Anayasa Mahkemesi sonunda rejimin “hakemi” sıfatıyla kararını verdi: AKP suçlu, ama kapatmıyoruz! Kararın içeriği ve çıkış şekli, egemen sınıf içi kavganın seyrinde gelinen aşamanın temel özelliklerini mükemmelen özetleyici nitelikte. Gerçekten de, hararetli bir mesai sonunda mahkeme adeta kuyumcu titizliğiyle formüle edilmiş bir hüküm açıkladı. Buna göre AKP yöneltilen suçlamalardan neredeyse oybirliğiyle suçlu bulunuyor, üstüne üstlük çoğunluk da kapatma yönünde oy kullanıyor (6’ya 5), ama kapatma için en az 7 oy gerektiğinden (“nitelikli çoğunluk”) parti kapatılmayarak para cezasına hükmediliyor. Burjuva siyasetinin ve burjuva hukukunun gerektiğinde ne denli rafine işlediğini gösteren tam bir ince işçilik.
Bu kararın değişik yönlerden ele alınabilecek birçok anlamı olduğu muhakkak. Ama öncelikle burjuva düzenin işleyişine ışık tutması bakımından, bu çatışmada şöyle ya da böyle taraf olan kesimlerin mahkeme sürecini emekçi kitlelere sunuş biçimleri, yani ideolojik aldatmaca boyutuna ilişkin dikkat çekilecek birkaç önemli nokta var. Bu kesimler çatışma konusunda olduğu gibi, bunun bir sonucu olan kapatma davasında da görüş ve tutumlarını “laiklik”, “demokrasi”, “hukuk” ve “uygar dünya” gibi kavramlar çerçevesinde sunuyorlar.
İdeolojik ambalaj
AKP medyası ve liberaller kapatma davasını başından beri “demokrasiye ve hukuka aykırı” bir girişim olarak mahkûm edip sundular. Doğal olarak özellikle AKP medyası Anayasa Mahkemesi kararını da “demokrasinin zaferi” olarak ilan etti. AKP medyasına göre “parti kapatmalar demokrasiye, uygar dünyaya ve çağımıza yakışmıyor”du! Karşı cephede konumlananlar ise AKP’nin “laikliğe aykırı” bir yöneliş içinde ve bu suretle “Türkiye’yi uygar dünyadan uzaklaştırmakta” olduğundan dem vurarak, AKP’nin “anayasaya aykırılık” yoluyla “hukuku çiğnemekte” olduğunu propaganda ediyorlardı. Bu cephe daha alacalı bulacalı olduğundan, kararın bunların elindeki medyada sunuluşu da farklılıklar arz etti. Ateşkes ve yumuşamayı öne çıkarmaya çalışanlar kararı olabildiğince nötr ifadelerle sunarken, eski çizgiyi öne çıkaranlar ise kararın AKP’nin “laiklik karşıtlığının tescillenişi” olduğunun altını çizdiler. Yeri gelmişken, benzer bir durumun Ergenekon davasında da, bu kez konumların yer değiştirmesi biçiminde kendisini gösterdiğine dikkat çekelim. Bakıyorsunuz statükocu burjuva kesimler bu soruşturma ve davayı demokrasiye, “hukuka ve insan haklarına aykırı” buluyorlar. Hatta göz yaşartıcı biçimde mahkûm haklarıyla ilgileniyorlar (Kuddusi Okkır vakası vb.).
Gerçekte her iki tarafın da “demokrasi” ve “hukuk” gibi bir dertleri yoktur. Bir çıkar ve iktidar mücadelesi verilmekte ve olumlu çağrışımlarla yüklü bu tür kavramlar, yalnızca tarafların kendi çıkarları için kitleleri aldatmakta ideolojik bir örtü olarak kullanılmaktadır. Kapatma davası da Ergenekon davası da tümüyle politik motivasyonlu davalardır, çatışmadaki tarafların birbirlerine karşı politik hamleleridir. Ve hem davanın açılmasında hem de sonuçlandırılmasında tayin edici olan “demokrasi”, “hukuk” ya da “laiklik” değil güç ilişkileridir. Lenin’in vaktiyle bir başka bağlamda söylediği gibi, kapitalizmde bütün büyük ölçekli sorunların çözümü her zaman güce dayanır. Bir başka biçimde söylersek, bu tür sorunlar söz konusu olduğunda “demokrasi” ya da “hukuk” gibi sözler, esasen emekçi kitleleri aldatmak ve kendi saflarına çekmek için egemenlerin kullandığı lafı güzaftan ibarettir.
