Kobanê direnişi Kürt sorunu bağlamında Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki siyasal süreçlerde önemli değişimlere yol açtı. Çoğu yazar ve yorumcu artık Kobanê öncesi ve sonrası diye bir ayrım yapıyor. AKP’nin Kobanê sorununda izlediği düşmanca politika Kürt halkının sabrını taşırıp da, 6-8 Ekimde kitlesel bir isyana yol açınca, zor oyunu bozmuş oldu. Önce 6-8 Ekim isyanı, ardından da ABD’nin devreye girerek Kobanê’ye askeri yardıma başlaması (19 Ekim), AKP hükümetini ciddi bir sıkışma sürecine soktu.
Önce Şengal direnişi, ardından da Kobanê direnişi, Ortadoğu’da ciddi bir sorun olarak yükselen IŞİD’e karşı mücadelede, şu ana kadarki tek anlamlı yerel direniş odağının PKK eksenli Kürt hareketi olduğunu ortaya koydu. Böylece ABD açısından da, genelde Batı medyası ve kamuoyu açısından da, PKK ve PYD’ye yönelik olumlu bir hava esmeye başladı ve Kobanê dünya gündeminin ön sıralarına yükseldi. Bu süreçte içte ve dışta üzerine binen basınç sonucu, AKP’nin burnundan kıl aldırmaz tutumu yerle yeksan oldu. Bu, PYD’yi ve Kobanê’yi IŞİD’e boğdurma politikasının çöktüğü anlamına geliyordu.
Ancak, AKP’nin politikası çökse de, bu politikanın doğal bir bileşeni olan Türk şovenizmi bitmek bir yana, Kobanê vesilesiyle yeni bir zirve yapmıştır. Uzun yıllara dayalı resmi Kürt düşmanlığının, AKP’nin izlediği politikalarla da özde sürdürülmesi sonucu birikmiş olan şoven önyargılar, Kobanê sorununda zehirli bir biçimde kendini bir kez daha ortaya koymuştur. İslamcı radikalizme köklü bir düşmanlık besleyen Kemalist kesimler bile, iş Kürtlere geldiğinde bu düşmanlığı unutacak denli gözlerini karartabilmiş ve IŞİD gibi bir cinayet örgütüne alkış tutar hale gelebilmişlerdir.
IŞİD’in geriletilmesiyle Kobanê’nin gündemdeki sıcaklığını belli ölçüde yitirmiş olması da şovenizmin gerilemesi anlamına gelmemiştir. Aksine Kobanê’deki direnişin IŞİD’i geriletmesinde rolü olan ABD müdahalesi nedeniyle, bu şovenizm, kendine yeni dayanak noktaları bulmuştur. Kürt halkının kararlı direnişini görmezden gelen sağlı sollu Türk şovenistleri, Kobanê’nin darboğazdan kurtuluşunu tümüyle ABD yardımına bağlayarak, Kürt düşmanlığını sürdürmüşlerdir.
Sosyalist harekette şovenist etkiler
Kobanê’ye yönelik IŞİD saldırısı patlak verdiğinde Türkiye’de sosyalist sol genel olarak direnişe destek veren bir tutum aldı ve bu kadarıyla hiç kuşkusuz bu olumlu bir tutumdu. Doğrusu, söylem düzeyinde bu tutum daha sonra da değişmiştir denemez. Ancak direnişin birinci ayını tamamladığı günlerde ABD’nin devreye girmesiyle, bir yanda tereddütler, diğer yanda da adeta körleşen bir aklama ve savunu tutumu baş gösterdi. KCK liderlerinden Murat Karayılan’ın, “çözüm süreci” için gözlemci olarak hareket edecek üçüncü bir gözün ABD olabileceğini söylemesiyle, bu durum daha belirgin bir hâl aldı. Bu gelişmeler, Kürt hareketinin de dâhil olduğu hararetli bir tartışmayı doğurdu.
