Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi ve ardından Davutoğlu’nun başbakanlığı üstlenmesiyle birlikte yeni hükümet kuruldu ve programı da açıklandı. Tüm bu süreç boyunca yapılan propagandada, konuşmalarda ve peşi sıra sökün eden tartışmalarda “Yeni Türkiye” söylemi ön plana çıkıyor. Her ne kadar yeni olmasa da, özellikle Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı makamına oturmasının “Yeni Türkiye” söylemi için bir milat haline geldiği görülüyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Türkiye’de burjuva siyaset alanının yeni bir formata kavuşmakta olduğu ve bunun bir öğesinin de bu “Yeni Türkiye” söylemi olduğu açıktır.
AKP ve onun yanında yer alanlar şevk içinde “Yeni Türkiye”den bahsedip bunu kitlelere pompalarken, AKP’nin politikalarına, çizgisine vs. muhalefet eden herkes de “eski Türkiye”den yana olanlar ya da “eski Türkiye’yi isteyenler” olarak damgalanmaya çalışılmaktadır. Bu söylem önümüzdeki dönemde politik alandaki tartışmalarda da kullanılacağa benzemektedir. Sadece burjuva muhalefetin tutumları değil, işçi sınıfının kendi çıkarları için verdiği mücadele de bu çerçevede, özellikle “kargaşa” ile özdeşleştirilen “eski Türkiye”ye dönmek istemekle, Türkiye’nin büyümesini istememekle vs. suçlanacaktır. Örneğin anti-demokratik bir başkanlık sisteminin getirilmesine karşı çıkmak, ya da doğanın acımasızca tahrip edilmesi anlamına gelen enerji santralı projelerine karşı çıkmak, hâlihazırda da olduğu gibi, bu tür suçlamalara maruz kalmak anlamına gelecektir. Kısacası “Yeni Türkiye” söylemi ve buna eşlik eden argümanlar bir ideolojik umacı olarak işçi sınıfının ve demokratik talepleri için mücadele eden tüm kesimlerin mücadelelerinin üzerine salınmaktadır ve daha da salınacaktır.
Söylem
AKP’nin söylemi onun arkasına dizilmiş belli bir medya ordusu tarafından benimsendiği gibi, geniş emekçi yığınlarda da yankı bulmaktadır. Yığınlar, içinde bulundukları genel örgütsüzlük ve seçeneksizlik şartlarında AKP’nin söyleminin etkisinde kalabiliyorlar. Hiç şüphesiz AKP bu “yeni” söylemini bir boşluğun üzerine inşa etmiyor. “Yeni” denilen şeyin içeriği iki sütun üzerinde yükseliyor. Bir sütun, geleceğe dönük “gurur okşayıcı ve göz alıcı” büyük hedefler iken, diğer sütun, belirli yönleriyle bilfiil yaşanmakta olan değişimlerden oluşmaktadır.
Bu iki sütun birbirini bütünlemektedir. AKP’nin 12 yıllık iktidar süreci içindeki icraatının kitlelerin gözünde belli bir anlamı olmasaydı, onun gelecek adına ileri sürdüğü umutların ya da projelerin tek başına bir cazibesi ve sürükleme gücü olamazdı. AKP, söyleminin gücünü esas olarak buradan almaktadır. Kitlelerin gündelik yaşamını ciddi biçimde sarsacak türde bir ekonomik kriz ya da yine benzer bir etki yaratacak türde siyasi kriz olmadıkça (ve elbette başka bir alternatif çıkmadıkça) AKP’nin kitleler üzerindeki nüfuzu sürecektir. Tüm yolsuzluk skandallarına rağmen yaşanan seçim sonuçları bunun en çarpıcı kanıtıdır.