Devrimci işçi sınıfı açısından ne AKP aleyhine açılan kapatma davasının ilerici-demokratik bir içeriği vardır ne de sonuçta alınan kararın. Ne davanın açılması laiklik adınaydı ne de karar “demokrasinin zaferi”dir. Davanın hukuki bir mesnedi olmadığı gibi sonucun da hukukla bir ilgisi yoktur. Süreç baştan sona özünde politik düzlemde yürüyen bir güç mücadelesidir.
Kararın anatomisi
Yukarıda Anayasa Mahkemesi kararının, hanidir süren egemen sınıf içi kavganın seyrinde gelinen aşamanın temel özelliklerini mükemmelen özetleyici nitelikte olduğunu söyledik. Kararın iki temel boyutu bulunuyor. Birinci ve en önemli olarak, şu anda düzenin selameti açısından AKP’den başka alternatif bulunmamaktadır, onun kapatılmasının ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçları şu anda kaldırılamayacak kadar çoktur denilmektedir. İkinci olarak, evet AKP’yi kapatmıyoruz ama bu AKP’de bir sorun görmediğimiz anlamına gelmiyor, onun da kendisine çeki düzen vermesi gerekiyor mesajı verilmektedir. Mahkeme başkanı kararı açıkladığı konuşmasında bu boyutu açıkça ifade etmekten çekinmemiştir: “Bu AKP için ciddi bir ihtardır!” Yani ayağını denk al, hâlâ takip altındasın, şartlar oluşursa pekâlâ kapatılırsın!
Bu bakımdan karar, baştan beri değişik ve kimi zaman sancılı aşamalardan geçerek yürütülen AKP’li kadronun terbiye edilmesi sürecinin de en taze halkasını oluşturuyor. Bu kadronun yakın tarihinde bu sürecin bazı kilometre taşlarını ayırt etmek mümkündür. Öncelikle Refah Partisi 28 Şubat 1997 “post-modern” darbesiyle hükümetten alaşağı edilmiş ve hakkında kapatma davası açılarak kapatılmıştı. Ardından aynı ekibin onun yerine kurduğu Fazilet Partisi için de kapatma davası açılmış ve bu sayede bir bölünmenin dış şartları da olgunlaştırılarak, düzene çok daha uyumlu bir kadro hüviyetiyle AKP’nin doğumuna ebelik yapılmıştı. Fazilet Partisi de beklenebileceği gibi süreç içinde kapatıldı. AKP, yüzünü İslam dünyasına dönmüş Batı karşıtı bir dünya görüşüyle hareket eden Refah çizgisinden çok farklı olarak, AB sürecine ve büyük sermayenin neoliberal saldırı programına tümüyle angaje bir parti kimliği taşıyordu. İç ve dış tüm iktidar odaklarını dolaşarak kendini tanıtan ve bunlardan vize alan AKP kadrosunun zaman içinde ortaya çıkan falsoları ise egemen sınıfın çeşitli kesimlerinin gözünde birikmeye başladı. Bu birikim en son olarak cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde kritik bir eşiğe geldi. Bu bunalımın en hassas günlerinde Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırası geldi ve hemen ardından da (5 Mayıs) başbakanla genelkurmay başkanı arasında meşhur gizli Dolmabahçe buluşması yaşandı.
