Marksist sosyalizm anlayışının temelleri
Marx’ın sosyalizm anlayışı, insanlığın iyiliğini isteyen bir düşünürün ortaya iyi dilekler manzumesi ya da bir “proje” koyması değildi. Marx önceki diğer sosyalist düşüncelerden farklı olarak kendi sosyalizm anlayışını bilimsel bir tarih yorumuna ve kapitalizm çözümlemesine dayandırıyordu. Onun sosyalizmi, materyalist tarih anlayışı ve kapitalizmin ekonomi-politik eleştirisi ile bir bütünlük arz ediyordu. Dolayısıyla “sosyalizm bitti” diyenin, aynı zamanda materyalist tarih anlayışını da, kapitalizmin Marksist analizini de inandırıcı biçimde çürütmesi gerekir.
Bir kere tarih, her şey gibi insan toplumlarının da değişim geçirdiğini ve hep aynı toplumsal düzen içinde yaşamadığını göstermektedir. İnsanlık, nasıl daha önce ilkel komünal toplumu ve ardından farklı sınıflı toplum biçimleri olarak Asyatik toplumu, antik köleci toplumu, feodal toplumu tecrübe edip aşmışsa, bugün içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist toplum biçimini de bir gün aşacaktır. Kapitalizmin insanlığın vardığı son durak olduğunu ve dolayısıyla ebediyen var olacağını düşünmek ancak tarih bilincinden yoksun olmanın bir belirtisi olabilir. SSCB’nin çöküşünün ardından “Tarihin Sonu”nu ilan eden Fukuyama, bununla “liberal demokrasinin” insanlığın evriminde daha öteye gidilemeyecek son nokta olduğunu kastediyordu. Ancak bir dönem dünyada büyük fırtınalar koparan bu tezin sahibi Fukuyama bile daha sonra tezinden geri adım atmak zorunda kaldı. Bugün Fukuyama bir alay konusudur.
Demek ki tarihe sadece kuşbakışı bakmak bile kapitalizmin de tarihsel olarak bir sınırı olduğunu fark etmeye yetmektedir. Ancak Marx elbette bu soyut kuşbakışı ile yetinmedi ve kapitalizmi somut olarak analiz ederek onun işleyiş dinamiklerini ve eğilimlerini araştırdı. Marx’ın bulguları arasında konumuz açısından özellikle önemli olanları, sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak artma eğiliminde olması; temelde bu sebeple kâr oranlarının uzun vadede düşme eğilimi göstermesi; bunun da son tahlilde kapitalizmde tıkanmalara ve krizlere yol açmasıdır. Bu krizler de her daim yeniden üretilen kitlesel işsizlik ve yoksulluk benzeri ağır toplumsal sorunları katmerlendirdiği gibi, bazen de savaş gibi çok daha yıkıcı sonuçlar doğurarak insanlığa büyük felâketler yaşatmaktadır.
Üstelik krizler tarih ilerledikçe, yani kapitalizm yaşlandıkça, genel olarak daha yıkıcı bir hal almaktadır. Bugün içinde olunan kapitalist kriz de bu gerçekliğin ipuçlarını vermektedir. Nitekim birçok burjuva gözlemci bile bu yönde açıklamalarda bulunmaktadır. Kapitalizmin giderek tüm toplumsal yaşamın çökmesine yol açabilecek yıkıcı bir eğilimi objektif olarak bağrında taşıdığı tartışmasızdır. İşsizlik, sefalet, savaşlar ve şimdilerde bunlara eklenen ekolojik kriz gibi belirtiler, son tahlilde kapitalizmin tarihsel olarak bir sınırı olduğundan başka neye işaret etmektedir?