AKP ilk iktidara geldiği 2002 yılından önceki döneme göre nispi bir ekonomik istikrar sağlamış, bürokratik-askeri vesayet olarak anılan mekanizmaları ciddi ölçüde geriletmiş ve burjuva iktidarın yürütümünün seçim yoluyla gelenlerin elinde toplanmasını sağlamıştır. Ağır ekonomik krizler yaşanmamış, istikrarsız koalisyon hükümetleri dönemi son bulmuş, ulaşım ve sağlık gibi alanlarda ve kendi tarzında sosyal yardım alanında eskiye göre belli iyileştirmeler yaparak, gündelik yaşamda hissedilen bazı değişimler yaratmıştır. Bu bağlamda karayolları, havalimanları, hava taşımacılığı, metrolar, raylı sistemler, hızlı tren vb. büyük bayındırlık projeleri özellikle bir gelişme/ilerleme hissi yaratmıştır. Son tahlilde tüm bunların genel bir sonucu olarak Türkiye dünyada en büyük 17. ekonomi düzeyine yükselerek G20 grubunu oluşturan ülkeler arasında yer almış ve esasen bir alt-emperyalist güç haline gelmiştir. AKP’nin icraatları her ne kadar bir yandan da ciddi bir yıkım ve otoriterleşme tablosu ortaya koysa da, yoksul emekçi kitlelerin gözünde oluşan algı çoğunlukla olumlu yönde olmuştur.
İşte temelde bu olgulara dayalı olarak oluşan algıya yaslanan AKP, bu algıyı aynı zamanda geleceğe dönük büyük hedeflerle, hayallerle beslemektedir. Genel olarak söylenecek olursa, AKP Türkiye’yi gelecekte dünyanın en güçlü birkaç ülkesinden biri yapmayı vaat etmektedir. İşte “Yeni Türkiye” söylemi en kaba çizgileriyle bu hedefin bir dillendirilişidir. AKP bu çerçevede örneğin cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılı olan 2023 yılını, resmi tarihte Türklerin Anadolu’ya giriş yılı olarak kabul edilen 1071 yılının bininci yılı olan 2071 yılını ve son olarak da İstanbul’un Osmanlı tarafından fethinin 600’üncü yılı olan 2053 yılını birer hedef olarak koyuyor. Somutlamak gerekirse, sözgelimi 2023 yılı için 2 trilyon dolar büyüklüğünde bir ekonomi, kişi başına 25 bin dolar milli gelir, dünyanın en büyük ilk on ekonomisi içine girmek, nükleer santraller, “enerji koridoru” olmuş bir Türkiye ve “dünyada sözü dinlenen Türkiye” gibi vaatler sıralanmaktadır.
Zikredilen yılların tümüyle tarihsel göndermeler içermesi bir tesadüf değildir. Zaman zaman “yeni Osmanlıcılık” olarak da nitelenen anlayış çerçevesinde AKP esasen geçmişteki Osmanlı İmparatorluğuna öykünen büyük bir devlet kurmayı hedeflemektedir. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun son konuşmalarından birinde bu, “cihan devletinin doğuşuna şahit olacağız” şeklinde ifade edildi. AKP medyasının kalemlerinden biri olan Mustafa Yürekli, henüz 2053 ve 2071 hedefleri Erdoğan tarafından resmen ilan edilmemişken yazdığı bir yazıda, AKP mahfillerinde nasıl bir fikir jimnastiği yapıldığını ortaya koyuyor: “Türkiye, 2023’te dünya ekonomisinde ilk 10 devletin arasına mutlaka girmeli. Bu irade ve kararlılığı görmek, milletimizi çok mutlu etmektedir. Neden 2053 hedefi olarak ilk üç devletinden biri olmayı koymayalım. 30 yılda çok şey yapılabilir. Bütün yapılması gereken şey, inançlı olma, doğru planlama, güçlü demokratik irade ve canhıraş çalışma. 2071’de İslam birliğini sağlamış, sosyal yapısıyla, ekonomisiyle ve siyasetiyle, dünya devletler sıralamasında birinci sırayı tutmuş devleti, dünyayı yöneten ülke niçin olmayalım.” (1 Mayıs 2011, haber7.com)
İnsanların yıpratıcı bir varolma savaşı içine doğduğu ve çocukluktan itibaren rekabet, hırs, güç, milliyetçilik gibi kavramlar içinde yoğrulduğu kapitalist toplumda bunların gurur okşayıcı gelmesi doğaldır. Özel ideolojik sebeplerle AKP’ye karşı duran geniş bir kitle her ne kadar AKP’nin dediği her şeye şüpheyle baksa da, bu faktör ayıklandığında söz konusu hedeflerin toplumun ezici çoğunluğuna hoş geleceği açıktır. Zaten AKP de bu bilinçle hareket etmektedir.