Öncelikle, İP gibi nasyonal sosyalizme kayan sol maskeli çevrelerin tutumunu ortaya koymak ibretlik bir örnek olarak yararlı olacaktır. İP çevresi, başbuğları Perinçek’in ağzından en fütursuz sözlerle şovenist tutumunu sergilemiştir: “Kobani düşerse Türkiye bütünleşir. Kobani diye bir şey kalmayacak. Orada Rojava’ymış, Kürt koridoruymuş, Kürdistan’ı kurmakmış, o hayaller yıkılıyor. Kobani düşerse Ankara düşer, saçma sapan laflardır. Kobani zaten düşecek. ABD’nin piyonları ABD kendilerini destekliyor diye devletçikler, hükümetçikler kuracaklar diye hayal ediyorlar. Hiç böyle şansları yoktur. Kürt koridoru darmaduman oldu. Bu Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin toprak bütünlüğü açısından çok önemli bir gelişmedir. Onun için Kobani düşerse Türkiye de Kürtler de rahatlar. Birlik ve beraberlik yolunda en önemli adım da atılmış olur.”
Bu tür çevreler sosyalizmin alanı dışında olsa da, solun belli kesimlerinde mevcut ulusalcı Kemalist eğilimlerin uca götürülmüş şeklini temsil etmektedirler. Bu iç eğilimler, taşıdıkları ağırlık ölçüsünde, sosyalist saflardaki sosyalist değer ve eğilimleri zedelemekte, çarpıtmaktadır. Bu meyanda, “Musul’u almazsanız Diyarbakır’ı kaybedersiniz” diye hoplayıp zıplayan ve “Kürtler ABD’nin askeri oldular” diye televizyonlarda konuşan Yalçın Küçük gibileri de saymak mümkündür.
Sosyalist harekete doğru gelecek olursak, ABD yardımı başladığında, beklenebileceği gibi ilk ses veren TKP-SİP ardılı iki partiden biri olan KP cenahı oldu. Partinin önde gelenlerinden Aydemir Güler gibilerin değerlendirmeleri, özünde şovenist olan bu yaklaşımı örneklemektedir. Güler tartışma yaratan bir yazısında, Kobanê kuşatmasının en kritik günlerinde, Erdoğan gibiler açıkça kentin düşmesini arzulayan açıklamalar yaparken, kentin ABD yardımı aldığı için “siyaseten düştüğünü” ilan etmiştir: “Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya «devrim sürüyor» adını takmak emperyalizmi aklamaktır.”
Kürt halkı için düşme/düşmeme kelimelerinin hayati bir hassasiyete kavuştuğu günlerde Aydemir Güler bu “düşme” motifine pek sevgiyle sarılıp, bir de Kürt hareketinin “soldan düştüğünü” söylemiştir. Güler, ait olduğu geleneğin tipik yaklaşımıyla, Kürt ulusal hareketini sosyalistlik ve anti-emperyalistlik sınavına sokmaktadır. Sanki ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalist, sol ya da anti-emperyalist olması gerekirmiş gibi!
Güler elbette bu noktada yalnız değil. Başka örneklerin yanı sıra, TKP-SİP’ten çıkan diğer parti olan HTKP cenahında da benzer yaklaşımları görmek mümkün. Örneğin, partinin PM üyesi Ender Helvacıoğlu da, buram buram şovenizm kokan yazılarında, başka birçok şeyin yanı sıra, Kürt hareketinin “artık bir sol güç olmadığını”, “kendi davasını güden bir bölge gücü” olduğunu söylüyor. Helvacıoğlu “dava”nın ne olduğunu söylememeyi ve “bölge gücü” gibi olumsuz çağrışımlar yapan bir kavram kullanmayı tercih ediyor. Kürt hareketini bir ulusal kurtuluş hareketi olarak nitelendirmek istemediğini anlamak zor değil. Onun, Kürt hareketini yaklaşık 20 yıl önce “emperyalizmle işbirliğine yönelen” ve halen bu doğrultuda olan bir hareket olarak nitelediğini hatırladığımızda, bunu daha iyi anlayabiliyoruz.
Helvacıoğlu’nun sözlerinin de ima ettiği üzere, bu tür çevreler, “o çok değerli” desteklerini sunmak için, ulusal kurtuluş hareketlerinde tutarlı bir sosyalistlik veyahut anti-emperyalistlik gibi ölçütler aramaktadırlar. Bu ölçütleri bulamayınca da, parmak sallayarak Kürt halkına ve hareketine emperyalizmin zararlarını anlatmaya girişmektedirler. Ama burada bir an duralım. Kürt halkının ulusal kurtuluş hareketine emperyalizmin zararları konusunda uyarı yapmak için, kişinin öncelikle şovenizmin her türlüsünden azade olduğunu bilfiil göstermiş olması gerekir. Bu olmadan konuşan herkesin ağzı şovenizmle kirlidir ve inandırıcı olma şansı da yoktur. Bu konuda ancak, Kürt halkının haklı mücadelesine ilkeli biçimde destek veren samimi sosyalistlerin konuşmaya hakları vardır.