Öte yandan Marx’ın kapitalizmi incelemesinin ortaya koyduğu verilerden biri de, eğer kapitalizmden sonra bir insan toplumu var olacaksa, bunun ancak ve ancak kolektivist temellere dayanan bir toplum olabileceğidir. Çünkü kapitalizm altında üretici güçlerin gelişimi bazı temel ve nesnel eğilimler ortaya koymaktadır ki, bunların tersine çevrilmesi mümkün değildir. Şöyle ki, kapitalizm altında üretim araçları sürekli merkezileşerek, giderek daha az sayıda elde temerküz eder. Bu, kapitalist açısından ürünlerin daha az maliyetle üretilmesi anlamına gelir. Ancak kapitalist kabuğundan soyacak olursak, ürünlerin daha az insan emeği harcanarak üretilmesi ya da daha az emekle daha çok ürün üretilebilmesi anlamına gelmektedir. Bu da, kapitalist zincirlerden kurtulduğunda, insanın zorunlu çalışma zamanının azaltılması ve serbest zamanının artması anlamına gelmektedir. O serbest zaman ki, Marx insanın gerçek özgürlüğünün zorunlu önkoşulu olduğunu söylemiştir. İnsanoğlu refahını ve serbest zamanını atrtıracak genel tarihsel ilerleme ve kazanımlardan hiç şüphesiz vazgeçmeyecek, hatta aksine serbest zamanını arttırabilmek için bunları daha da geliştirmeye çabalayacaktır.
Kapitalizmden sonra gelecek toplum, kaçınılmaz olarak bu yüksek derecede merkezileşmiş üretim araçlarını devralacaktır. Dünya ölçeğinde böylesi komplike ve entegre bir maddi üretim zemininin kırılıp parçalanarak tek tek ellere bölünmesi ve üretim araçları üzerinde yeniden özel mülkiyete dönülmesinin mantıklı olamayacağı açıktır. Bu olsaydı bile bunun tekrar eski bataklığa dönmekten başka bir anlama gelemeyeceği aşikârdır. Bunun yerine toplumun bu üretim araçlarına kolektif olarak sahip çıkmasından ve üretim sürecini kolektif olarak yürütmesinden başka bir çıkar yol yoktur. Yani üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ortak olması dışında bir seçenek bizzat maddi tarihsel gelişme tarafından olanaksızlaştırılmaktadır. Marx kapitalizmin kendisinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti gitgide tasfiye etmekte olduğunu tespit ediyor ve komünistlerin bu özel mülkiyeti ortadan kaldırmayı istemekle suçlanmasının abesliğine işaret ediyordu.
İşte “sosyalizm bitti” vaazı verenlerin ya da şüphecilerin burada sadece kısaca özetleyebildiğimiz bu temel noktalara yanıt getirmeleri gerekiyor. Soru şudur: Kapitalizmin işleyiş mekanizmaları ve tarihsel gelişimi hangi eğilimleri ortaya koymaktadır? Ve bu temelde, adını ne koyarsanız koyun, kapitalizm sonrası toplumun ne gibi bazı genel özellikleri olabilir? Berktay gibiler bu sorulara ya hiç temas etmemekte ya da inandırıcı bir cevap verememektedirler.
Marksizmin sosyalizm anlayışı bağlamında başka bazı özellikleri de saptamak gerekiyor. Örneğin, sosyalizm tanımı gereği kapitalizmden sonra gelen ve ondan üstün bir düzeni ifade etmektedir. Ne demektir bu? Her şeyden önce, yukarıdaki anlatımdan da anlaşılacağı üzere, zorunlu çalışma zamanını keskin biçimde düşürerek serbest zamanı arttıracak ölçüde daha yüksek bir üretici güçler düzeyidir. Yani çok basit olarak vurgularsak, geri bir zemin üzerinde sosyalizm olamaz. Sözgelimi Küba’daki ya da Kuzey Kore’deki rejimler yukarıdaki tanım gereği sosyalizm olarak adlandırılamaz. Bu noktaya bir başka düzlemden de gelebiliriz. Kapitalizmden daha yüksek bir üretici güçler düzeyi dendiğinde bunun kendiliğinden uluslararası bir düzeyi ifade ettiği anlaşılır. Zira kapitalizm uluslararası işbölümüne dayanan entegre bir dünya ekonomisidir. Onun üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi kendiliğinden dünya ölçeğinde tanımlıdır. Son tahlilde, kendi içine kapalı hiçbir ulusal ölçekli ekonomi, uluslararası düzeyde işbölümüne dayalı, yani emek üretkenliği düzeyini bu ölçekte oluşturmuş bir ekonomiden daha yüksek bir üretkenlik düzeyini yakalayamaz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. O halde tanımı gereği kapitalizmden daha yüksek bir üretkenlik düzeyini ifade eden sosyalizm, ondan çok daha bütünleşmiş, organik bir dünya ekonomisi anlamına gelmelidir.