Cumhurbaşkanlığı bunalımı sonucunda gidilen 22 Temmuz erken seçimleri öncesinde Erdoğan milletvekili listelerinde oldukça geniş bir değişiklik yaparak Milli Görüş ekolüne daha yakın duran pek çok unsuru devre dışı bıraktı, Arınç gibi unsurları geri plana çekti ve seçim sonrasında da yumuşak mesajlar verdi. Meclis başkanlığı konusunda dediğim dedik bir tutum izlemeyerek diğer partilerin de desteklediği Köksal Toptan gibi Milli Görüş ekolünden gelmeyen birini seçtirdi. Hatta Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmesi için başarısız kalan bir manevra bile yaptı. Tüm bunlar daha önceki analizlerimizde de dikkat çekmiş olduğumuz gibi AKP’nin tornadan geçirilerek terbiye edilmesi sürecinin belirgin halkalarını oluşturuyordu. İşte son Anayasa Mahkemesi kararının da bu zincire eklenen yeni bir halka olarak işlev görmesi hedeflenmektedir.
Bu bakımdan, AKP’nin kapatılmaması, kapatma davasının statükocu cephe içindeki çılgın bir grubun tümüyle kontrol dışı bir hamlesi olduğu ve daha “aklıselim” unsurlarca kapatmanın önlenmesiyle de bu “çılgınlığın” telafi edildiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Aynı Anayasa Mahkemesinin kısa süre önce AKP’ye dönük olarak verdiği ve mevcut hukuki çerçeve içinde inandırıcı bir dayanağı olmadığı açık olan 367 kararı ile türban kararı bunu açık biçimde göstermektedir. Tüm bunlar egemen sınıfın AKP’ye değişik açılardan kuşkuyla yaklaşan kesimlerinin onu daha fazla törpüleme, hizaya sokma hamleleridir.
Aslında AKP kapatılsaydı da bu aynen daha önce Refah ya da Fazilet örneklerinde olduğu gibi onun içinden daha uysallaştırılmış bir ekibin çıkarılması anlamında bir terbiye operasyonu anlamına gelirdi. Sadece daha ağır bir tokatla yapılmış bir operasyon olurdu bu. Daha önce hukuki dayanağı tümüyle çürük 367 ve türban kararlarını pekâlâ verebilen Anayasa Mahkemesinin bu yolu tutmamış olması, dava süreci boyunca şartların sürekli tartılarak en sonunda müsait olmadığına hükmedilmiş olmasındandır. Egemenler arası çatışmanın, mevcut politik tablo ve sertleşen uluslararası ekonomik-politik iklim düşünüldüğünde ciddi bir rejim krizine dönüşerek tüm düzene telafisi zor hasarlar verebileceği hesap edilmiş ve bu göze alınmamıştır.
İlk olarak, tüm politik arayışlara rağmen, AKP’ye ciddi bir alternatif çıkarılamamıştır. Dünya ekonomisinin içine girdiği krizin dalgaları Türkiye sınırlarını da yoklarken, sermaye programını disiplinli biçimde uygulayacak bütünlüklü ve uyumlu bir hükümet daha vazgeçilmez hale gelmiştir. Diğer taraftan uluslararası politik gelişmeler ve bunlarla artık çok daha sıkı bağlantılı bir sorun haline gelmiş olan Kürt sorununda gelinen nokta da düzeni AKP’ye mahkûm etmektedir. AKP dışındaki düzen partileri geniş Kürt kitleleri gözünde itibarlarını tümüyle yitirmişlerdir. Bugün düzenin Kürt illerinde DTP karşısında AKP’den başka hiçbir seçeneği bulunmamaktadır. Hele hele yeni yerel seçimlerin kapıda olduğu bir sırada bu hepten yakıcı bir sorun durumundadır.
Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’daki gerilimin hızla yükselişi mevcut aşamada bir hükümet boşluğunu ya da zayıf hükümetleri kaldıramayacak bir durum oluşturmaktadır. Bu durumda politik çalkantının daha da şiddetlenmesi anlamına gelecek ve ne kadar süreceği belli olmayan bir boşluk tahammül dahilinde görülmemiştir. Uluslararası arenadaki gerilimler etkin ve hızlı manevra yapabilecek, uyumlu, bütünlüklü bir hükümeti gerektirmektedir. Bu hususları göz önünde bulunduran emperyalist güçler de son tahlilde ağırlıklarını AKP’den yana koymuşlardır.
