Sadece bölgedeki milyonlarca insanı değil tüm Türkiye’yi derinden etkileyen deprem felâketi, siyasi fay hatlarındaki hareketliliği de hızlandırdı. Uzun süredir yokuş aşağı gitmekte olan rejim, bu depremi katliama dönüştürmesi yetmezmiş gibi sonrasında yaptıklarıyla da geniş halk kitlelerinde muazzam bir öfkeyi ateşledi. Depremin yaralarını “siyaset üstü bir anlayışla ve birlik ruhuyla saralım” diyerek kendilerini hedef tahtasına oturtulmaktan korumak isteyen rejim güçlerinin bu oyunu tutmadı. Nitekim ortaya çıkan öfke seli statlardan yükselen “hükümet istifa” sloganlarıyla da kendini göstermektedir.
Depremin ardından düzenlenen ilk lig maçında Fenerbahçe taraftarlarının tribünü “Yalan yalan yalan, dolan dolan dolan, 20 sene oldu istifa ulan!” sloganıyla inletmesi adeta işaret fişeği olmuştur. Fenerbahçe ve Beşiktaş statlarından yükselen, ardından İzmir’den Batman’a pek çok stada yayılan, futbolla da sınırlı kalmayıp basketbol sahalarını da etkisi altına alan bu çığlık kuşkusuz politik atmosferin dolaysız yansımasıdır. Bu çığlığa rejim saflarından gelen yanıtsa bellidir: Önce Soylu’nun “bize mesaimizi yarım bıraktırtmasınlar” şeklindeki tehdidi ve Bahçeli’nin “futbol müsabakaları seyircisiz ya da tedbir alınarak oynansın” açıklamaları, ardından gelen seyirci yasağı kararları ve bunlarla yetinmeyen rejimin Bursaspor-Amedspor maçında faşist terör silahını açıktan kuşanması.
Eceli gelen kurdun medet umduğu dumanlı hava
Bu son örnekte görüldüğü gibi, rejim, iktidarını baki kılmak için, yapay fay hatlarını harekete geçirerek kanlı ve dumanlı bir ortam yaratmaktan medet umduğunu açık etmiştir. Söz konusu maçta yaşananlar tam anlamıyla ırkçı bir provokasyondur. Maçın bir gün öncesinde Amedspor oyuncularının kaldığı otelin önünde atılan “Ne mutlu Türküm” gibi ırkçı sloganlar ve mehter marşları eşliğindeki faşist gösterilerle başlayan bu provokasyon, maç günü azgınlaşarak devam etmiştir. Tribünde, faili malûm cinayetlerin sembolü olan “Beyaz Toros” ve “Yeşil” kod adlı faşist katil Mahmut Yıldırım’ın resimlerinin yer aldığı pankartlar açılıp ırkçı sloganlar yükselmiş ve nihayetinde sporculara ve taraftarlara fiziksel saldırıda bulunularak kudurganlık doruğa tırmandırılmıştır.
Bu arada polis de iki gün süren bu kudurganlığın önüne geçmek için hiçbir şey yapmamış, aksine Amedspor oyuncularının sahada ve soyunma odasına giderken saldırıya uğramasına yardımcı olmuştur. Sonrasında rejimin trol ordusu aracılığıyla devam ettirdiği bu ırkçı saldırının daha geniş bir faşist kesim tarafından sahiplenilmesi de şaşırtıcı değildir elbette. Örneğin Amedspor’un Twitter’dan yaptığı “Beyaz toroslarınızı da yeşilinizi de yeneceğiz” paylaşımına İYİP İstanbul Gençlik Kolları İl Teşkilat Başkanının yeşil bir Toros önünde çektirdiği fotoğraf eşliğinde verdiği “Torosumuz beyaz değil ama yine de yenilmeyiz” yanıtı tam da içinden geçtiğimiz siyasi atmosferin ürünüdür. Akşener’in Altılı Masaya vurduğu tekmeyle rahatlayan bir faşist güruh, maskesini çıkarıp özüne dönmekte saniye kaybetmemiştir.