Tam da bu nedenle başta Marx olmak üzere tüm büyük devrimci Marksistler eserlerinde ve tartışmalarında sosyalizmin ulusal bir fenomen olamayacağını açıkça ve defalarca belirtmişlerdir. Sosyalizmin tek ülkede olabileceği iddiası Stalinizmin sonradan icat ettiği anti-Marksist bir sözde teoridir. Ama ne yazık ki, sosyalistleri okumamakla eleştiren eski Maocu-Stalinist Berktay gibiler dâhil olmak üzere, solun büyük bölümü Marksizm diye bu anti-Marksist safsatanın okulunda yetiştiler ve devrimci Marksist akımın eserlerini pek okumadılar, okudularsa da bunu layıkıyla anlamadılar.
Marksizmin sosyalizm anlayışının bir temel özelliği daha var. Esasında bu özellik Marksizmin kendine özgü de değildir. İnsanlığın çağlar boyu süregelen özlemlerini ifade eden sosyalizm kavramının, kendiliğinden sınıfsız bir toplum düzenini ifade ettiği açıktır. Marksizm sadece bu kavramın içeriğine bilimsel bir temel kazandırmıştır. Marx’tan başlayarak devrimci Marksist gelenek sosyalizmi çok açık biçimde, bir geçiş döneminden sonra varılacak olan geleceğin sınıfsız toplumunun ilk evresi olarak tarif etmiştir. Oysa Stalinist tahrifat okulu bu temel belirlemeyi de tahrif ederek, devrim anı ile sınıfsız toplum arasındaki geçiş sürecine sosyalizm demiştir. Böylece kapitalizmin yıkıldığı ve özel mülkiyetin devlet eliyle tasfiye edildiği her ülke sosyalizm alanına girmiş oluyordu.
Burada kısaca özetlemeye çalıştığımız Marksist sosyalizm anlayışının en genel çizgileri hiç şüphesiz SSCB ve benzeri ülkelerdeki rejimlerin niteliği sorununu açıklığa kavuşturmada her dürüst sosyalist ya da gözlemci için temel bir ölçü oluşturmak durumundadır. Bunlara yok hükmünde muamelesi yapmak en hafif deyimle entelektüel namusla bağdaşmaz.
Biten ne?
Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi nasıl ki yirminci yüzyılın bir tarihsel dönem olarak başlangıcı idiyse, 1990 dönemeci de bu tarihsel dönemin bitişini ifade ediyordu. Dünya tarihinde büyük bir parantez açılmış ve kapanmıştı. Tüm bir yirminci yüzyılı belirleyen olgu bu parantezin kendisiydi. 1990 dönemecinde SSCB ve temsil ettiği sistemin çöküşü, her ne kadar Ekim Devriminin ya da daha geniş bir ifadeyle işçi sınıfı devriminin yenilmesi olarak propaganda edilmiş ve geniş ölçüde öyle algılanmışsa da, gerçek bunun tam zıddıdır. SSCB’deki kurulu düzenin çöküşü, gerçekten de Marksizmin ve Marksist sosyalizm anlayışının tersinden kanıtlanmasıdır. Matematikteki “olmayana ergi yöntemi” misali, bir önermenin doğruluğunun, onun tersinin olamayacağını göstermek suretiyle ortaya konuşudur.
Elbette sağlı sollu liberaller, özellikle de o cenaha iltihak etmiş eskinin solcuları, bunu, çöküşü açıklamak için uydurulmuş bir özürcü sav olarak görecek ve göstereceklerdir. Oysa, çöküş ne kelime, daha en başlarında, bizzat Rus Marksistleri SSCB’deki rejimin Marksist sosyalizm anlayışına karşıt bir öz taşıdığını savundular ve bu temelde can bedeli ödedikleri mücadeleler verdiler. Zaman içinde bu damar çeşitlenerek bugünlere kadar geldi. Bereket versin ki, tarihsel kayıt tüm çıplaklığıyla ortadadır. “İnsanlığın idealleri”yle lafızda değil gerçekte bir derdi olan herkesin sorgulama ve yüzleşmesine açık vaziyettedir.
