Stalinist bürokrasilerin “sosyalizm” olarak lanse ettikleri, gerçekte ise devlet mülkiyetine dayalı bürokratik kumanda ekonomilerinin, süreç içinde gelişme potansiyellerinin sınırına dayanıp tıkanmaları kaçınılmaz bir olgudur. Ekonominin, dünya ekonomisi niteliği taşıdığı bir çağda, ya dünya proleter devrimiyle kapitalizmi aşmak ya da kapitalist dünya sisteminin etkisi altında, son çözümlemede onunla tam bir entegrasyona yönelmekten başka bir seçenek yoktur.
Sovyetler Birliği örneğini ele alacak olursak, bu ülkede ilk sanayi birikimi ve ulusal kalkınma hamlesi, emekgücü ve diğer üretim araçlarının kullanımındaki miktar artışlarıyla sağlandı. SSCB’nin uçsuz bucaksız topraklarında sahip olduğu kaynak potansiyeli, bu yoldan muazzam bir gelişme sağlanmasına elverişliydi. Fakat ekstansif büyüme (yaygın büyüme) yoluyla sağlanan gelişme düzeyi, daha ileri bir teknolojiyle gerçekleştirilen verimlilik artışının gerisinde kalmaya mahkûmdur. Bu nedenle Sovyet ekonomisi, dünya kapitalizminin entansif büyüme (yoğun büyüme) kapasitesinin çok gerisinde kaldı. Sorun böyle iken, Sovyet ekonomisindeki gelişme Stalinizm tarafından “sosyalizmin kurulmuş olduğu” biçiminde lanse edildi. Stalin sonrasında da bürokrasinin tutumunda özde bir değişiklik olmadı.
Bürokrasi kendi devletinin güçlülüğünü kanıtlamak maksadıyla vitrinini ne denli görkemli biçimde süslemeye çalışırsa çalışsın, Sovyetler Birliği ve diğer “sosyalist blok” ülkelerinde ekonomik bunalımlar, çeşitli toplumsal rahatsızlıklarla, patlamalarla kendini dışa vurmaktaydı. Bürokrasi açısından, ekonomiyi reforme etme gereksinimi nesnel bir zorunluluk olarak kendini dayatmıştı. Teknolojik gelişme sağlayarak emek verimliliğini yükseltmek ve Batı kapitalizminin ulaştığı gelişme düzeyiyle aradaki farkı kapatmaya çalışmak bürokrasinin başlıca problemi olmuştu. Bürokrasinin, “ileri sosyalist toplumu kurma çabası” olarak sunduğu ekonomik gelişme problemi, gerçekte kapitalist dünya pazarındaki teknolojik gelişme ve verimlilik artışının çok gerisinde kalan bir ekonomiyi çöküntüden kurtarma çabasıydı. Ve bu çaba, verili koşullar altında kaçınılmaz olarak, kapitalist dünya pazarının “nimetlerinden” daha yoğun biçimde yararlanma yollarının aranması temeline oturmaktaydı. Kısacası, bürokrasinin “ileri sosyalizm” masalı, gerçekte kapitalizme yetişmeye, ondan yardım dilenmeye yönelen bürokratik iktidarların “tek ülkede sosyalizm” anlayışının iflâsının simgesiydi.
Bürokratik rejimlerin ucu dünya kapitalizmine açık olduğundan, iktidardaki bürokrasilerin, ekonomide büyük bir tıkanıklıkla yüz yüze gelindiğinde, kapitalist restorasyon yönünde reform çabaları içine girmeleri bir sürpriz değildir. Nitekim, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev ile birlikte başlatılan ekonomik reformlar da, bürokratik rejimdeki tıkanıklığın dışa vurumuydu. Bunun yanı sıra, Sovyetler Birliği’nde 1965’lerdeki ekonomik reform girişimleri, Stalinist sosyalizm anlayışına ortodoksça bağlılığını sürdüren Brejnev döneminde bile bürokrasinin dünya kapitalizmine açılma yönündeki istemini ortaya koydu. Demek ki ekonomik reform istemi, Brejnev dönemini kutsayan kimi Stalinistlerin göstermek istediği gibi, Kruşçev gibi liderlere özgü kişisel bir tercih değil, genelde bürokrasinin ekonomideki tıkanıklıkları dünya pazarının “iksiriyle” aşma çabasının ürünüydü.