Stada ırkçı pankartlarla gelen Zafer Partili faşistler de, Bursa İl Başkanlığı Twitter hesabından paylaşılan şu mesajla bu provokasyonu açıkça sahiplenmiş, hatta doğrudan parçası olduklarını göstermişlerdir: “Renault Toros, 1989-2000 yılları arasında Oyak Renault’un Bursa’daki fabrikasında, yıllarca Bursasporlu ve Bursalı işçi ve emekçiler tarafından üretilmiş bir otomobil markasıdır. Bu bağlamda Bursaspor tribünlerinde Beyaz Toros pankartı açılması gayet doğaldır.” Söz konusu Kürtler olunca, faşist güruh, görüldüğü gibi iktidar-muhalefet ayrımı olmaksızın ırkçı saldırganlıkta “gayet doğal” birleşivermektedir!
Öte yandan, “hükümet istifa” sloganları atan taraftarların takımlarına cezalar yağdıran, taraftarın evlerine “spor müsabakalarından men” tebligatı gönderen rejim, ırkçı Bursaspor yönetimi, oyuncuları ve taraftarlarına hiçbir yaptırımda bulunmamıştır. Dahası, Devlet Bahçeli, grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Bize göre Amed diye bir yer yoktur, Amedspor’dan da bahsedilemeyecektir. Bursaspor taraftarlarını buradan selamlıyorum” diyerek sopa sallamaya devam etmiş, hemen ardından ırkçı saldırı nedeniyle gözaltına alınan birkaç kişi de serbest bırakılmıştır.
“Statlara siyaset karışmasın”mış!
Sadece bu örneklerden bile görüleceği üzere, sahalara sokulması istenmeyen siyaset tümüyle muhalif siyasettir. Devletçi, milliyetçi ve siyasi iktidardan yana bir siyaset, egemenlerin her daim arzu ettikleri, hatta olması için her türlü destek ve müdahalede bulundukları bir şeydir. Bunun da ötesinde, en fazla izleyici ve oyuncu kitlesine sahip spor olan futbol, en kirli ilişkilerin yürüdüğü, devletin ve mafyanın en kirli ellerinin üzerinde olduğu bir alan haline gelmiştir. Kulüp yönetimlerinin tamamı siyasetle yakından ilişkilidir ve çoğu iktidar odaklarıyla iç içedir.
Gerektiğinde depolitizasyon/uyuşturma aracı olarak, gerektiğinde de milliyetçiliği, ırkçılığı, yani sağ siyaseti kitlelere zerk etme aracı olarak futbolun tepe tepe kullanıldığını biliyoruz. Zira futbol 20. yüzyılın başlarında burjuva iktidarlar için güçlü bir ideolojik araç haline gelmiştir. Özellikle faşist rejimler için. İspanya’nın faşist diktatörü Franco’nun, krallık yanlısı Real Madrid takımının Bernabeu stadını, “bana 100 bin kişilik bir uyku tulumu yapın” emriyle inşa ettirdiği rivayet edilir. Portekiz’in faşist diktatörü Salazar’ın hükümranlığını ünlü 3F formülüne (eğlenceyi temsilen Fado, Futbol ve dini temsilen Fatima) bağladığı da öyle. İtalya, Almanya ve İspanya’da faşist rejimler, savaş döneminden geçilmesine rağmen futbol takımlarını kendi prestij araçlarına çevirmek için bu alana özel bir ilgi göstermişlerdi. Futbol geniş kitlelerin milliyetçi gururunun okşanmasına hizmet eden ve üstünlük duygusunu kışkırtan bir ideolojik araca dönüşmüştü. Faşist liderler için uluslararası turnuvalar güç gösterisi için biçilmiş kaftandı. Hitler, Almanya’nın ev sahipliğinde gerçekleştirilen 1936 Olimpiyat Oyunlarını kendi itibarını tüm dünyaya gösterme ve dayatma aracı olarak kullanmıştı. 1934 ve 1938’deki iki dünya kupasında ise İtalyan takımı kupalarını Mussolini adına kazandıklarını duyururken faşist bir şova çevirmişlerdi bu galibiyeti. Faşist bir rejimin işbaşında olduğu Arjantin’in ev sahipliğindeki 1978 Dünya Kupasında da, atılan her gol diktatör Videla’nın güç ve itibar şovuna dönüştürülmüştü.