Bu mücadele deneyimi ve devrimci müktesebata samimiyetle ulaşmak isteyen herkes çok derinlere inmeye gerek bile olmadan temel gerçekliği görür: Rusya’da devrimden belli bir süre sonra bir karşı-devrim olmuş ve bu karşı-devrimi ete kemiğe büründüren bir rejim kurulmuştur. 1990’a gelindiğinde çöken de bu karşı-devrimi somutlayan rejim olmuştur. Burada büyük kafa karışıklığı yaratan temel nokta karşı-devrim eseri olan bu rejimin ideolojik planda karakterini saklamayı başararak kendisini devrimin sürdürücüsüymüş gibi sunması olmuştur. SSCB’nin elindeki muazzam ideolojik aygıt sayesinde bu ideolojik kalpazanlık ne yazık ki tutmuş ve geniş kitleler bu masala genel hatlarıyla inandırılmıştır. Bu teorizasyon son tahlilde emperyalist burjuvazinin de pek güzel işine gelmiş ve kitlelere “bakın işte, sosyalizm denen şey bu garabettir” deme imkânı vermiştir. Böylece, birbirlerine düşman olmalarına rağmen, bir yanda dünya kapitalizminin, bir yanda da uluslararası bir süper güç düzeyine yükselmiş modern bürokratik despotizmin otorite sahibi sözcüleri bu konuda bir suç ortaklığına imza atıp ağız birliği etmişlerdir.
Bugün SSCB’nin çöküşünün ardından 20 yıl geçmiş bulunuyor. Sosyalist hareketin ağırlıklı bölümünü oluşturan Stalinist akımların devrimci temellerde bir muhasebe yapmaları ve sosyalizmin ne olduğu konusunda inandırıcı bir sorgulamaya girmeleri için fazlasıyla yeterli süre geçmiştir. Ancak söz konusu kesimler ne yazık ki kötü bir sınav vererek, SSCB ve benzerlerinde yaşanan sürecin devrimci bir çözümleme ve muhasebesini yapmaktan büyük oranda kaçınmıştır. Esasen bu durum krizden sağlıklı bir çıkış için bir fırsatın heba edilmesi anlamına geliyordu. Gerçeğin yegâne devrimci ilke olduğu ne yazık ki unutulmuş ya da ihmal edilmiştir.
Bu konuda bütününde sosyalist hareket içinde yüzakı denebilecek bir örnek ise Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı çalışmasıdır. Elif Çağlı çalışmasında devrimci eleştirinin doğrultusunu şöyle çiziyordu:
“Uluslararası burjuvazinin ‘Marksizm öldü’ çığlıklarıyla, proletaryanın kapitalist sömürüden kurtuluş özlemini karartmaya, yok etmeye çalıştığı bir dünyada devrimci Marksizmin bayrağını yükseltmek yaşamsal önem taşıyor. Bu görevin gereğince yerine getirilebilmesi, bugün her şeyden önce, Stalinist sosyalizm anlayışının yarattığı illüzyonların yerle bir edilmesini ve bu anlayışın somutlanması anlamına gelen ‘reel sosyalist’ ülkeler deneyiminin gerçek anlamının ortaya konmasını şart koşmaktadır. Bu yapılmadıkça, genelde proletaryanın sosyalizm mücadelesinin üzerine çöken kara bulutların dağıtılması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle proletaryanın sosyalizm mücadelesinin yeniden rayına oturtulabilmesi için, tüm yaşananların anlamının Marksizmin devrimci perspektiflerinin ışığı altında sorgulanması gerekiyor.
“Bu sorgulama kuşkusuz ki yeni başlamıyor. Stalinizmin ulusal dar görüşlülüğüne, anti-Marksist çizgisine karşı, daha 1924’lerde Bolşevik-Leninistler başlatmışlardı bu sorgulamayı. Ne var ki, içinden geçmekte olduğumuz dönem, Ekim Devriminden bu yana yaşanan pratiklerin bugün yeniden değerlendirilmesinin önemini azaltmıyor, tersine kat be kat arttırıyor.” (Tarih Bilinci Yay., 2. baskı, s.17)
Bu düstur üzerinde ilerleyen devrimci eleştiri, Stalinizmin Marksizme ve sosyalizm kavramı üzerine boca ettiği tüm kir ve molozu temizlemeyi başararak, insanlık ideallerine bağlı gerçek entelektüel namusun bir örneğini ortaya koyuyordu.
