkim kararı olmaksızın, sadece savcı kararıyla, arama, el koyma ve dinleme yetkisi verilmesi, ifade alma yetkisi tanınması, avukatların yetkilerinin sınırlanması, savcıya avukat ile müvekkili arasındaki davaya ilişkin belgelere el koyma yetkisi verilmesi, görüşmelerin gizliliğinin ihlal edilmesinin önünün açılması, avukat görüşmesine yasaklama getirilebilmesi bunlardan sadece birkaçıdır. Bu arada, OHAL fırsat bilinerek cezaevindeki siyasi tutsakların en temel hakları haftalardır gasp edilmekte, dışarıyla irtibatları kesilmekte ve can güvenlikleri ciddi bir tehlike altında bulunmaktadır.
AKP, iktidarına yönelik tehdidi püskürtmek ve 15 Temmuza dek adım adım uygulamaya koyduğu ajandasını halk kitlelerini manipüle ve pasifize etmenin verdiği rahatlıkla çok daha engelsiz biçimde hayata geçirmeye girişmek üzere, olağanüstü hali çok güçlü ve işlevli bir araç olarak kullanmaya girişmiştir. Bilindiği gibi, 12 Eylül faşizminin ardından doğu illerinde 15 yıl boyunca devam ettirilen ve bölge halkına tarifsiz acılar yaşatan OHAL, AKP’nin 2002’de iktidara gelişinin ardından sona erdirilmiş ve AKP “olağanüstü hali biz kaldırdık” diye yıllar boyu övünmüştü. Ne var ki, geçtiğimiz bir yıl boyunca bölgede adı konmamış bir sıkıyönetim ilan eden AKP, şimdi de darbe girişimini fırsata çevirip, bu kez tüm ülke çapında OHAL ilan ederek ve peşpeşe yayınladığı kararnamelerle tüm devlet aygıtında kalıcı değişiklikler yaparak hedeflerine kısa yoldan ulaşmaya çalışmaktadır.
AKP’nin Genelkurmay’ı ve kuvvet komutanlıklarını Milli Savunma Bakanlığına bağlamayı iktidarının ilk dönemlerinden itibaren sürekli gündemde tuttuğu ve yeni anayasayla birlikte bunu da hayata geçirmek istediği biliniyor. Ne var ki, askeri bürokrasiye yönelik pek çok anayasal ve yasal düzenleme yapan hükümet şimdiye dek bu adımı atamamıştı. Ancak şimdi, sadece Meclis komisyonlarını ve genel kurulunu değil, bu tür bir adımın öncesinde yürüyecek şiddetli tartışmaları da devre dışı bırakarak, bir gecede çıkardığı kararnamelerle meseleyi “çözme” yoluna gitmiştir. 27 Temmuz tarihli 668 nolu KHK ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı İçişleri Bakanlığına bağlanmıştır. Aynı kararnamede jandarma ve sahil güvenlik personeli “askeri kuvvet” olarak değil “silahlı genel kolluk kuvveti” olarak tanımlanıp niteliği de değiştirilmiştir. 31 Temmuzda Resmi Gazetede yayınlanan 669 nolu KHK ile ise daha da ötesine geçilmiş ve tüm kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlanmıştır. Üstelik Cumhurbaşkanı ve Başbakanın, “kuvvet komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabileceği ve bunlara doğrudan emir verebileceği, verilen emrin herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirileceği” de karara bağlanmıştır.
AKP hükümeti, bu kararname ile, normal koşullarda asla gündeme getirmeye cesaret edemeyeceği bir adımı da atmıştır: Tüm askeri okulların kapatılması! 669 nolu kararname ile askeri liseler, astsubay hazırlama okulları ve daha da ötesi harp akademileri kapatılmış, buralarda hâlihazırda öğrenim gören öğrencilerin ise Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK tarafından durumlarına uygun okullara nakli kararlaştırılmıştır. Aynı kararnameyle Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde Milli Savunma Üniversitesi adıyla yeni bir üniversite kurulmuştur. Kararnameye göre, söz konusu üniversite, kurmay subay yetiştirmek ve lisansüstü eğitim vermek amacıyla yeni kurulan enstitülerden, kara, deniz ve hava harp okullarından ve astsubay meslek yüksek okullarından oluşacak ve tüm bunlar rektörlüğe bağlı olarak faaliyet gösterecek. Salt bu kararın bile, askeri camiada büyük bir öfke ve tepkiyi büyüteceğine şüphe yoktur ve elbette siyasi iktidar da bunun farkındadır.