Futbolun bu araçsal kullanımına pek çok örnek verilebileceği gibi Türkiye için de durum farklı değildir. Özellikle 12 Eylül faşizmi bu konuda bir dönüm noktası oluşturmuştur:
“Futbolla yaratılan kültür sonucu ortaya çıkan lümpen ve saldırgan, milliyetçi, şoven ve hatta ırkçı tipoloji, ’80 öncesi dönemde işçi sınıfı içinde saygınlığı olan sol ve devrimci değerlerin kırılmasında önemli rol oynamıştır. Bir sektör olarak futbolun kara para aklama, fuhuş, kumar, şantaj, uyuşturucu ticareti, silah ticareti, borsa spekülasyonu gibi konularda sunduğu kolaylık ve yarattığı cazibe tüm iktidarların ilgisini çekmiştir. Çünkü her burjuva iktidar, kirli ve illegal işlerini çaktırmadan yürütebileceği ve finanse edebileceği böylesi imkân ve ilişkilere ihtiyaç duyar. Daha önemlisi, 12 Eylül cuntacılarının veya 28 Şubat sürecini tezgâhlayan generallerin yaptığı gibi birtakım siyasetlerin topluma empoze edilmesinde de futbolun önemi büyüktür.”[1]
AKP de özellikle 2010’ların başlarından itibaren futbola derinden el atmış ve pek çok kulüp yönetimini adeta darbeyle değiştirip, çeşitli kulüpleri fonlayıp ihya ederek birinci lige çıkarıp, bu alanda güçlü bir siyasi hâkimiyet kurmaya çalışmıştır. Bununla birlikte, köklü İstanbul takımları üzerinde hiçbir zaman istediği hâkimiyeti elde edemediği de ortadadır. Galatasaray’ın Ali Sami Yen Stadının yıkılıp yerine Arena’nın inşa edilmesiyle Galatasaray seyircisinden minnettarlık beklerken karşılaştığı ağır yuhalama karşısında şok olan Erdoğan için bu ilk şiddetli şamar olmuştur. Sonrasında AKP-Erdoğan karşıtı sloganlar Gezi direnişi sırasında da statları çınlatmış, hatta taraftar grupları direniş alanında ve çevresinde kitlesel bir şekilde yer almıştır. Fakat toplumsal muhalefetin maruz kaldığı ağır darbelerden sol taraftar grupları da üzerlerine düşeni almıştır. AKP’nin muhalefeti sindirmek için kullandığı Gezi davası, Beşiktaş Çarşı grubunun tepesinde de Demokles’in kılıcı gibi gezdirilerek taraftar gruplarına açıktan mesaj verilmiştir. Toplumsal muhalefetin geriletilip ezilmesi nedeniyle taraftar gruplarının muhalif siyasi sesleri de uzun süre duyulmaz olmuştur. Ta ki son döneme kadar. Bu noktada depremin siyasi atmosferde de büyük bir kırılma yarattığı aşikârdır.
“Diktatörlüklerin tunç yasası”
Depremde tüm taraftar grupları tırlar dolusu yardımlar örgütleyip bölgeye göndermiş, Beşiktaş taraftarlarının depremzede çocuklar için aldıkları binlerce pelüş oyuncağı sahaya atarak dayanışmasını göstermesi basketbol sahalarında da yansımasını bulmuş, hatta kolay kolay bir araya gelmeyen taraftar grupları depremzedeler için ortak organizasyonlar düzenlemişlerdir. Ama bu dayanışma ruhu bile rejimi rahatsız etmiştir. Sıkışan faşist rejim tahammülsüzlüğünün doruğundayken, yaşanan deprem rejim güçlerinin psikolojilerini iyice bozmuştur. Elbistan’da depremzede MHP’lilerin “Elbistan il olsun” pankart ve sloganları karşısında “Sessizlik Olacak, İndirin Şunları!” diye bağırıp çıldıran Bahçeli’nin, statlardan yükselen sloganlara da aynı zıvanadan çıkışla tepki vermesi bunun ifadelerinden biridir.