Söylemin içyüzü ve gerçek
AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemi emekçi yığınların sınıf çıkarları açısından büyük aldatmacalar ve tehlikeler içermektedir. Geleceğe yönelik olarak çizilen hedeflerin işçi sınıfı için içerdiği sömürü ve baskıyı şimdilik bir kenara bırakıp da, bu hedefler doğrultusunda bilfiil yürümekte olan sürece baktığımızda “Yeni Türkiye” denilen şeyin işçi sınıfı için gerçek anlamını görmek zor değildir. Çok basit olarak, dünyanın en büyük on yedinci ekonomisine, iş cinayetlerinde dünya üçüncülüğü kürsüsünden geçilerek varılmıştır! Bir başka ifadeyle Türkiye kapitalist sınıfı on yedincilik kürsüsüne karın tokluğuna çalıştırıp posasını çıkardığı işçilerin cesetleri üzerine basarak yükselmiştir.
İşçiler açısından yükselen tek şey sermaye tanrısına verdikleri kurbanların sayısı olmamıştır AKP döneminde. Ortalama gündelik çalışma süresi artık standart denebilecek ölçüde 12 saate çıkmıştır. Ve bütün bunlar sefalet ücretleri pahasına, işçiler için sosyal hayatın neredeyse sıfırlanması pahasına, dört bir yanı saran taşeron kanseri pahasına, emekliliğin bir hayal haline gelmesi, emeklilik koşullarının daha da zorlaşması pahasına olmaktadır. İşsizlik resmi rakamlarla bile yüzde 10 düzeyinde iken, işsizlik sigortası fonu sürekli yeni düzenlemelerle artan ölçüde sermaye sınıfının tasallutuna açık hale getirilmekte, AKP hükümeti kıdem tazminatı hakkını da işçilerin elinden almak için pusuda fırsat kollamaktadır. Sendikal alandaki baskı ve yasakların asıl önemli yönleri, sendikasızlaştırma ve grev yasaklama gibi saldırılar “eski Türkiye”deki gibi devam ettirilmekte, ayrıca sendikalar adeta AKP’nin korporatif uzantıları haline getirilmeye çalışılmaktadır. İşçi sınıfının dünyanın dört bir yanında verdiği tarihsel mücadeleler sonucu elde ettiği ve evrensel haklar düzeyine yükselttiği kazanımlara yönelik saldırılar durmaksızın sürmekte ve bu demokratik ve sosyal haklar yerine başkan babanın ve hayırsever kapitalistlerin kaprislerine bağlı bir sadaka ve inayet düzeni hayata geçirilmeye çalışılmaktadır.
Bu olgular ve bu temeldeki gidişat, göz boyayıcı hedeflerle sürekli propaganda edilen “Yeni Türkiye”ye ulaşmanın işçi sınıfı açısından daha nelere mal olacağı hakkında açık bir fikir vermektedir. Dünyanın en güçlü ülkelerinden birisi haline gelme hırsının anlamı Türkiye burjuvazisinin dünyanın en güçlü burjuva sınıflarından birisi haline gelmesidir. Bunun doğal sonucu da, başta Türkiye işçi sınıfının daha fazla kanını emmek ve dünya işçi sınıfının sömürüsünden çok daha büyük pay kapmaktır.
Böylesi bir süreçte sermaye tanrısına verilen kurbanlar işçi sınıfının neferleriyle sınırlı kalmıyor. Doğa ve kent yaşamı da bu azgın sömürü ve talan hırsından nasibini alıyor. Doğanın ve kentsel yaşam alanlarının acımasız tahribi, afetlere artan ölçüde davetiye çıkardığı gibi, kentin işçiler için çekilmez bir cendere halini almasıyla da sonuçlanıyor. Betonlaşma, asfaltlaşma, sürekli inşaat hali, çekilmez trafik, doğanın boğulması anlamına gelen ölçüsüz sera gazı salımı vb., tüm bunlar bir başka yıkım manzarası ortaya koymaktadır. İşte “Yeni Türkiye”ye gidişin çizdiği tablonun bir boyutu da budur.