Bürokrasinin bu dönemlerde Doğu Avrupa ülkelerinde gelişen kitle hareketlerini bastırmaya girişmiş olması ve siyasal istikrarsızlık korkusu nedeniyle ekonomik reform sürecini ilerletmekten cayması, onun dünya kapitalizmine açılmaya karşı olduğunu göstermiyordu. O hem ekonominin bu yönde gelişim olanaklarına sahip olmasını arzuluyordu; ama hem de sistemini eski biçimiyle korumak istiyordu. Sanki bu ikisini bağdaştırmak mümkünmüş gibi!..
Bürokratik rejim altında ekonomik gelişme potansiyellerinin donup, her alanda bir tıkanıklığın ve durağanlığın yaşanmaya başlanmasından beri, bürokrasinin temel sorunu bu çelişkinin çözümsüzlüğü olmuştur. Kapitalist restorasyon doğrultusunda reformların hızlandırılması bürokratik sistemin varlığını tehdit etmiş, reformların durdurulması ekonomideki açmazları büyütmüştür. Böylece bürokratik rejim, belirli bir tarih kesitinde ayakta kalmayı başarmış olsa bile, kendi varlığını uzun sürede kendi temelleri üzerinde idame ettirme olanağından yoksun bulunan geçici ve özgün bir tarihsel fenomen olduğunu ortaya koymuştur. Kruşçev dönemi bir de-Stalinizasyon dönemi izlenimini verirken, gerçekte tüm eleştirilerin çok yüzeysel ve sınırlı kalması, Brejnev dönemiyle birlikte ise Stalinizme yeniden övgüler yağdırılması, bürokrasinin kendi sistemini ayakta tutmadaki çaresizliğinin ifadesidir.
Dünya proleter devriminin, bu ülkelerdeki bürokratik rejimleri de yıkacak yeni bir ilerleyişe geçememesinin sonucunda, bürokratik diktatörlükler uzun bir süredir kesin bir çürüme ve çözülme süreci içine girmişlerdi. Bu durumun en tipik göstergesi, dünya devrimi hedefini tamamen yadsıyan egemen bürokrasilerin, barış içinde bir arada yaşama bahanesinin ardına saklanarak dünya kapitalist sistemi ile her alanda yakın bir ilişkiye yönelmeleri olmuştu. Ekonomideki durgunluğu ve tıkanıklığı, dünya pazarıyla daha bir içli dışlı olarak aşma çabası, örneğin Macaristan’da uzun süredir kapitalist piyasanın ve onun değerler sisteminin özümsenmesini getirmişti. Sovyetler Birliği gibi, bürokratik rejimin devletçi yasal çerçeveyi daha sıkı tuttuğu ülkelerde ise, yine aynı ilişki temelinde yasadışı bir piyasa oluşmaktaydı.
Bürokrasi tüm bu yaşananlardan geleceğe yönelik dersler çıkartmaya başladı. Bürokrasinin önemli bir kesimi, yeni kazançlar elde edebilmek için eskiyi feda etmekten başka çıkar yol olmadığı sonucuna doğru ilerlemeye koyuldu. Bürokratik rejimin reformlarla düzeltilerek ayakta tutulması olanaksız gibi görünüyorsa, bu gerçeği kavrayanların artık kendilerine yeni bir yol çizmeye başlamaları şaşırtıcı değildir.