Tam da bu hususlar üzerinden kendini ortaya koyan hassas durum nedeniyle Anayasa Mahkemesi de bu davada çok daha yoğun bir mesai yaparak kararını emsal davalardan çok daha hızlı biçimde vermiştir. Bu olağanüstü hızlı mesainin başka bir açıklaması yoktur.
İkincisi, AKP güçlüdür ve bu gücü kullanarak başta Ergenekon üzerinden karşı cepheye önemli darbeler vurmuş ve böylelikle kolay pabuç bırakmayacağını göstermiştir. Kim ne derse desin Ergenekon sürecinin AKP’nin elinde oldukça önemli bir koz olduğu da böylelikle ispatlanmıştır. Ergenekon operasyonunun dozu ve temposunun tümüyle kapatma davası sürecinin seyrine göre belirlendiği ve kapatma davası hamlesine karşı en somut koz olduğu tartışmasızdır.
Uzlaşma
Bütün bu faktörlerin yanı sıra kararın temel özelliği bir uzlaşmayı yansıtıyor olmasıdır. AKP’nin terbiye edilmesi sürecine aynı zamanda tarafların bir uzlaşma süreci olarak bakmak gerekir: Bir yandan gelinen tarihsel aşamada Türkiye’deki rejimin yeniden yapılandırılması rolünü üstlenen AKP’nin, diğer yandan da rejimin değişimine direnen güçlerin sivriliklerinden arınarak orta yolda buluşması süreci. Aslında yaşanan tüm bu şiddetli çarpışmaların içinden bu uzlaşma da inşa edilmektedir. Bu, uzlaşma ve çatışma unsurlarını birlikte içeren çelişkili bir süreçtir.
Anayasa Mahkemesi kararıyla birlikte bu kirli uzlaşma sürecinde yeni bir evreye gelinmiştir. Kararın “hem nalına hem mıhına” niteliği bunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Yeni genelkurmay başkanının sorunsuz biçimde tayin edilmesi, bunun öncesinde başbakanla manidar görüşmesi, başbakanın Yüksek Askeri Şura’ya ilk kez hiç müdahil olmaması ve Şura’dan da hiçbir “irticai” ihraç kararının çıkmaması bunun sembolik göstergeleridir. Ama daha beriye gidecek olursak, hükümetin Ergenekon sürecinde meseleyi emekli askerler ve sivil unsurlarla sınırlı tutma işaretini verdiğini de hatırlamak gerekiyor. Sansasyonel Ergenekon iddianamesinde, hiç yeri yokken, “Ergenekon’un ordu ve MİT’le ilişkisinin olmadığının” belirtilmesi bu anlama geliyordu. Ama belki de daha çarpıcısı, hükümet karşıtı salvoların koçbaşı vazifesini gören Hürriyet gazetesinin belirgin biçimde yumuşak bir tona geçmesidir.
Yaşanan çatışma sürecinin düzenin temel kurumlarında ciddi bir yıpranmaya yol açmasının da önemli bir rol oynadığını eklemek gerekiyor. Bu özellikle statükocu güçler cephesinin dayandığı kurumlar açısından böyledir. Hatırlanacağı gibi bu çatışma sürecinde önceleri daha ziyade ordu ön plandaydı ya da varlığı çok belirgin hissediliyordu. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ordu hayli yıprandığı için geri plana çekilmiş ve üniversite ve yargı ön plana çıkmıştı. Burada özel bir yaptırım gücü olmayan üniversitenin rolü daha ziyade propaganda ve medya seviyesinde olduğundan, esas rol elbette önemli bir yaptırım gücü olan yargıya düşüyordu. Bu bakımdan kapatma davasının bir anlamı da bürokrasinin yargı ayağının sahneye tüm ağırlığıyla çıkmasıdır. Tabii nasıl ordu bir önceki evrede yıprandıysa bu evrede de yargının (ve üniversite bürokrasisinin) yıprandığı bir gerçektir. Mahkeme başkanının kararı açıklarken içinde bulunduğu sıkıntılı ruh hali ve konuşmasının içeriğinin önemlice bir bölümü bu durumu yansıtıyordu. Haşim Kılıç özetle “bu işi bizim sırtımıza yıkmayın, çok yıprandık, bu rejimin bütünü için tehlikelidir” demek zorunda kaldı.