Bir kere ABD’nin devreye girmesiyle ilgili gerçek süreci kısaca ortaya koymak gereklidir. Ezilen bir halkın ve onun ulusal davasına bağlı inançlı militanlarının kararlı direnişi sayesinde IŞİD’e karşı ilk dişli direnme odağının ortaya çıkması durumu olmasaydı, ABD’nin bu biçimde devreye girmesi muhtemelen söz konusu olmayacaktı. ABD için Kobanê’nin düşmesinin özel bir öneminin olmayacağı açıktır. ABD direnişle doğan siyasal konjonktürü bir fırsat olarak görmüş ve değerlendirmiştir.
Şimdi gelelim ulusal sorun ve anti-emperyalizm meselesine. Anti-kapitalist içeriği olmayan bir anti-emperyalizmin olamayacağını ve bu temelde ulusal kurtuluşla sınırlı bir mücadelenin tanımı gereği anti-emperyalist olamayacağını baştan belirtelim. Ve somut soruyu ele alalım: Ulusal kurtuluş hareketleri emperyalistlerden destek alırlar mı, alırlarsa ulusal davaları haklılığını ve ilerici niteliğini yitirir mi? Ulusal hareketler tam da doğaları gereği bu tür destekler ararlar ve kendi bağımsız devletlerine ya da genel olarak ulusal hedeflerine ulaşmak için emperyalistler arası çelişkilerden yararlanırlar. İşin doğrusu tarihte bunun sayısız örneği vardır. Emperyalistler başka hareketleri olduğu gibi ulusal hareketleri de kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isterler. Ama bu böyledir diye, ulusal hareketler ilke olarak tarihsel haklılıklarını yitirmedikleri gibi, onları ezen devletlerin mazlum pozları takınıp anti-emperyalizm kisvesi altında şovenizmlerini haklı çıkarma girişimleri de kabul edilemez. Söz konusu ülkelerdeki ezen ulus sosyalistleri için temel nitelikte bir derstir bu. Lenin vaktiyle bu noktaya açıkça dikkat çekmiştir.
Kürt halkı bölgenin kadim halklarından biri olarak yüz yılı aşkın bir süredir ulusal bir davaya sahiptir. Son 30 yıllık süreç bu davanın yeni bir yükselişini ifade etmektedir. Sorun ne yapay bir sorundur ne de emperyalistler tarafından icat edilmiştir. Sorun yüzyılların baskı ve ezilmişliğini etinde kemiğinde hisseden Kürt halkının isyanı sorunudur. Kürt halkı bu uğurda binlerce evladını yitirmiş, büyük acıları göğüslemiştir. Kimsenin bu haklı davayı küçümseme hakkı olamaz.
İşçi sınıfının devrimci davası açısından bakıldığında, tarihsel haklılığı ve gerçek bir temeli olan ulusal hareketler ancak devrimci işçi hareketine açıkça ve fiilen düşmanlık güderse siyaseten gerici bir konuma düşerler. Kaldı ki, gerçek bir devrimci işçi hareketi, ulusal sorunlarda tanımı gereği şovenizmden tümüyle uzak, enternasyonalist bir politika izleyeceği için, bu tür sürtüşmelerin zemini büyük ölçüde zayıflayacaktır. Ekim Devriminde bunun örnekleri yaşanmıştır. Devrimci işçi sınıfının izlediği tutarlı enternasyonalist politika nedeniyle emperyalizmin kışkırtmaları boşa çıkartılabilmiş, iç savaştan zaferle çıkılabilmiştir.
Bu bakımdan, Kürt ulusal hareketinin emperyalizme muhtaç hale gelmesini istemeyenlerin, önce kendi üstlerine düşen enternasyonalist görevleri yerine getirmesi gerekir. Eğer Türkiyeli devrimciler geniş emekçi yığınları Türk şovenizmine karşı gerçek bir devrimci mücadeleye sevk etmeyi başarırlarsa, işte o zaman mazlum Kürt halkının emperyalistler karşısında eli daha güçlü olacaktır.