Eski verili koşullar devam ettiği sürece gelecek umudu kalmayan egemen sınıf içinde, bu durumun anlaşılmaya başlandığı tarihsel dönemeçten itibaren bir ayrışma yaşanır. Bir kısmı hâlâ eskide ayak direrken, diğer bir kısmı yeni bir gelişme içine girmeye niyetlenir. Eskide ayak direyenler, genellikle çıkarları eski sistemin devamıyla tam bütünleşmiş olan, bu yüzden değişemeyen unsurlardır. Yenileşmeyi savunanlar ise, yeni gelişme doğrultusunda adım atanlar ve çıkarlarını artık eskiyi feda etmekte görenlerdir. Geçmişte, kapitalizmin gelişmesiyle çöküşe giren Asyatik devletlerin egemen bürokrasileri içinde de benzer ayrışmalar yaşanmıştı. Egemen bürokrasiler içinde, bürokratik egemenliğin korunmasından yana çıkan sivil ve asker bürokratlarla; kapitalist girişimciliğe yönelen, burjuvalaşmaya özlem duyan bürokratlar arasında uzun süredir içten içe bir ayrışma yaşanmaktadır. Burjuvalaşma süreci içine giren bürokratlar, bu süreç tamamlandığında karşımıza artık birer burjuva olarak çıkacaklardır. Bürokratik rejimin kapitalizm yönündeki çözülüşü tamamlanırsa, ya da bu olay ani bir çöküşle gerçekleşirse, eski rejim tarihe karışır.
Bürokratik rejimlerin bunalımı, 1980 dönemecinde artık bu durumun bizzat bürokrasi tarafından dile getirilmek zorunda olduğu muazzam boyutlara ulaşmış bulunuyordu. Brejnev döneminde baskılarla dışa vurumu ertelenen basınç (hem dünya kapitalist ekonomisinin, hem de kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememelerinin bindirdiği basınç), Gorbaçov döneminde patlamalı biçimde açığa çıktı. Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle başlayan yeni dönem, “ileri sosyalizmin kurulduğu” yolundaki masalların artık bir kenara bırakıldığı ve olaylara “gerçekçi” bakış açısının zorunluluğunun bürokrasi tarafından ifade edilmeye başlandığı bir dönem oldu. Gorbaçov, “ekonominin tam bir çöküntünün eşiğinde olduğunu, yoğun büyümeye geçişin başlamadığını, hatta yaygın gelişme potansiyelinin bile gerilediği”ni ilân etti. Ekonomik çöküntü karşısında teslim bayrağını çeken bürokrasi, kurtuluşu dünya kapitalist işleyişine entegrasyonda gördüğü için, artık “reel sosyalizm” propagandasından vazgeçiyordu. Kapitalist piyasa ekonomisinde keşfettiği “üstünlükleri” cansiperane biçimde savunacağı yeni bir dönemi başlatıyordu.
Bürokrasi bir yandan dünya kapitalizmine entegre olmayı isterken, diğer yandan bu geçişin yine de “istikrarı” bozmayan, kontrollü biçimde gerçekleşmesini dilemekteydi. Ve bürokrasinin korkulu rüyası, dipten gelen bir dalgayla “istikrarın” bozulması idi. O nedenle de, sosyalizm hedefine duyduğu düşmanca hisleri açıkça dile getirmekten mümkün olduğunca kaçınmak ve bu kez de, kapitalist piyasa ekonomisine bulanmış bir “sosyalizm” anlayışıyla bilinçleri çarpıtmak bürokrasinin boynunun borcu oldu. “Sosyalizmin piyasa ekonomisini dışlamadığı” biçimindeki nutuklar, bürokrasinin kendi geleceğini tehlikede gördüğünde şeytanla bile pazarlıktan kaçınmayan “soysuz” bir sınıf olduğunu bir kez daha kanıtlamaktaydı. Bürokrasi, proletarya tarafından iktidardan devrilip her şeyi yitirmektense, kapitalist restorasyon sürecinin kontrolünü ele alıp, eski kimliğini tarihin çöp sepetine fırlatmaya ve kapitalizm temelinde yeniden yapılanmaya hazır, “piç” bir sınıf olduğunu gösterdi.