Böylesi bir Türkiye’ye varmak için azgın bir işçi sınıfı sömürüsü gerektiğinden, bu aynı zamanda işçi sınıfının itirazlarını azgın biçimde bastıracak bir siyasi rejimi de gerektirmektedir. Nitekim sıkça dikkat çektiğimiz üzere bir otoriterleşme süreci istikrarlı biçimde yürümektedir. MİT gibi aygıtların tahkim edilerek süper yetkilerle donatılıp koruma zırhına sarılması gibi düzenlemeler bir yana, insanların tüm hayatının, iletişiminin fütursuzca takibi, fişlenmesi, internetin cendereye alınması, “darbe girişimi” bahanesiyle emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmalarına getirilen kısıtlamalar bu bahiste bir çırpıda sayılabilecek hususlar.
Bunlar basit biçimde keyfi uygulamalar olarak görülmemelidir. İddialı hedeflere ulaşmak için genel olarak yürütmenin elinin daha serbest olması gerektiğinden, farklı muhalefet odaklarından yükselebilecek çatlak seslerin süreci engellemesi ya da yavaşlatması da giderek daha tahammül edilmez görülür. Anayasa ve yasalar, ya da burjuva demokrasisinin muhtelif yönleri, başkan baba rejiminde giderek can sıkıcı lüksler olarak görülmeye başlanır. O nedenle icraatın önünde bu tür engeller doğduğunda, bu engeller yürütme gücü tarafından alenen çiğnenmekte, mahkeme kararları hiçe sayılmakta vs.
“Erdoğan’ın «Yeni Türkiye»si, bir yandan fiiliyatta başkan babanın, kuvvetler ayrılığı prensibini de hiçe sayarak, tüm devlet gücünü tekelinde yoğunlaştırdığı bir otoriterleşmeyi ifade ediyor. Erdoğan hiçbir yasal ya da anayasal, idari ya da kurumsal engelin herhangi bir konuda elini kısıtlamasını istemiyor. Her popülist otoriter liderin arzuladığı gibi, plebisiter yöntemlerle, kendisinin uygun gördüğü her şeyi engelsiz hayata geçirmek istiyor. Bu otoriterlik, burjuva demokrasilerinin normu olan kuvvetler ayrılığının hiçe sayılması ile sınırlı olmayıp, bunun doğal bir uzantısı olarak, siyasal ve toplumsal yaşamın gitgide tüm alanlarına nüfuz eden bir yapılanmayı işaret etmektedir. (..) Bu otoriter Türkiye’de basın da her türlü devlet baskısıyla zapturapt altına alınıp başkan babanın gösterdiği hizaya sokulmakta, başkan babanın canını sıkan burjuvalar bile (hatta en büyükleri bile olsa) aynen Putin’de olduğu gibi, devlet tacizleriyle esas duruşa sokulmaktadır. İktidara aç nevzuhur bir burjuvazinin tüm ölçüsüzlükleri hayat bulmakta ve bunlar daha sistematik, genel bir hal almaktadır.” (Levent Toprak, MT, Eylül 2014)
“Yeni Türkiye” yolunda otoriterleşme eğilimi, eğitim ve din alanında devlet eliyle yürütülen baskıcı politikalarda da su yüzüne çıkmaktadır. AKP’li egemenlerin gözünde “Yeni Türkiye”nin işçi nesilleri biat ve itaate daha yatkın nesiller olmak durumundadır. Bu eğilimleri derinleştirmek üzere, yeni dindar-muhafazakâr nesillerin yetiştirilmesi önemli bir hedef olarak güdülmektedir. O nedenle kamu eğitimi gitgide daha fazla dinileştirilmekte, imam-hatip okullarının sayısı patlamalı biçimde arttırılmakta, normal okullar zorla imam-hatiplere çevrilmekte, normal okulların içine imam-hatip sınıfları açılmakta, dini içerikli derslerin sayısı ve yoğunluğu arttırılmakta, Diyanet İşleri’nin bütçesi ve etkinliği arttırılmakta, Alevilerin demokratik hak ve talepleri karşılanmamakta, ibadethaneleri tanınmamakta, dinsel ve mezhepsel asimilasyon tüm hızıyla sürdürülmektedir.