Tüm askeri hastaneleri Sağlık Bakanlığına bağlayan bu kararnameyle, YAŞ’ın bileşimi de değiştirilmiş, Başbakan ve Milli Savunma Bakanına ek olarak Başbakan Yardımcıları, İçişleri, Dışişleri ve Adalet Bakanları da YAŞ üyesi yapılmıştır. Hükümetin ağırlığını tartışmasız biçimde arttırmak için, asker katılımcılar da Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ile sınırlandırılmıştır. Hükümet YAŞ’ta gerçekleştirdiği bu değişiklikle, askerlerin terfi sürecinde belirleyici olmayı ve güvendiği kadroların önünü açıp diğerlerini tasfiye etmeyi hesap etmektedir. Bu arada MİT ve Genelkurmay’ın Cumhurbaşkanlığına bağlanması için de yoğun bir çalışma yürütülmektedir. AKP tüm bu hamlelerle ordunun iplerini elinde tutarak ve onu kendi kadrolarının ağırlıkta olacağı şekilde yeniden yapılandırarak kendini koruma altına almaya çalışmaktadır. Ne var ki bu amaca kısa vadede bu tür “teknik” düzenlemelerle varılması hiç de kolay değildir. Bir bütün olarak burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devleti, onun sadece bir kesiminin iktidar aygıtı haline getirmeye çalışmak, bunu yaparken de yüzyıllık yapıları parçalayıp yerlerine kendi güdümündeki kadroların yönetiminde olacağını varsayarak alelacele oluşturulmuş kurumları ikame etmek, alenen burjuva düzenin fay hatlarıyla oynamak anlamına gelmektedir. Üstelik AKP’nin tek başına böyle bir kadro gücüne sahip olmadığı yaşanan son süreçte çok daha berrak bir şekilde görülmüştür. AKP’nin 14 yıllık iktidarı boyunca adım adım hayata geçirdiği kadrolaşma politikası devlette çok katmanlı bir yarılmaya yol açmıştır. Bu süreçte muarızlarını geçici müttefiklerle bir olup tasfiye etmeye girişirken, bu geçici müttefiklerin önünü sınırsızca açarak örneğin Fethullahçı tayfa gibi olağanüstü güce ulaşmış rakipler yaratmıştır ve şimdi bu rakiple boğuşmak zorunda kalmıştır. Üstelik Fethullahçıları tasfiye etmek için başlatılan silindir harekâtı ve devleti tüm çivilerini sökerek yeniden yapılandırma girişimi şimdiden devlet içinde ve dışında muazzam bir öfke biriktirmeye başlamıştır.
Bu gerçekliğe rağmen, darbe girişimini “Allahın lütfu” olarak niteleyen Erdoğan, bütün ipleri kendi elinde toplayarak bir yandan kendisine dönük riskleri bertaraf etme olanağını güçlendirmeye, öte yandan da tek adam rejimini yerleştirmeye çabalamaktadır. Hükümetin faşizan uygulamaları ve sokağa dökülen paramiliter çeteler “demokrasiyi savunma” adı altında meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Tüm bu adımların sivilleşme ve demokrasi için atıldığı, gösterilen tepkinin demokratik bir tepki olduğu iddiası koca bir palavradan ibarettir. Yaşanan şey kanlı bir iktidar kapışmasıdır ve bu kapışmadan demokrasi çıkmasını beklemek aptallıktır. AKP Fethullahçıları temizleme bahanesiyle, son derece anti-demokratik bir şekilde, devleti kendi siyasal hedefleri temelinde yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Fethullahçı subaylar, polisler, yargı mensupları devletten temizlenirken, bunların yerine AKP’nin rahle-i tedrisinden geçmiş kadrolar getirilmek istenmektedir.
Bu arada Erdoğan da hükümet üyeleri de, bugün terörist ilan ettikleri Fethullahçıların orduya ve genel olarak devlet kurumlarına sızması için nasıl da ön açıcı davrandıklarını, diğer muarızlarına karşı Fethullahçı kadrolardan nasıl da yararlandıklarını unutturmak istiyorlar. En fazlasından, “özür dileriz” diyerek hukuki sorumluluktan kaçmaya çalışıyorlar. Oysa karşı karşıya olunan tablo, normal bir burjuva demokrasisinde bu hükümetin istifa etmesini ve ondan hesap sorulmasını gerektirirdi. Bizde ise iktidardakiler, yani bizzat Fethullahçıların önünü açanlar “aldatıldık” diyerek kendilerini bu sorumluluktan sıyırabiliyor.
AKP’nin anayasa çalışmalarını yeniden başlatmaktan söz ederek muhalefete zeytin dalı uzatması, CHP’ye karşı dilini yumuşatması, Erdoğan’ın ve Yıldırım’ın açtıkları (HDP’ye açtıkları hariç) hakaret davalarını “bir seferliğine” geri çekmeleri, CHP ve MHP’ye ortak miting çağrısında da görüldüğü üzere ılımlı açıklamalar eşliğinde birlik-beraberlik mesajları vermeleri, esasen zaman kazanmak, düşman cephesini genişletmemek ve gerçekleştirdikleri anti-demokratik uygulamaların üstünü örtmek üzere atılan taktik adımlardır. 14 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü oyalama ve yanıltma taktikleri, şimdi de “demokrasi şöleni” şovlarının ardına gizlenmeye çalışılmaktadır.