1985’te Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle açılan yeni dönemde, kapitalist dünya pazarına entegrasyon çabalarının yasallaştırılması, genelleştirilmesi, bu gidişin önündeki engellerin temizlenmesi doğrultusunda bir genel seferberlik başlatıldı. Bu seferberlik, Stalinist bürokrasinin “sosyalist blok” olarak adlandırdığı tüm ülkelerde bürokratik rejimlerin çözülüşünü hızlandırdı ve ani çöküşleri gündeme getirdi. Doğu Avrupa’daki bürokratik devletlerin çöküşü ve son hızla burjuva parlamentarizmine geçilmesi, bu ülkelerdeki bürokratik devletlerin tarihsel açıdan “eğreti” karakterini sergiledi. Yalta’daki anlaşma Malta’da bozuldu.
Gorbaçov’un perestroyka çağrısı, birbiri peşi sıra tüm “sosyalist” ülkelerde yankısını buldu. Fakat, yeniden yapılanmanın, “reel sosyalizm”i daha da iyileştireceğini düşleyecek denli Marksist sosyalizm anlayışından bihaber kişileri, olayların hızlı akışı epeyce serseme çevirdi. Diğer yandan ise, bürokratik rejime karşı çıkmayıp, Gorbaçov dönemine karşı çıkmak, küçük-burjuvanın yaşam felsefesini yansıttı. Su altındaki pislik Gorbaçov dönemiyle su üstüne çıkıncaya, gayri resmi olan yasallaşmaya başlayıncaya kadar mevcut durumu “sosyalizm” adına kabullenen ve kutsayan küçük-burjuva sosyalistleri gerçekler dışa vurunca isyan ettiler. Bu durum, var olan gerçekliği değil, görmek istediğini temel alan küçük-burjuvanın mantalitesini sergiledi: “Ne olurdu her şey eskisi gibi örtülü kalsaydı, bizde kendimizi aldatmaya devam etseydik!” Stalinist sosyalistlerin, bürokratik diktatörlüklerin çözülüşü ve çöküşü karşısında döktükleri göz yaşının anlamı budur.
Perestroyka hamlesine iştahla koyulan Doğu Avrupa ülkeleri, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sözde sosyalizm kampından koparak, dünya kapitalist sisteminin kampında yerlerini almaya koyuldular. Bürokratik rejimlerin proleter devrimle yıkılması, egemen bürokrasinin karşılığında hiçbir şey kazanmaksızın ve tarih sahnesini proletaryaya terk ederek kendi varlığını tümden yitirmesi demekti. Oysa uluslararası kapitalizmle bütünleşen bir yeniden yapılanma içinde, bürokrasi eski konumunu yitirse bile (tek parti diktatörlüğüne dayanan bürokratik rejimdeki konumunu) yine de karşılığında kazanabileceği yeni avantajlar vardı. İşte bu iki seçenekli gelecek beklentisi karşısında, bürokratlar arasında ayrıcalıklı toplumsal varlıklarını nasıl yürütebilecekleri temelinde açık bir kapışma yürümeye başladı. Yaşanan olaylar, bir bütün olarak bürokrasinin hassasiyetinin kapitalist restorasyon konusunda olmadığını gösterdi. Bürokrasiyi asıl ilgilendiren kendi geleceğinin öyle ya da böyle garanti altına alınması idi. Bu nedenle bürokrasi içindeki reel kapışma, kapitalizme entegrasyonun hangi biçimde gerçekleşeceği, hangi politik değişiklikleri getireceği, hangi politik kararların bürokratların çıkarlarını zedelemeyeceği vb. noktasında yürüdü.