“Yeni Türkiye” söylemi ve hedeflerinin başta Ortadoğu olmak üzere öncelikle İslam dünyasını ve giderek tüm dünyayı hedef alan emperyalist politikaları beraberinde getirdiği açıktır. Zaten esasen “Yeni Türkiye” söylemi emperyalist hiyerarşide henüz bir alt-emperyalist güç düzeyinde olan Türkiye kapitalizminin hiyerarşinin tepelerindeki bir büyük emperyalist güç haline getirilmesi arzusunu ifade etmektedir. Bu emperyalist hırs ve politikaların özel olarak dinsel ve mezhepsel bir boyutu olduğu da açıktır. Nitekim yukarıda aktardığımız Mustafa Yürekli’nin tipik satırları İslam dünyasının birliğini sağlamaktan ve liderliğini ele geçirmekten söz etmekte.
İslam birliği ve liderliğinin sağlandığı bir dünya hedefinin ne anlama geldiği çok açıdan ele alınabilir. Sadece hayati bir yönünü ele alacak olursak; bununla, dinsel ve mezhepsel ayrımcılığın körüklendiği mevcut politikaların çok daha ileri boyutlara ulaştırıldığı bir dünyadan söz ediyoruz demektir. Gelecek için tasarlanan dünyanın, tam da gerici Medeniyetler Çatışması fitnesinin İslamcıların kendi cephesinden benimsendiği anlamına gelir. İslamcılar Medeniyetler Çatışması tezine veryansın etseler de, gerçekte veryansın ettikleri şey tezin temel kabulleri olmayıp sadece Batılı büyük emperyalist güçlerin çıkarları ekseninde ve buna mukabil İslam ülkelerinin egemenlerinin aleyhine sonuçlar doğurabilecek tarzda formüle edilmiş olmasıdır. Buna karşı sözde Medeniyetler İttifakı gibi söylemler ve projeler, gerçekte, vermeye çalıştığı mesaj açısından göstermeliktir ve somutta ise sadece Medeniyetler Çatışması tezi ve söyleminin kendi aleyhine doğurabileceği sonuçlardan sakınma amacını gütmektedir. Söylem ne olursa olsun, sömürücü egemen sınıfların devletlerinin kendi aralarında gruplaşmalarının, hele de din temelinde gruplaşmalarının, ne anlama geldiği tarihten yeteri kadar bilinmektedir. Bu, başka birçok örneğin yanı sıra, Haçlı Seferleri örneğinde görülebileceği üzere, gerçekte egemen sınıfların çıkarlarının dinsel kılıflara büründürülerek insanlığın büyük acılara sürüklenmesi demektir.
İslamcı tahayyülde bundan 50-60 yıl sonraki dünyada Müslüman ülkeler Türkiye liderliğinde bir birlik oluşturuyorlarsa ve bu konumdaki Türkiye dünyaya hükmediyorsa, bunun anlamı bugünün dünyasındaki o çok kızılan ABD emperyalizminin egemenliğinden daha da kötü bir kara ütopya tasarlandığıdır. Bir başka ifadeyle, ABD süper emperyalizmi gitsin, yerine Türkiye hiper emperyalizmi gelsin! Bu gerici ütopya karşısında Türkiyeli işçi-emekçilere düşen şey, benimseyip hoş karşılama ve böylece gaflete düşme değil, sonuna kadar mücadeledir, hem de amansız mücadele.