Öte yandan bu söylediklerimiz, emperyalistlerden alınan desteğin ya da yapılan uzlaşmaların, bizzat ulusal dava için bile önemli riskler taşımadığı anlamına gelmemektedir. Mazlum Kürt halkının özgürlüğünü içten destekleyen enternasyonalist komünistlerin bu risklere dikkat çekmesi bir ödevdir. Yüz yıl boyunca çeşitli momentlerde emperyalist güçler tarafından aldatılan Kürt halkının, bir kez daha emperyalist hesaplara kurban edilmesi, işçi sınıfı hareketi açısından da hayırlı bir gelişme olmayacak, bir kayıp anlamına gelecektir.
Bazı sosyalistler ise şovenistlere karşı savunularında uca savrulmakta ve büyük emperyalist güçlerin müdahalesinde sanki hiçbir sorun ve risk yokmuşçasına argümanlar ileri sürebilmektedirler. Bu uğurda, tarihteki büyük işçi sınıfı mücadelelerinden örnek ve benzetmeler yapmak yanlıştır. Bağlamları ve tarihsel-sınıfsal kapsamları tümüyle farklı olan mücadeleleri aynı kefeye koyma anlamına gelen bu tür akıl yürütmeler, tehlikeli bir kafa karışıklığını beslemekten başka bir işe yaramazlar.
Aslî görevini unutanlar
Ulusal kurtuluş hareketleri halkların uluslaşma sürecinin bir ifadesidir. Dolayısıyla onların haklılığı, sosyalistliklerinden ya da anti-emperyalistliklerinden gelmez. Baskının özgül bir biçimi olan ulusal baskıdan doğar. Marksistler baskının tüm biçimlerine karşı oldukları gibi ulusal baskıya da karşı çıkarlar. Bunlar Marksizmin elifbasıdır ve sosyalistler için uzun uzadıya anlatılması gerekmeyen ilkelerdir. Beri yandan, ulusal hareketlerin zaman zaman kendilerini sosyalist renklere boyaması gibi olgular tarihte çokça görülmüştür. Ancak Marksistlere düşen, bu ideolojik örtüye aldanmamak, ulusal hareketlerin tarihsel-sınıfsal kapsamını unutmamaktır. Özetle ulusal sorunla toplumsal sorun birbirine karıştırılmamalıdır. Lenin ve Komünist Enternasyonal bu konuda ısrarlı vurgular yapmışlardır.
Türkiye sosyalist hareketinde ulusal sorundaki temel zaaf, Kürt ulusal hareketini bir türlü gerçekten ulusal hareket olarak görmeyi istememek olmuştur. Bu temel zaaf, şaşırtıcı gelebilirse de, birbirine tam zıt iki politik tutuma hayat vermektedir. Bir tutum, Kürt ulusal hareketini sosyalist olmadığı için ya da sosyalist kimliğini “yitirdiği” için eleştirmektedir. Diğer tutum ise, onda az çok yeterli bir sosyalist kimlik görerek adeta onun alanı içinde erimeye yönelmektedir.
Bu eğilimlerden birincisi, sözde çok devrimci ve sosyalist görünme adına ulusal kurtuluş hareketine cephe almakta ve dolayısıyla ezilen ulus karşısında enternasyonalist görevlerini yerine getirmemektedir. Diğeri ise, sosyalist görevleri fiiliyatta unutarak, kendini tümüyle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin eklentisi durumuna koymaktadır. Bu ikinciler, konumlarını rasyonalize edebilmek için, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalist renklere boyama yolunu seçiyorlar. Bu çabaları içinde, işçi sınıfının devrimci mücadelesindeki bir başka ilkeyi de, belki farkında olmadan, ayaklar altına alıyorlar. Ulusal baskıya karşı kurtuluş mücadeleleri, daha öteye hiç gitmeye gerek olmaksızın, bizzat ulusal kurtuluş mücadelesi olma nitelikleriyle devrimci işçi sınıfının desteğini ve sempatisini hak ederler. Tarihsel olarak haklı bir mücadele niteliği taşıyan bu mücadeleleri desteklemek için, onlara adeta sosyalist olma kıstasını getirmek, hem haksızlıktır hem de vahim yanlışlara kapı açan bir tutum olur.