Çağlı öncelikle Marksist sosyalizm anlayışının temel özelliklerini aslına sadık biçimde Marksizmin kurucularının metinleri temelinde tespit edip aydınlatarak SSCB’de yaşanan deneyimin hangi mihenge vurulacağını ortaya koyar. Bu şekilde sosyalizmin kapitalizmi aşan, sınıfsız, devletsiz ve dünya ölçeğinde gerçekleşebilecek bir düzen olduğunu açıklığa kavuşturan Çağlı, bununla kopmaz bir bütünlük oluşturan konular olarak, devrimin ve sosyalizme giden geçiş sürecinin özeliklerini de aynı kılavuz çizgiler üzerinde açıklar ve tüm bu teorik zeminden hareketle tarihsel deneyimin çözümlemesine girişir.
“Ekim Devrimiyle doğan ilk işçi devleti, emperyalist kuşatma altında tek başına kalmış ve buna ek olarak (son tahlilde yine bu koşulların ürünü olan) bürokratik bir egemenliğin tehdidi ile yüz yüze gelmişti. Sonuçta bu tehdit gerçekliğe dönüştü. Partide ve devlette egemen olan bürokrasi, Ekim Devriminin amaçlarından tamamen koparak devrimin ilerleyişine son verdi. Ekim 1917’de proleter devrimle başlayan geçiş sürecinin önü bürokratik bir karşı-devrimle kesildi ve işçi sovyetleri iktidarının tasfiyesinden sonra, geçiş süreci tamamen sona erdi. Bürokrasinin egemenliğinde bir ‘ulusal kalkınma’ süreci başladı. Devlet mülkiyetine dayanan ve merkezi planlama sistemi ile ekonomik süreci düzenleyen bürokrasi, kendi egemenliği altında sağlanan sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi ‘sosyalizmin kuruluşu’ olarak ilân etti. Kendi bürokratik planlama mekanizmasını ‘sosyalist planlama’ olarak sundu.” (age, s.167)
Kurulan yeni rejimi modern despotik-bürokratik rejim olarak tanımlayan Çağlı bununla, söz konusu rejimin devlet mülkiyetine dayanan sömürücü sınıfların hâkimiyetindeki Doğu despotizmlerine benzerliğine dikkat çekiyordu. Gerçekten de SSCB ve benzerlerinde, devlete sahip olmak suretiyle üretim araçlarının mülkiyeti üzerinde de kendi kontrol tekelini kuran ve böylece işçi sınıfının yarattığı artı-ürünü sömüren bir bürokrasi şekillenmişti. Yeni ekonomi devlet mülkiyetinin yanı sıra, işçilerin hiçbir söz hakkı ve belirleyiciliğinin olmadığı bürokratik bir merkezi planlamaya dayanıyordu. Devletin, sınıfların, sömürünün, yöneten/yönetilen ayrımının en acımasız biçimde var olduğu bu rejimlerin sosyalizm olarak sunulması tam cinayetti.