Bugünden geriye bakıldığında, sözü çokça edilen 27 Nisan muhtırası sonrasındaki Dolmabahçe görüşmesinin bugünkü aşamaya gelen sürecin önemli bir halkasını oluşturduğu daha iyi anlaşılıyor. Şimdi bu görüşmenin bir benzerinin de yeni genelkurmay başkanı olarak tayin edilen İlker Başbuğ’la bu tayin gerçekleşmeden önce yapılması, uzlaşmanın tazelendiği anlamına gelmektedir. Bunun öncesinde aynı Başbuğ’un dava sürerken Anayasa Mahkemesi başkan vekiliyle basından gizli görüşmeler yapmış olması daha da anlamlıdır.
Aslında AKP’nin bu tür bir uzlaşmaya doğru attığı ilk geri adımlar 2005 Newroz’uyla belirgin biçimde açığa çıkmaya başlamıştı. Hızlı AB’cilikten tornistan etmek, Kıbrıs’ta beklemeye geçmek ve Kürt sorununda şoven söyleme boylu boyunca dalmak, uzlaşmanın belirgin bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştı. Bu noktaya daha önce de birçok kez dikkat çektiğimizi hatırlatalım. Ancak 2007’deki cumhurbaşkanlığı süreci çatışmayı tekrar alevlendirdi ve önce 27 Nisan muhtırası, ardından da hükümetin direnişi ve Dolmabahçe geldi. Tabii bu arada her iki tarafın da ABD’ye ziyaretleri ve görüşmeleri oldu. Tüm bu trafikten çıkan en belirgin ve somut sonuç Kürt halkına karşı savaşın tırmandırılması, sınır ötesi operasyonlar oldu. Böylece uzlaşmanın temel ayaklarından birinin ABD onayı da alınmak suretiyle içte ve dışta Kürt halkına saldırmak üzerine bina edildiği de görüldü. Gerçekten de Kürt sorunu bir kilit niteliğindedir. Kerkük referandumunun hükümet ve ordunun birlikte icra ettiği baskılar ve ABD’ye şantajları sonucu gündemden düşürülmüş olduğu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu da ABD desteğiyle Kürt halkı aleyhine sağlanan hükümet-ordu mutabakatının önemli bir belirtisi ve temel harcı oluyor.
Söz konusu uzlaşmanın ön plana çıkan somut politik başlıkları olarak, Kürt sorununun yanı sıra din-laiklik sorunu ve bir ölçüde de Kıbrıs sorunu zikredilebilir. Bundan sonra AKP’nin en azından görünür vadede türban sorununu bir daha gündeme getirmesinin pek olası olmadığı açıktır. Nitekim benzer bir girişim olan ilk ve ortaöğretim okullarına ibadethane açılmasını öngören bir yasa teklifinin derhal ortadan kaldırılması ve teklifi hazırlayan milletvekilinin (Edibe Sözen) göz önünden çekilerek ABD’ye ışınlanması da bunu göstermektedir. Kıbrıs’a gelince, o cephede zaten 2004’teki referandumdan bu yana bir oyalama süreci sürdürülmektedir. Şimdilerde yeniden başlayan görüşmelerin ise nereye varacağı meçhuldür. Bu konuda belki bir iki ufak adım atılsa da sorunun bamtelinin adadan TC askerlerinin çekilmesi olduğu ve bunun da görünür vadede mümkün olmadığı açıktır. Kaldı ki her ihtimale karşı, en küçük bir adım bile atılmaması ve görüşmelerin baltalanması için adada provokasyonlar yeniden başlamış durumdadır.