Yani gerek Batı’nın burjuva politik sistemine jet süratiyle entegre edilen Doğu Avrupa ülkelerinde; gerek demokratik kitle gösterilerinin kanla bastırıldığı Çin’de; gerek değişimin bedeli olarak uluslararası kapitalizme Çavuşesku’nun başının sunulduğu Romanya’da; gerekse değişim temelindeki karışıklığın halen yaşanmakta olduğu Sovyetler Birliği’nde, bürokrasi içinden kapitalist restorasyona sosyalist amaçlarla karşı çıkan hiçbir ses gelmedi. Bu nedenle, Batı basınının lanse ettiği biçimiyle, bürokrasinin “muhafazakâr” ve “reformcu” kanatları, dünya kapitalist sistemine entegrasyonu istemek bakımından pek de farklı duygular içinde olmadıklarını ortaya koydular.
Bürokrasinin en “muhafazakâr” kesimleri bile, bürokratik rejimi bekleyen çöküş tehlikesini görmek zorunda kaldı. Bürokratlara duydukları öfkeyi sokaklarda haykırmaya başlayan halk kitleleri, hiçbir şeyin artık eskisi gibi yürüyemeyeceğini, bürokratik rejimlerin çöküş saatinin gelip çattığını duyurdular. 1989’dan bu yana yaşanan olaylar, bürokrasinin gerek “muhafazakâr”, gerekse “reformcu” kesimlerine boylarının ölçüsünü gösterdi. “Muhafazakârlar” her şeyin eskisi gibi gitmesinde ayak diremekle hiçbir şeyi kurtaramayacaklarını gördüler. En son Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, Ramiz Alia benzeri bürokratların tutumu, bürokrasinin artık çökmekte olan bir sınıf olduğunu ve paçasını kurtarmak isteyenin çareyi liberal reformlarda (bir süre direnir göründükleri reformlarda) bulduğunu ortaya koydu. Böylece, “muhafazakâr” kavramını “sosyalist sistemin muhafazası” olarak yorumlamakta ayak direyen Stalinistlerin kurgusu tüm inandırıcılığını yitirdi. “Reformcu” denen bürokrasi açısından da, bürokratik sistemin reforme edilerek iyileştirilemeyeceği, liberal reformların ona bir gençlik aşısı olamayacağı, bu uygulamaların çözülen bürokratik rejimin çökmesinden başka bir sonuç getiremeyeceği ortaya çıktı.
Hem liberal reformlardan vazgeçmeye takati olmayan hem de çöküşten korkan bürokrat kesimler, Gorbaçov örneğinde olduğu gibi, bir o yana bir bu yana salınan tutumlarıyla, ne kendi halklarına ne de uluslararası burjuvaziye uzun vadeli bir güven veremeyeceklerini gösterdiler. Bürokratik rejimin reforme edilerek iyileştirilmesinin olanaksızlığının açığa çıkması, bürokrasinin hızlı bir kapitalist restorasyondan gelecek uman kesimlerini açıkça burjuvalaştırırken (B. Yeltsin örneğinde olduğu gibi), bürokratik rejimin çöküşünden korkan kesimlerini ise, değişimi askeri önlemlerle, baskı tedbirleriyle kontrol altına almaya yöneltti.
“Sosyalist blok”ta esen değişim rüzgârlarının yarattığı toz duman, en çok bu ülkeler işçi sınıfının bilincini bulandırdı. Çünkü yıllardır dayanılmaz hale gelen bürokratik tek parti diktatörlüğünün yarattığı derin bunalım nedeniyle bu insanların ekmek, su kadar demokrasiye de ihtiyaçları vardı. Bürokrasinin “glasnost”u kimilerine, “sosyalizmin” eksik yönünün (demokrasinin) getirilmesi olarak görünmüş olsa da, bunun da bürokrasinin yeni bir hilesinden başka bir şey olmadığı kısa sürede açığa çıktı. Glasnost aslında, işçi sınıfının doğrudan eylemiyle demokrasiyi fethetmesini engellemeye yönelik bir göz boyama girişimiydi. Sahte bir demokratikleşme eşliğinde, bürokrasinin işçi sınıfına ödettirmek istediği bedel belliydi: Kapitalizme açılan ekonomik liberalleşmeyi kitlelere bir kurtuluş yolu olarak benimsetmek!