“Nasıl ki, burjuva diktatörlüğü kendini uzun vadede emekçilere kabul ettirebilmek açısından bir ‘demokrasi’ şalına gerek duymuşsa, bürokratik diktatörlük de bir ‘sosyalizm’ şalına bürünüverdi. Stalinizm, resmi ideolojinin dayanaklarını herhalde ki devrimci Marksizmin perspektiflerinde arayacak değildi. Bu onun için, göz göre göre kendini intihara sürüklemek olurdu. O nedenle, bir zamanlar Marx’ın şiddetle eleştirmiş olduğu Lassalcı küçük-burjuva sosyalizm anlayışına dört elle sarılıverdi Stalinizm. Marksizmin dünya devrimi, işçi devleti, geçiş dönemi, sosyalizm ve komünizm perspektiflerine ilişkin tüm teorik cephaneliği, Stalinist egemenlik tarafından kuşatma altına alındı. Ve proletaryanın ele geçirmesini olanaksız kılacak her yola başvurularak, bu teorik cephanelik kilit altında tutuldu. Devletleştirilmiş üretim araçlarının kendisine bahşettiği egemenlik sayesinde bürokrasi, görece uzun bir tarihsel dönem boyunca, kendi egemenliğini proletaryaya ‘sosyalizm’ diye yutturmayı başardı.” (age, s.150)
Ancak “Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda ‘kapitalizm sonrası toplumlar’ olarak da nitelenemezler. Ayrıca, bu rejimlerin uzun vadede ileriye yönelik bir evrimi sürdürmeleri de bir hayalden ibarettir. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir.” (age, s.168)
Sosyalist saflarda devasa bir kan kaybının yaşandığı, ağır baskıların ve muazzam bir kafa karışıklığının hüküm sürdüğü günlerde Çağlı’nın çabası, daha birçok noktayı aydınlatan özgün bir tez ortaya koyuyor ve gerçekliğin anlaşılmasına önemli katkıda bulunuyordu. Çağlı’nın ortaya koyduğu çözümün ne denli zorlu çabaların sonucu bir kazanım olduğu belki bugünden yeteri kadar anlaşılmayabilir. Ancak o günlerde sosyalistlerin sergilediği manzaraya bakıldığında bunu anlamak kolaylaşacaktır. Tam da kitabın yazıldığı dönemde, sosyalistlerin önemlice bir bölümü kapitalist düzenin azameti karşısında gözü kamaşarak teslim bayrağını çekiyor ve düzenin erdemlerini keşfetmeye başlıyordu. Bunlar en iyi halde pespaye reformizmi kendilerine yol belliyorlardı. Bir başka bölüm gözlerini ve kulaklarını olan bitene kapatarak Stalinist formülleri yüksek sesle tekrarlayıp iman tazelemeyi çare sanıyordu. Küçük bir kesim de uluslararası düzeyde anti-Stalinist sol hareketin değişik kolları tarafından zaman içinde geliştirilmiş hazır formüllerden birine sarılarak rahata ermeyi ümit ediyordu. Çağlı ise gerçeğin kendisini açık bir zihinle araştırmayı ve ortaya çıkacak sonuçları ikircimsiz savunmayı seçerek bu üç yolun dışında kalmayı ve Marksizmin genellikle ihmal edilen bazı yönlerine de ışık tutarak özgün bir yol açmayı başarmıştır.
Buraya kadar anlatılanlar ışığında şunu diyebiliriz ki, SSCB ve benzerlerinde çöken rejimin sosyalizm olduğunu söylemek ne insanlığın çağlar boyu süregelen özlemleriyle ne de Marksizmle bağdaşmaktadır. Stalinizmle Marksizmi şu ya da bu biçimde bağdaştırmaya çalışmanın hiçbir sağlam teorik mesnedi olmadığı gibi, bunca deneyim ve birikimden sonra entelektüel namusa sığdırılması da pek mümkün değildir. Gerçek şu ki, Stalinizm, tarihin belli bir döneminde var olmuş ve işçi sınıfının özgün mekanizmalarla sömürüsüne dayanan bürokratik-despotik egemen sınıfın kendine has ideolojisidir. O özü itibariyle Marksizmin hilekârca bir inkârıdır.
Marksizmin ışığı parıldıyor
Marksizmin, insanlığın çağlar aşırı özlemleriyle ve insana güveni temel alan tarihsel iyimserlikle uyumlu ışığı tüm gücüyle parıldamaya devam ediyor. Bu gerçeğin önümüzdeki dönemde kendisini çok daha belirgin biçimde göstereceğine inanıyoruz. Son yılların yeryüzünün dört bir yanındaki mücadeleleri ve genel olarak kapitalizm karşıtı düşünceler ile Marksizme dönük ilgi uyanışı bunun açık belirtilerini sunuyor. Dünyayı anlamada ve değiştirmede Marksizmden daha yetkin bir düşünsel araç ortaya çıkmış değildir. Bu bakımdan Marksizm insan düşüncesinin uzun evrim ve birikimler sonucunda vücuda getirdiği nadide bir mücevher gibidir ve onun ışıltısının sonsuza dek boğulması mümkün değildir.[*]
Aslında bizim bu yazıya konu ettiğimiz sosyalizm tartışmasını yapanlar da, iş, günümüz toplumunun sorunlarına çözüm bağlamında somut birtakım öneriler yapmaya geldiğinde, Marksizmin birtakım devrimci taleplerini yumuşatarak ve üstelik de kendi keşifleriymiş gibi sunuyorlar.