Fenerbahçe ve Beşiktaş maçlarında yükselen bu sloganlara öfke kusan Bahçeli, futbol maçlarının seyircisiz ya da tedbir alınarak oynanması gerektiğini söylemiş ve sloganlar kesilmeyince Beşiktaş üyeliğinden istifa ettiğini duyurmuştur. Bu çıkışın ardından rejim aparatları derhal harekete geçerek Bahçeli’nin emrini yerine getirmişlerdir. Fenerbahçe taraftarına 4 Marttaki Kayserispor maçında deplasman yasağı getirilmesi, 5 Marttaki Beşiktaş-Ankaragücü maçında Ankaragücü taraftarının Beşiktaş stadına alınmalarının yasaklanması, “hükümet istifa” sloganı atan taraftarların evlerine “spor müsabakalarını seyirden men” tebligatları gönderilmesi bunun ürünüdür.
Faşist koalisyonunun en küçük ortağı Perinçek ise, “hükümet istifa” sloganlarını, ABD’nin operasyon merkezinden düğmesine basılan yeni bir tertip” olarak nitelendirip, buna karşı AKP-MHP-Vatan Partisi ortaklığında bir “milli hükümet” kurulması çağrısında bulunmaktadır. Bakanlık koltuğuna oturmadan gözleri açık gideceği anlaşılan Perinçek, rejim blokunun bir parçası olmasına rağmen hükümette resmi bir yer kapamamış olmasının acısıyla fırsattan yararlanmaya çalışıyor. Oysa aynı Perinçek, 2011 Ocağında, Erdoğan’ın Arena stadyumunda yuhalanması üzerine kaleme aldığı “Stadyumların diktatörler yasası” yazısında şöyle diyordu:
“Diktatörlüklerin tunç yasası var, yıkılışları stadyumlardan başlıyor. İspanya’nın faşist diktatörü Franko’ya, Şili diktatörü Pinoşe’ye halk, stadyumlarda kırmızı kart göstermiş. Sonları biliniyor. … Ta Roma’dan, Bizans’tan beri, zorbalık rejimleri, halkı oyunlarla efsunlamak için devasa stadyumlar inşa etmişlerdir. Ama o stadyumlar, o zorbalara isyan etmiştir. … Arena’nın açılış günü, «Arena stadyumu Tayyip Erdoğan’ı yuhlamazsa, GS taraftarlığından istifa ederim» dedim. Galatasaray sevdalısı Deniz Yıldırım da, koğuşta “Büyük risk aldın” dedi. Ama biliyorum, bu halk zorbalara boyun eğmeyecek.”[2]
Evet, Perinçek bugünlerde hop oturup hop kalksa da, bu halk zorbalara boyun eğmeyeceğini çok daha güçlü bir şekilde göstermeye başlamıştır ve “diktatörlüklerin tunç yasası” bir kez daha hükmünü icra etmektedir.
Demokratik kanalların tıkandığı koşullarda statlar, Afrika’dan Latin Amerika’ya pek çok ülkede görüldüğü gibi, insanların zorba iktidarlara karşı isyanlarını gösterdikleri arenalara dönüşme potansiyelinin yüksek olduğu yerlerdir. Zira her türlü duygu alışverişine müsait bir ortamda bir araya gelen on binler, aynı zamanda birbirlerinden güç alarak öfkelerini korkusuzca haykırma cesaretini de bulurlar. Yukarıda, Arjantin’deki Videla diktatörlüğü altında gerçekleştirilen 1978 Dünya Kupasının faşist rejimin güç ve itibar şovuna dönüştürüldüğünü söylemiştik. Ama bu şovun Plaza de Mayo Anneleri tarafından nasıl bozulduğunu, faşist rejimin gerçekleştirdiği katliamların, işkencelerin tüm dünyaya nasıl duyurulduğunu da biliyoruz.