Bu nedenle, Gorbaçov’ların perestroykası “glasnost”suz olamazdı. Bürokrasinin sinik bir planla, kapitalizme entegrasyon doğrultusunda attığı adımlar, işçi sınıfını aldatan sahte bir demokrasi gösterisi olmadan kabul ettirilemezdi: “Glasnost istersen liberalleşmeye göz yum!” “Reformcu” bürokrasi kendi planlarını yürürlüğe koyabilmek için, kitle seferberliğini bu anlayış temelinde yürüttü. Kısacası, gerçekte işçi sınıfının, emekçilerin durumunu daha da kötüleştiren, işsizliği, pahalılığı getiren bu süreçte bürokrasi, halk kitlelerini glasnostla tavladı; onları böylece liberal ekonomik değişimin taraftarı olmaya mahkûm kıldı. Dünyada ve bu ülkelerde, bürokratik rejimlerin çözülüşünü proleter devrim yönünde motive edebilecek bir devrimci önderliğin ve örgütlülüğün bulunmaması nedeniyle, halk kitleleri burjuvalaşan bürokratların oyununa pekâlâ geldiler.
Bu temelde öncelikle Doğu Avrupa ülkelerinde çok hızlı, baş döndürücü bir değişim yaşandı. Bu süreçte bürokrasinin eski yıldızları ile, burjuva politik sistemin habercisi olmak üzere arz-ı endam eden yeni yıldızları birbiri peşi sıra yandı söndü; çoğunun isimleri bile unutuldu. Akşam “muhafazakâr” yatan bürokratlar, sabah “reformcu” uyandılar. Ve sonuçta, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Doğu Almanya, Polonya ve Romanya’da bürokratik tek parti diktatörlüğüne dayanan eski siyasal rejimler çöktü. Burjuva Almanya ile birleşen Doğu Almanya’nın varlığı son buldu. Bu ülkelerde eski politik sistemin tasfiyesiyle çok partili burjuva parlamentarizmine geçildi. Kapitalist entegrasyonun önündeki tüm yasal engeller bir bir tasfiye edilmeye başlandı. Geriye, ekonomik çöküntü içindeki bu ülkeleri, Avrupa kapitalizminin nasıl bir yol izleyerek masedebileceğine ilişkin problemler kaldı.
Doğu Avrupa’da yaşanan değişimi, “devrim–karşı-devrim” ikilemi açısından bir yere oturtma çabasına girişen sosyalist kesimler hiçbir şekilde inandırıcı olamadılar, olamazlardı da. Çünkü, Doğu Avrupa’daki değişime devrim diyebilmek için, emekçi kitlelerin iktidara el koyma hedefiyle ayağa dikilmeleri, kendi devrimci örgütlülüklerini yaratarak ilerlemeleri gerekirdi. Oysaki onlar, kapitalist restorasyon ve burjuva politik sistemin kuruluşu yönünde hareket eden iç ve dış güçlerin kitle desteği durumuna düşmekten kurtulamadılar.
Doğu Avrupa’da yaşananlar, proletarya açısından bir karşı-devrim de değildi. Eski rejimin ve siyasal iktidarın niteliği nedeniyle bu değişim, olsa olsa, çıkarını eski bürokratik sistemin devamında gören bürokratlar ve onların uzantısı siyasiler açısından bir “karşı-devrim” olarak kabul edilebilirdi. Fakat, proleter devrimin önünde bir engel olarak dikilen bürokratik rejimlerin çöküşü, proletarya açısından bir karşı-devrim olarak yorumlanamazdı. Bürokratik siyasal rejimin sona erdirilmesi için bizzat bürokrat kesimlerce uygulanan saray darbeleri, dünya burjuvazisi destekli olmuş olsa bile, proletaryanın Çavuşesku’larla paylaşabileceği bir ortak çıkarı da bulunmuyordu.