Örneğin Murat Belge’nin içinde bulunduğumuz “yeni” tarihsel döneme ilişkin olarak geliştirilecek siyasal programın ne gibi unsurlar içerebileceğine dair yaklaşımları ve verdiği örnekler bu açıdan ilginçtir. Meselâ Belge’nin büyük bir öncelik verdiği şey “yönetimin toplumsallaştırılması”dır! Önemli bir keşifmiş, yeni bir katkıymış gibi ileri sürülen bu “yönetimin toplumsallaştırılması”, işçi sınıfının bütün büyük devrimci atılımlarında hayatın içinde ortaya koyduğu ve Marksizmin özellikle Paris Komünü deneyiminden sonra programatik somutluk düzeyine yükselttiği işçi demokrasisinin temel ilkesinden başka bir şey değildir. Belge’nin, önerisini anlatırken, Rusya’da işçi sınıfının devrimin ilk dönemlerinde oluşturduğu işçi sovyetleri devletinin zengin pratik ve teorik birikimini tümüyle yok sayması ve buna mukabil “pek başarılı olamadı” diye ekleyerek Yugoslavya Stalinizminin “özyönetim deneyimi”nden örnek vermesi ise, onun sosyalizmin sorunları dendiğinde zihinsel reflekslerinin ne yönde işlediğinin güzel bir ipucudur.
Murat Belge ciddi toplumsal sorunlardan birisi olan işsizlik için de bir programatik yaklaşım öneriyor. Nedir Belge’nin önerisi: işgününün kısaltılıp çalışmanın çalışabilir nüfusa bölünmesi! Devrimci Marksizmin hem temel ilke olarak başından beri ortaya koyduğu, hem de birçok programatik metinde yer almış malûm talep! Bıraktık bunu, mücadeleci sendikaların bile savundukları bir talep! Ama Belge sanki bunu, yeni ve çağımıza özgü değişik bir öneriymiş gibi, hepsinden önemlisi, Marksizm bunu daha önce akıl edip uğruna mücadele vermemiş gibi anlatıyor. İnsan doğrusu şaşırmadan edemiyor, bunca kerli ferli entelektüel birikimin vardığı nokta bu mudur diye.
Eklemeden geçmeyelim, bu tartışmada Murat Belge’yi “sosyalizm namına ne gibi bir program ortaya koyabilirsin ki” diye sıkıştıran Halil Berktay da Belge’nin programatik önerilerine büyük oranda katıldığını söylüyor. Berktay’ın ne denli samimi olduğunu bilemeyiz, fakat asıl önemli olan, Berktay’ın, Belge’nin önerilerinin sosyalist olarak nitelenemeyeceğini ve fakat bir “sol reform partisinin” programı olabileceğini söylemesidir.
Doğrusu bunun Murat Belge için pek sorun teşkil etmeyeceği açıktır. Çünkü politik konumunun özü itibariyle bir Bernsteincı olan Belge, söz konusu önerileri tastamam bir reform tasarımı içerisinde ve “projeci” bir anlayışla dillendirmektedir. Ancak, en azından yukarıda bahsi geçen talepler bağlamında küçük bir sorun var. Şöyle ki, bu talepler bir “sol reform partisinin” programında belki yer alabilir, ama ancak bir aldatmaca, bir hilekârlık olarak! Zira bu talepler gerçek içerikleriyle ancak ve ancak anti-kapitalist devrimci bir programın tutarlı bileşenleri olabilirler.
Örneğin, “yönetimin toplumsallaştırılması”, yani yönetim işlevlerinin tüm topluma yayılması, herkesin yönetime katılması vs., yöneten/yönetilen ayrımının ortadan kalmaya başlaması demektir. Modern bir kapitalist toplumda toplumun ezici çoğunluğunu sömürülen ücretli emekçilerin oluşturduğu düşünülecek olursa, bu durumun sömürücü bir egemen sınıfın varlığıyla bağdaşmayacağı açıktır. Toplumla ilgili tüm temel işlere toplumun bütününün karar vermesi kapitalizm altında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydir. Ya biri ya ötekisi! Bunun gerçekleştirilmeye çalışılması şiddetli sınıf çatışmalarını ve devrimi beraberinde getirecektir, ki bunlar Murat Belge’nin istemediği şeylerdir (“istenmeyen olaylar”!).