AB süreci ise yukarıdaki sorunları da çeşitli yönlerden içermekle beraber genel bir başlık olarak alındığında ağır aksak götürülecektir diyebiliriz. Ancak, söz konusu uzlaşmanın yine de statükocu kanadı AB konusunda genelde daha yumuşak bir noktaya getirdiğini söyleyebiliriz. Bu kesimlerin kaygısı hassas noktalara fazla dokunulmamasıdır. Bu şüphesiz çelişkili bir konumdur, ama geniş AB mevzuatı içinde yapılacakların büyük bölümü bu hassas noktalarla doğrudan ilintili değildir ve o nedenle yine de geniş bir manevra alanı mevcuttur. Zaten Ergenekon operasyonlarıyla tasfiye edilmekte olan unsurların önemli oranda Avrasyacı olarak bilinenler olması da bu bakımdan bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla uzlaşmanın yeni evresinin önemli bir ayağını genel anlamda NATO ve AB perspektiflerinin yeniden ortak olarak teyit edilmesi oluşturmaktadır.
Her şeye rağmen, üstte de vurguladığımız gibi, bu uzlaşma çatışmadan bağışık değildir. ABD konsolosluğuna saldırı, Güngören patlaması, Kerkük provokasyonu, Selimiye kışlasına roket saldırısı, İstanbul Emniyetine yapılan savcılık baskını gibi son günlerin provokasyonları sürecin bu yönünü ortaya koymaktadır. Bu da söz konusu uzlaşmanın henüz tam ve sonuca bağlanmış bir uzlaşma olmadığını göstermektedir.
Demokratik açılım süreci mi geliyor?
Kapatma davasının sonuçlanmasından sonra burjuva medyada yeni bir “demokratik açılım” süreci beklentisi pompalanmaya başlandı. Kimi zaman öngörü, kimi zaman temenni ve akıl verme tarzında bunun yapıldığını görüyoruz. Bir tür “badire atlatıldı, şimdi kaybedilen zamanı telafi edelim, mutlu yarınlara koşalım” söylemiyle emekçi kitlelerde iyimserlik havası yaratılmaya çalışılmaktadır. Peki işçi-emekçi kitleler ve yoksul Kürt halkı açısından bir demokrasi perdesinin açılma koşulları var mıdır?
Her şeyden önce işçi-emekçi kitleler açısından demokratik açılım sözünün anlamı, sınırsız ifade, toplantı ve örgütlenme hakkıdır; bunların bir parçası ve bütünleyicisi olarak işçi sınıfının sendikal-sosyal-siyasal alandaki diğer haklarıdır; Kürt halkının ulusal demokratik haklarının tanınmasıdır; Alevi emekçileri de yakından ilgilendiren gerçek bir laiklik düzenlemesi ve uygulamasıdır… Bunların dışındaki yasal değişiklik ve düzenlemeler esasen egemenler arası ilişkilerin yeniden düzenlenmesi alanına girmektedir.
İşçi sınıfını doğrudan ilgilendiren temel hak ve özgürlükler esasen onun örgütlü, militan mücadelesiyle kazanılabilecek ve korunabilecek hak ve özgürlüklerdir. Genel olarak konuşacak olursak, işçi sınıfı bugün bilinç ve örgütlülük bakımından oldukça olumsuz bir durumdadır. Bu durumda anlamlı bir değişme olmadıkça demokratik hak ve özgürlükler alanında da işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren noktalarda anlamlı değişikliklerin olması beklenemez.