Sonuç olarak proletaryanın çıkarlarını savunmaya niyetli olan sosyalistlerin bakacağı asıl yer, söz konusu ülkelerde rejimin, yaşanan bu son değişim öncesinde de bir işçi devletiyle, yani işçi demokrasisiyle hiçbir ortak noktaya sahip bulunmayan bürokratik niteliğidir. Bu nedenle, bürokratik rejimlerin çözülüşü ve çöküşü temelinde yaşanan olayların “devrim mi, karşı-devrim mi” olduğu tartışması, proleter devrimin ilerletilmesi açısından bir anlam taşımıyor.
Sovyetler Birliği ve Çin örneğinde olduğu gibi, dünya üzerinde çok büyük ve önemli bir yer tutan bu ülkelerin durumu kuşkusuz diğerlerinden daha farklıdır. Bu ülkelerde, dünya kapitalizmine rağmen kendi egemenliğini sürdürmüş ve bürokratik iktidar sayesinde dünya ölçeğinde büyük bir güç kazanmış bulunan bürokrasiler vardır. Bu egemen bürokrasiler, devasa parti ve devlet aygıtlarında, koskoca orduların varlığında somutlanmaktadırlar. Kısacası bu ülkelerde bürokratik egemenlik olgusu, Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kolayca fırlatılıp atılacak eğreti bir gömlek değildir.
Sovyetler Birliği’nde milliyetler sorununun çözümünde olduğu gibi, sorun dünya burjuvazisi ve onunla içli dışlı Gorbaçov iktidarı açısından bile tam bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” benzeri açmaza dönüşmüştür. Hem doğmakta olan Rus pazarının dünya kapitalizminin doğrudan egemenliği altına girmesi, hem de siyasal istikrar isteniyor. Yabancı sermayenin buralara yatırım yapması için istikrara gerek var. Ama Sovyetler Birliği’nin böyle bir istikrara ulaşabilmesi için ekonomik durumun iyileşmesi gerekiyor. Bu nasıl olacak? Birbirine bağlı faktörler sıralanıp gözden geçirildiğinde, ortada sanki bir kısır döngü ve dolayısıyla bir kaos egemen gibi görünmektedir. Olayların nasıl bir yol izleyeceğini önceden bilmek olanaksız; fakat şu kadarını söylemek mümkündür: Bir zamanlar Troçki’nin dediği gibi, bürokratik egemenliklerin liberal reformlar yoluyla bunalımlarının üstesinden gelmesi olanaksızdır.
Sovyetler Birliği ve Çin gibi uçsuz bucaksız topraklar üzerindeki bürokratik rejimlerin çözülüşünün yarattığı kaosu ortadan kaldırabilecek yegâne faktör, muzaffer bir proleter devrim olabilir. Kapitalizmin dünyanın geri kalan kısmında olduğu gibi, bu topraklar üzerinde de yaratmakta olduğu ve de yaratacağı büyük tahribatın engellenebilmesi de, ancak ve ancak bu yolla mümkündür. Ne bürokratik rejimin çöküşünü engellemeye çalışacak olan askeri darbe olasılıkları, ne de kapitalist restorasyon sürecinin ilerleyişi bu ülkelerdeki kaynaşmayı durduramaz, durduramayacaktır. [1]
Bu ülkelerdeki bürokratik rejimlerin çözülüşü, dünyanın soğuk savaş dönemindeki “dengesini” ya da “karşılıklı barış içinde yaşama” formülasyonunda ifadesini bulan sahte dengeyi bozmakta, altüst etmektedir. Bu durum, emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmaya yönelik iştahlarını kabarttığı gibi, dünyada bozulan “istikrar”, dünya devrimini kışkırtacak yeni bir sürecin başlangıcı olabilir. İşte bürokratik rejimlerin çözülüşü Marksistleri bu açıdan ilgilendirmektedir. Sovyetler Birliği ve Çin gibi koskoca iki ülkede kapitalist restorasyon sürecinin nasıl gelişeceği, dünya kapitalizminin sonuçta bu iki devi yutmayı başarıp başaramayacağı bir yana, altı çizilmesi gereken husus, bu ülkelerde ilerleyen kapitalist restorasyonla çözülen bürokratik rejimlerin aslında proleter devrimle yıkılması gerekliliğidir. Dünya kapitalizminin bu ülkelerin insanlarını ve topraklarını yutarak, yerküremizi gelecek kuşakların yaşamını tamamen olanaksız kılacak bir kapitalist bataklığa dönüştürmesinin önüne ancak bu yolla geçilebilir.