Siyasi iktidar her türlü manipülasyonla kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor. Düzen güçlerinin ideolojik saldırısı altında kafaları karmakarışık olan ve yaşananları tüm gerçekliğiyle kavrayıp yorumlayamayan işçi ve emekçilerdeki yaygın algı, tam da hükümetin yaratmaya çalıştığı gibi, bunun yalnızca Fethullahçı kesimlere yönelik bir temizlik operasyonu olduğu yönündedir. Oysa bu iddia da, Başbakan’ın “OHAL’i devlet kendisine ilan etti, halkımız müsterih olsun” yönündeki açıklamaları da hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır. İşten atılan, açığa alınan, görevden uzaklaştırılan on binlerce kamu çalışanı, kapatılan işyerlerinde çalışan ve Fethullahçılıkla hiçbir ilgisi bulunmayan binlerce işçi, Cemaat üniversitelerine, okullarına, dershanelerine devam eden on binlerce öğrenci, siyasi iktidar tarafından bir çırpıda “halkımız” kategorisinin dışına itilmiştir. Darbecileri tasfiye adı altında yürütülen bu operasyon şimdiden aileleriyle birlikte yüz binlerce insanı mağdur etmiştir. İşçi sınıfına yönelik saldırı yasaları da teker teker Meclis’e gönderilmektedir. İlkin bireysel emeklilik soygunuyla işe başlayan hükümetin, kıdem tazminatı gaspını da hızlı bir şekilde gündeme getirmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Gerek siyasi iktidarın gerekse burjuvazinin çok yönlü saldırılarını OHAL bahanesine sarılarak daha da tırmandıracaklarına hiç şüphe yoktur. Daha şimdiden KESK’e bağlı çeşitli sendikalardan 300’e yakın kamu çalışanı “Fethullah yapılanmasıyla ilişkili olduğu” iddiasıyla açığa alınmıştır ve bu sayı hızla artmaktadır. AKP, üniversitelerden devlet tiyatrolarına çok geniş bir alanda, kendisine muhalif olan tüm unsurları büyük bir kıyımdan geçirmektedir. Çeşitli işyerlerinde patronlar OHAL bahanesiyle toplu sözleşme görüşmelerini askıya almaya, grev kararı alan işçilerin eylemlerini engellemeye, direniş çadırlarını kaldırmaya, işçilerin haklarını gasp etmeye başlamışlardır. Hükümet kamu çalışanlarına izin yasağı getirip rapor almalarını zorlaştırırken, özel sektörde de patronlar fırsattan istifade işçilere rapor engeli çıkarmakta, izinleriyle diledikleri gibi oynamakta, yaratılan baskıcı atmosferden kendi çıkarları temelinde alabildiğine faydalanmaktadırlar.
Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu olan Türk-İş’in tüm bu olanlar karşısındaki tutumu ise hakikaten ibretliktir. Türkiye’de darbeyi püskürtme bahanesiyle demokrasinin son kırıntıları da ayaklar altına alınırken, Türk-İş başkanı Ergün Atalay uluslararası sendikalara mektup göndererek OHAL’in faziletlerini anlatmakla meşguldür. Ona göre “Türkiye’nin diktatörlüğe kaydığı” yönündeki açıklamalar gerçeği yansıtmamakta, demokratik kurumlar normal işlerliğini sürdürmekte, OHAL’i “demokrasinin ve özgürlüklerin askıya alınması olarak göstermek” ise “meşru hükümeti darbecilerle eş tutmak” anlamına gelmektedir. “Türkiye’de demokrasinin daha sağlam ve sağlıklı bir şekilde yerleşmesi için tüm işçi organizasyonlarını tüm şehirlerimizde meydanlarda gerçekleşen ve toplumun bütün kesimlerinin iştirak ettiği demokrasi şenliklerine katılmaya ve Türk Sivil Toplumu ile dayanışmaya davet ediyoruz” diye biten bu mektup, Türk-İş’in işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takarak düzen bekçisi haline getirme misyonunu kesintisiz bir şekilde sürdürdüğünü bir kez daha göstermektedir.
12 Eylül faşizminin tarumar ettiği işçi sınıfı görüldüğü gibi bugün de büyük bir saldırıyla karşı karşıyadır. Buna karşı durabilmenin tek yolu, gerçekleri bağımsız sınıf perspektifiyle değerlendirerek bu doğrultuda mücadele etmekten geçmektedir.
[1] Madde 120 – Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir.
[2] Madde 148 – … olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.
link: Marksist Tutum, OHAL Aracılığıyla Devleti Yeniden Yapılandırma Harekâtı, 11 Ağustos 2016, https://marksist.net/node/5238
Dış Politikada Tornistanlar, 15 Temmuz ve Sonrası
HDP’ye Yönelik Baskılar Artıyor