Günümüzde de statlar pek çok ülkede sınıf mücadelesinin keskinliğini çarpıcı bir biçimde yansıtmaktadırlar. Örneğin Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi döneminde ve sonrasında da taraftar grupları en ön saflarda göründüler: “Bilhassa Al Ahly futbol takımının taraftar grubu Ultralar, Mübarek’e karşı başlatılan eylemlerin başından itibaren sürecin önde gelen bileşenlerinden biri oldu. Ultralar grubunun özellikle Mübarek’in Tahrir Meydanına provokasyon için sürdüğü silahlı çetelere karşı gösterdiği direnç, bu grubun tüm isyancıların gönlünde taht kurmasını sağladı. Ultraların, özellikle tribünlerde edindikleri polisle çatışma deneyimi, Mübarek karşıtı ayaklanmanın bazı kritik dönemeçlerinde kolluk kuvvetlerine karşı direnişin ayakta kalmasına büyük katkı verdi.”[3]
Cezayir’de de 2018 sonunda yükselişe geçen devrimci dalga boyunca statlar devrimci marşlarla ve sloganlarla inliyordu. 2019 Nisanında Buteflika’yı alaşağı eden emekçilerin dillerinden düşürmedikleri La Casa del Mouriadia (Başkanlık Sarayı) marşı, ilk olarak futbol taraftarlarının statlarda söylemeye başladığı ve başkanlık sarayı üzerinden rejimi eleştiren bir marştı. Statlardaki ve sokaklardaki on binler, “aptallık bitti, mücadele devam ediyor” diyordu hep bir ağızdan.[4]
İran’da kadınlar futbol maçlarını izlemek için eylemler başlattıklarında saldırıya uğramışlardı. Çünkü söz konusu kadınlar olduğunda rejim bunu doğrudan kendi otoritesine saldırı olarak algılamış ve gereğini yerine getirmişti! Fakat birkaç yıl sonra kadınlar Molla rejimini ilk kez bu denli kökünden sarsan bir devrimci hareketin bayraktarı oldular. İran rejimini protesto eden sloganlar ve pankartlar, geçtiğimiz aylarda Katar’da yapılan Dünya Kupasına da damgasını bastı. Yüzlerce insanın katledilmesine, milyonlarca insanın en ağır zorbalığa maruz bırakılmasına rağmen İran’da devrimci durum hâlâ devam ediyor.
Mısır’daki durumdan söz eden yukarıdaki yazımızda, futbol taraftarlarının siyasallaşmasının genel bir radikalleşme sürecinin parçası olduğunu dile getirerek şu hususa dikkat çekmiştik: “Stadyumlar ve taraftar gruplarının kendilerini ifade edebildikleri tüm platformlar doğru dürüst siyasal parti, sendika ya da kitle örgütünün bulunmadığı bir ortamda, çok sayıda genç insan açısından tepkilerini kolektif olarak ortaya koyabildikleri bir arena haline gelmişti. Siyasal karar alma süreçlerinin dışında kalmış ve siyaseten pasifize edilmiş geniş kitleler, siyasete, taraftar grupları üzerinden müdahil olabiliyorlardı.”[5]
Aslında Türkiye’de Gezi eylemleri sırasında taraftar gruplarının beklenmedik şekilde öne çıkmaları da benzer bir nesnellik tarafından belirlenmişti. Bugünse karşımızda faşist bir rejim var ve bu süreçte toplum tam anlamıyla cendereye alınırken üstüne binen ekonomik yıkım emekçiler açısından tam anlamıyla patlamalı bir durum yarattı. Bu yüzden Erdoğan 20 yıllık tarihinin en düşük halk desteğine sahip ve toplumsal öfke had safhada. İşte statlardaki çığlık bu öfkeyi yansıtıyor ve diktatörlüğe “tunç yasa”yı hatırlattığı için kudurgan bir tepkiyle karşılaşıyor. Fakat artık rejime geçmiş olsun! Hop oturup hop kalksa da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
[1] Kerem Dağlı, Burjuva Siyasetin Aracı Olarak Futbol, Temmuz 2011
[3] Selim Fuat, Futbol, Taraftar Grupları, Siyaset, Eylül 2013
[5] Selim Fuat, age
link: İlkay Meriç, Statlar ve Siyaset, 11 Mart 2023, https://marksist.net/node/7934
Sen Artık Umut Doğur
Suriye Halklarını Savaştan Sonra Bir de Deprem Vurdu