Bu ülkelerdeki egemen bürokrasi varlığını sürdürürken, içte kendi halklarına karşı ne denli zorbalığa ve baskılara baş vuruyorsa, dış ilişkilerinde dünya burjuvazisiyle dostluğunu ve kapitalist alış verişini o ölçüde geliştirmektedir. Dolayısıyla bu egemen bürokrasilerin varlığı, proletaryanın çıkarlarına tamamen aykırıdır. Bunlar, işçi sınıfının tarihsel eylemi ile yıkılması gereken güçlerdir. Bugüne dek varlıklarını sürdürmüş olmaları, proletaryanın tarihsel kazanımlarının korunduğu anlamına gelmez. Çünkü egemen bürokrasi, proletaryanın tarihsel kazanımlarının içini boşaltan, yok eden ya da kazanımları engelleyen bir güçtür. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği ve Çin gibi ülkelerde tarihin belli bir kesitinde varlığını sürdüren bürokratik diktatörlükler, bir zamanlar Troçki’nin Rus çarlık otokrasisini değerlendirirken değindiği gibi, proleter devrimin ilerleyişini güçleştirdiği ölçüde devrimi zorunlu kılan tarihsel gerçekliklerdir.
[1] EK DİPNOT: Bu satırların yazılmasını takip eden süreçteki gelişmeleri kısaca hatırlatmak yerinde olacaktır. Eski ayrıcalıklı konumlarını korumak isteyen bazı bürokrat kesimlerin Ağustos 1991’de teşebbüs ettiği askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Artık köprülerin altından o kadar çok su akmıştı ki, Ordu ve KGB’nin büyük bir kesimi bile darbe girişimine destek vermedi. Burjuvalaşan bürokrasinin temsilcisi Yeltsin’in, parlamento binasından bir “demokrasi” şampiyonu gibi halkı “reform” (yani dünya kapitalist sistemine eklemlenme!) süreci için direnişe çağırması ve destek bulması sonucunda askeri darbe teşebbüsü üç gün içinde çöküverdi. Bu gelişmeler aynı zamanda artık işlevi biten Gorbaçov’un da bir kenara atıldığı ve yerine Yeltsin’in getirildiği yeni bir dönemeç noktasına işaret etmekteydi.
Nitekim, önce Baltık Cumhuriyetleri olmak üzere eski SSCB’yi oluşturan cumhuriyetler birer birer bağımsızlıklarını ilân ettiler. Bu cumhuriyetlerin temsilcilerinin 21 Aralık 1991’de Alma Ata’da imzaladıkları bir anlaşma ile SSCB’nin varlığına resmen son verildi ve “Bağımsız Devletler Topluluğu”nun kurulduğu ilân edildi. Böylece, uzun yıllar boyunca tarihe damgasını vurmuş olan Sovyetler Birliği olgusu, olumlu ve olumsuzundan nice derslerin çıkartılması görevini devrimci Marksistlerin önüne koyan muazzam bir tarihsel deneyim olarak, tarihin sayfaları arasına çekip gitti.
link: Elif Çağlı, Olayların Anlattıkları, Mayıs 1991, https://marksist.net/node/1119