Gerçek şu ki, Türkiye’de baskılar ve anti-demokratik uygulamalar olanca yoğunluğuyla sürmektedir. Sokak ortasında polis infazları, polis tacizleri, keyfi arama ve baskınlar, sosyalist basına yönelik saldırılar… Bunlar gündelik yaşamın sıradan uygulamaları haline gelmiş durumda. Gösterilere, işçi eylemlerine, grevlere uygulanan acımasız baskılar zaten nicedir sürüyor. Kürt sorunu tüm yakıcılığıyla olduğu yerde durmakta, sınır içi ve dışı operasyonlar devam etmekte, DTP hakkında kapatma davası yürümekte, Kürt halkı üzerindeki baskılar sürdürülmektedir…
Egemenler arası çatışmada tam da Kürt sorunu gibi temel meselelerde somutlanan bir yakınlaşma ve uzlaşma evresi oluşturulurken, ciddi demokratik açılımların gündeme getirilmesi beklenmemelidir. Ancak zevahiri kurtarıcı ve fazla suya sabuna dokunmayan birtakım değişiklikler gündeme gelebilir. Dolayısıyla ufukta işçi-emekçi kitleler ve Kürt halkı açısından bir ferahlama evresi değil, aksine bir yandan ekonomik krizin eşiğinde yoğunlaştırılacak ekonomik-sosyal saldırılar, diğer yandan da Kürt halkını hedef alacak yeni fiziki saldırı ve baskılarla karakterize olacak zorlu günler görünmektedir.
İçteki çatışma ve uzlaşmanın geldiği yeni zeminin kapsamlı bir demokratik açılıma uygunsuzluğu bir yana, uluslararası konjonktür de buna uygun değildir. Emperyalist savaş sürecinin Kafkaslar’daki yeni alevlenişiyle birlikte bu durum daha belirgin bir hal almıştır. Militarist eğilimlerin güçlenmekte olduğu bir dönemde “demokratikleşme” beklemek ancak gözü körleşmiş liberal hamkafaların işi olabilir.
Asıl hükmü işçi sınıfı verecek!
Sosyalist solun bir kesimi AKP’nin kapatılmamasından üzülmüşe benzemektedir. Yapılan çeşitli yorumların içerik ve havasından bu anlaşılıyor. Kirli burjuva güç odaklarının AKP’yi Anayasa Mahkemesi marifetiyle kapatmasına ümit bağlayan, bundan medet umar duruma düşmüş bir solun işçi sınıfına hayrının dokunamayacağı açıktır. Kemalist etkilerden ve buna zemin hazırlayan Stalinizmden kendini tam olarak sıyıramamış küçük-burjuva sosyalizminin, Türkiye’de egemen sınıf içi çatışmanın kızışmasıyla birlikte kendini statükocu güçlerin dümen suyunda buluvermiş olması doğrusu hazin bir tablodur. Bu durum özellikle din sorunu, burjuva devlet sorunu ve emperyalizm sorununa Marksist olmayan bir yaklaşımın ürünüdür.
Laiklik ve ilericilik adına AKP’nin kapatılmamasına üzülmek kesinlikle sınıf bilinçli bir işçinin tutumu olamaz. AKP’nin kapatılmaması onun işçi-emekçi düşmanı yüzünün kitleler tarafından görülebilmesi için daha elverişli bir durumdur. Aksi durumda din istismarı ve mağduriyet söylemiyle AKP’nin geniş emekçi kitlelerin gözünü boyamaya daha fazla devam etmesi için elverişli ortam yerli yerinde kalacaktı. Bu tür saptırıcı faktörlerin de rol oynamasıyla AKP, yürüttüğü tüm neoliberal saldırı programına rağmen, henüz kitleler nezdindeki kredisini tüketmiş değildir. Bu göz boyayıcı, bulandırıcı etmenler siyaset sahnesinden temizlendiği ölçüde AKP’nin yüzünün emekçi kitlelerce daha iyi görülebilmesinin önü açılacaktır.
AKP’siyle CHP’siyle MHP’siyle tüm işçi düşmanı sermaye partilerinin ve aynı şekilde diğer burjuva güç odaklarının hükmünü verecek olan işçi sınıfıdır. Ona düşen, kendi bağımsız sınıf çizgisi temelinde mücadelesini yürütmek ve hepsini kendi eliyle tarihin çöplüğüne göndermektir.
link: Levent Toprak, Burjuvazi Hükmünü Verdi: AKP’siz Olmuyor!, Ağustos 2008, https://marksist.net/node/1868
Kadıköy’de Barış Mitingi
Her Yan Baştanbaşa Karanlık