İşsizlik sorununun çözülmesi konusundaki görünüşte basit talep de son çözümlemede yine aynı noktaya varmaktadır. Kapitalizmde tüm çalışabilir nüfusu tam zamanlı ve tam ücretli iş sahibi yapacak şekilde işgününün kısaltılması sistemin anında çökmesi anlamına gelir. Bir an için böyle bir şeyi tasavvur etmeye çalışalım: olağanüstü ölçüde artan işçi maliyetleri, yere çakılan kârlar ve yedek işgücü ordusu olmadığı için pazarlık gücü sonsuz ölçüde artmış bir işçi sınıfı… Hiçbir kapitalist bu koşullarda üretim yapmayacak ve tüm sistem kilitlenecektir. Böyle bir durumda hiç şüphesiz işçiler üretime el koyacaklardır. Buyurun size devrim. Yine “istenmeyen olaylar”!
Görüldüğü gibi devrimden kaçış yok. Zaten bütün mesele burada düğümlenmektedir. Burada konu ettiğimiz sosyalizm tartışmasını yapan, kütüphaneler dolusu kitap devirmiş zatların sergilediği kaba tutarsızlıklar ve sığlık da esas olarak devrim düşüncesinden pek hazzetmemenin, devrimci bakış açısından kaçmanın bir sonucudur. Kişi dünya karşında devrimci bir duruş içinde olmadığı sürece ufku dar olmaya, düşüncesi de, bazı alanlarda belki parlak işler görse de, tüm kritik noktalarda topallamaya, felçleşmeye mahkûm olur. Bu dünyadan Kautsky geçmiştir.
* * *
SSCB’nin çöküşü her ne kadar yaygın bir biçimde sosyalizmin ve Marksizmin ölümü olarak yutturulmaya çalışıldıysa da, gerçekte Marx’ın ve Marksizmin büyük bir yükten kurtulması anlamına gelmektedir. Bugün kapitalizm tam anlamıyla küresel bir sistem haline gelmiştir ve bu durum Marx’ın kapitalizm hakkındaki çözümlemelerine ve öngörülerine çok daha uygun bir kapitalizm tablosu oluşturmaktadır. Bu nedenle Marx’ın kavram ve çözümlemeleri, bugün anlamlarına çok daha yakın bir gerçekliğe tekabül etmektedir. Ya da felsefi bir ifadeyle, bugün kapitalizm kendi kavramına çok daha yakındır.
Günümüzde sosyalizme yönelecek yeni kuşakların da Marksizmin hilekâr bir inkârı olan Stalinizmle ya da bir bataklık olan reformizmle değil, aslıyla, yani devrimci Marksizmle buluşmaları önem taşıyor. Dünyanın dört bir yanında patlak veren yeni toplumsal mücadeleler bunu özellikle yakıcı bir görev haline getiriyor. Bu konudaki eksiklik büyük devrimci fırsatların heba olmasına yol açabilir ve aslına bakılacak olursa son yıllarda başlayan yeni sınıf mücadelesi dalgası içinde daha şimdiden bunun örnekleri yaşanmaktadır. Birçok Latin Amerika ülkesinde ve bu arada Mısır ve Tunus’ta devrimci durumlar yaşanmış olmasına rağmen bunlar devrimle sonuçlandırılamamıştır. Elbette henüz yeni bir tarihsel konjonktürün başlarındayız ve bunlar gibi daha birçok devrimci durumların oluşacağı muhakkaktır. Kapitalizmin tarihsel bunalımı insanlığı misli görülmemiş bir yıkıma sürüklemeden önce bu fırsatların başarılı devrimlere dönüştürülmesinin sorumluluğu aslen devrimci Marksistlerin sırtındadır.
[*] Elbette Marksizmin tamamlanmış olduğunu söylemiyoruz. Evrenin sonsuzluğu onu kucaklamaya yönelen insan düşüncesini de daima sonsuz bir serüven durumunda tutar. Bu bakımdan Marksizm de şimdiye kadar olduğu gibi gelişmesini sürdürecektir.
link: Levent Toprak, Sosyalizm Asıl Şimdi /2, Şubat 2012, https://marksist.net/node/2945