Ulusal kurtuluş mücadelesine taşımadığı nitelikleri atfetmek, kendi görevlerinden yan çizmenin, kendi varlığını hiçleştirmenin bir ifadesidir. Asıl anlamlı ve değerli olan, sosyalistlerin, Türk emekçiler arasında yaygın olan şoven duygulara karşı sınıf zemininde kararlı biçimde mücadele etmeleri, onları şovenizm belâsından kurtarmaları ve devrimci enternasyonalist bir perspektife kazanmalarıdır. Bu çetin bir görevdir ve dobra dobra konuşursak, sosyalistlerin birçoğunu yıldırmaktadır. Bu zorluktan tümüyle kaçarak, işçi sınıfının hareketsizliği ortamında tek güçlü hareket odağı olarak görünen ulusal kurtuluş mücadelesine kendini eklemlemek, tasfiyeciliğin özgün bir şeklinden başka bir şey değildir. İronik olsa da, bu, aslında ulusal kurtuluş mücadelesine de pek fayda sağlayabilecek bir tutum değildir. Kürt halkının ihtiyaç duyduğu destek, sosyalistlerin, Türkiye işçi sınıfına Kürt halkının haklı davasını anlatması ve Türk burjuvazisinin emekçi kitleler üzerindeki ideolojik-politik hegemonyasını kırmaya çalışmasıyla sağlanabilir.
Rojava deneyiminin niteliği
Ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalist renklere boyanmasının somut bir örneği son dönemde Rojava bağlamında yaşanmaktadır. Bu durum, Kobanê direnişi dolayısıyla bir kez daha kendini gösterdi. Ortadoğu coğrafyasında ender görülecek türden demokratik bir deneyimden geçen Rojava, sadece ulusal kurtuluş boyutuyla değil, hiç kuşkusuz bu yönüyle de tüm dünyada işçi sınıfının sempatisini ve desteğini hak etmektedir. Farklı etnik ve dini gruplara tanınan haklar, kadınlara tanınan haklar vb., hiç kuşkusuz burjuva demokratik kapsamda olumlu ilerlemeler ifade ediyor. Bu ilerlemeler kıymetli olmakla beraber, kapsamı konusunda kafa karışıklığına izin vermek doğru bir tutum değildir. Bunu belirtme ihtiyacı duyuyoruz, çünkü ne yazık ki, kimi sosyalist çevrelerin bu tür adımların sınıfsal kapsamı konusunda yaygın bir kafa karışıklığı içinde olduğu görülüyor.
Söz konusu çevreler Rojava deneyimini, söz gelimi Paris Komünü ya da işçi sovyetleri deneyleri ile aynı kefeye koyabiliyorlar. Kürt hareketi cenahından kimi yazarlar, işi daha da ileri götürüp, işçi sınıfının dünya-tarihsel önemdeki bu deneyimlerinden bile yüksek düzeyde bir siyasal-toplumsal deneyim yaşandığını iddia edebiliyorlar. Bu doğrultudaki yüceltmelere ilişkin sayısız örnek bulunuyor. “Devletsiz” ve “sömürüsüz” bir Kürdistan’ın kurulmakta olduğunu söyleyen bir örneği aktarırsak bu yüceltmelerin dozu hakkında bir fikir vermiş oluruz: “Hâlihazırda gerek Rojava’daki Kürt gücü gerekse dört parçada ciddi bir tesir uyandırmış olan PKK merkezli Kürt hareketleri (…) yeni bir nizamın izini sürüyor: Devletsiz ama sömürüsüz bir Kürdistan.” (İrfan Aktan, Özgür Gündem)