İşçi sınıfının yolu
“Yeni Türkiye” söyleminin içyüzü ve gerçek anlamı işçi sınıfı açısından önemli tehlikeleri içermekle beraber, bu yönler geniş kitleler açısından henüz kavranmış değildir. Aksine, AKP’ye yönelik özel bir karşıtlığı olan toplum kesimleri bir yana bırakılacak olursa, büyük bir çoğunluk için “güçlü Türkiye”, “dünya lideri Türkiye”, “zengin Türkiye” gibi söylemlerin cezbedici olduğu açıktır. Kuşkusuz emekçi kitleler bu söylemlerde kendilerinin güçlü ve zengin olacakları bir durumu hayal etmektedirler.
Böyle bir şey kısmi anlamda bile gerçekleşecek olsaydı, bu, dünyanın diğer bölge ve ülkelerindeki işçi-emekçilerin acımasızca sömürülmesi ve ezilmesi pahasına olurdu. Bugünün büyük emperyalist güçlerinin tarihi buna açıkça tanıklık etmektedir. Emperyalist niyetlerle hareket eden TC’nin son yıllardaki Suriye politikası bunun işaretlerini fazlasıyla vermektedir. Suriye’de akan kanın, canına kıyılan yüzbinlerce yoksul emekçinin, yerinden yurdundan edilen, sefalete sürüklenen milyonlarca emekçinin çektiği çilede bu politikaların büyük payı ve vebali vardır.
Emekçi kitlelere pompalanan güç ve zenginlik hayalleri açısından gerçek şudur ki, “Yeni Türkiye”de güçlü ve zengin olacak olanlar, aynı “eski Türkiye”deki gibi, daima küçük ve ayrıcalıklı bir azınlık oluşturan kapitalistlerdir. İşçiler-emekçiler en iyi durumda sus payı olarak ganimetten kırıntılarla yetinmek zorunda bırakılırlar. Eşitsizlik, adaletsizlik, baskı ve sömürü tüm hızıyla devam eder. Ve öte yandan emekçilerin durumunda bu tür nispi iyileşmeler bile, son onyıllarda zengin kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının tecrübe etmekte oldukları gibi, kalıcı olmazlar. Sermaye birikiminin uzun erimli yasaları hükümlerini icra ederek eninde sonunda işçi kitlelerin yarattıkları zenginlikten aldıkları cüzzi paya saldırırlar.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından mesele eski ya da yeni Türkiye şeklindeki adlandırmaların ötesinde, yeni bir düzen meselesidir. O halde bu mücadele hiçbir biçimde eski Türkiye’nin savunusu anlamına gelecek türde bir yönelim içeremez. İşçi sınıfı eskisiyle yenisiyle kapitalist Türkiye’ye karşıdır. Kapitalist düzende burjuva politikacının ağzındaki “yeni”, daima düzenin sınırları içinde kalan bir “yeni”dir. Yani her halükârda sınırlı bir “yeni” söz konusudur. Her nedense şu eski mi eski, köhnemiş mi köhnemiş kapitalizmi ortadan kaldırmaktan söz etmezler. Soralım o zaman, madem bu kadar yenilikçiyiz, neden eskiyi kökten değiştirmiyoruz?
Yeni bir düzen, eski düzeni, yani kapitalizmi aşan bir düzen demektir. Kapitalizm uluslararası işbölümüne dayanan bir düzen olduğundan, onu aşmak da ancak dünya ölçeğinde olabilecek bir şeydir. İşçi sınıfının ve dolayısıyla insanlığın kurtuluşu yerel ya da ulusal bir sorun olmayıp, uluslararası bir sorundur. İşçi sınıfının mücadele hedefi de o nedenle “yeni bir dünya” olarak tarif edilmiştir. “İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur, ama kazanacakları yeni bir dünya vardır!” Bu dünya, içinde sömürünün, baskının, sefaletin, eşitsizliğin, savaşların, sınırların, ayrımcılığın, doğa yıkımının olmadığı, kardeşliğin hüküm sürdüğü sınıfsız bir özgürlük dünyasıdır ve mücadelemiz böylesi bir dünyayı kurma mücadelesidir.
link: Levent Toprak, AKP’nin “Yeni Türkiye” Söylemi, Ekim 2014, https://marksist.net/node/3539
Meclis Savaş Tezkeresine Evet Dedi
AKP’nin Kirli Savaş Dili