Ama biz Türkiye sosyalist hareketi üzerine odaklaşalım. Birçok sosyalist kişi veya çevrenin Rojava konusundaki yanılgısını çok iyi özetleyen şu örneği ele alabiliriz: “Rojava’da gerçekleştirilen demokratik özerkliğin, kantonlarda en alt birimlerden, en üst yönetime kadar cinsiyet eşitliği ile tüm Rojavalıların özyönetim ve özsavunmaya katılmalarının, Ortadoğu’da yüzlerce yıldır hakim olan gerici egemen yapıların alternatifi olduğu, bir karşı model oluşturduğu görülmek istenmiyor. Halbuki Rojava demokratik özerkliği, İsrail-Filistin ihtilafı başta olmak üzere, bölgenin bütünü için alternatif bir model olduğunu gösteriyor. Rojava Toplumsal Sözleşmesi’nin bire bir olası bir İsrail-Filistin konfederasyonuna uygulandığını bir düşünün –ne müthiş bir dönüşüm olurdu bu! … Rojava’nın savaş koşulları altında 21. Yüzyıl’ın Paris Komünü hâline geldiği anlaşılmıyor henüz.” (Alınteri, 17.11.2014) “Geçtiğimiz günlerde Rojava Anayasası’nın yayınlanmasıyla dünya halkları da gördü ki, burada oluşturulan devrim Rojava’sı her türden sömürü ve ayrımcılığı reddeden ve halkı doğrudan yönetime katan bir anayasa.” (Alınteri, 28.10.2014)
Paris Komünü benzetmesi diğer birçok sosyalist kişi ve çevre tarafından da yapılmaktadır. Oysa Rojava anayasası olarak belirlenen metinde, yöneticilerin görevden alınması hakkı ve bunların ücretlerinin ortalama bir işçi ücreti düzeyinde olması gibi Paris Komününün bazı temel özellikleri bile yoktur. Bu metinde çerçevesi çizilen yönetim sistemi, kantonal bir boyut içeren burjuva parlamenter bir sistemden ötesi değildir.
Rojava deneyiminin büyüsüne kapılanlar, Rojava anayasasının sömürüyü reddettiğini söyleyecek kadar ileri gidebiliyorlar. Rojava anayasası gerçekte, tam da beklenebileceği gibi, burjuva demokratik çerçevede kaleme alınmış bir metindir ve her türlü sömürüyü reddetme anlamına gelecek bir madde içermemektedir. Aksine anayasada özel mülkiyet hakkı güvence altına alınmakta, ayrıca işçi haklarının korunacağından söz edilmektedir.
Birçok sosyalist çevre Rojava’da yaşananlar konusunda gerçeklerle bağdaşmayan ve kafa karışıklığı yaratacak türde savlar ileri sürebilmektedir. Oysa Kürt halkının haklı davasına desteği gerekçelendirebilmek için bu tür anlamsız zorlamalara gerek yoktur. Sağlıklı yaklaşım her şeyi yerli yerine oturtmaktan geçer. Kendi görevlerini yerine getiremeyen sosyalistlerin, Kürt hareketinde sosyalist erdemler keşfetmesi, bir taraftan bir akıl tutulmasıdır, bir taraftan da acınası bir kompleksin ifadesidir.
Rojava’daki deneyim bir ulusal kurtuluş mücadelesi deneyimidir ve tanımı gereği burjuva demokratik çerçeveye girer. Kobanê’deki direniş de temelde ezilen Kürt halkının ulusal nitelikte bir direnişidir ve bu haliyle tüm dünyadaki demokratik ilerici, devrimci ve sosyalist çevrelerin desteğini fazlasıyla hak etmektedir. Dahası, bu destek söz konusu çevreler açısından bir görevdir.
Emperyalizmin bölgeyi yeniden tanzim etme girişimlerinin şiddetlendiği yeni bir evreye girdiğimiz düşünüldüğünde, bölgenin merkezi sorunlarından biri olan Kürt sorununda doğru bir duruşa sahip olmak hayati bir önem taşımaktadır. Bir yandan şovenizme karşı aslî mücadeleyi hiç sektirmemek, diğer yandan da ulusal harekete ancak işçi hareketinin devrimci mücadelesinden beklenebilecek nitelikler atfetmekten kaçınmak gereklidir. Sosyalistlerin kendi asli görevlerini unutarak ulusal kurtuluşçu hareketin içinde erimesi vahim bir hatadır ve Kürt halkının mücadelesine de anlamlı bir fayda sağlamaz.
link: Levent Toprak, Kobanê Aynasında Solda İki Sorunlu Tutum, 5 Aralık 2014, https://marksist.net/node/3804
Zeytinin Maden Lobisiyle İmtihanı
Katledilen Mirabel Kardeşler ve Kadına Yönelik Şiddet