Dünya işçi sınıfı, çeşitli türden otoriter, totaliter rejimlere karşı gerçekleştirdiği mücadelelerle gelecek kuşaklara zengin deneyimler armağan etmiştir. Onyıllarını askeri diktatörlükler altında geçiren Güney Koreli işçiler de, baskı ve yasaklara rağmen askeri diktatörlüklere karşı yükselttikleri militan mücadelelerle bu deneyimlere büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Güney Kore, kuruluşundan[1] 1990’lı yıllara dek kesintisiz bir şekilde çeşitli türden otoriter/totaliter rejimlerle yönetilmiştir. Bununla birlikte burjuvazi, uyguladığı en koyu baskıya, zorbalığa rağmen işçilerin, emekçilerin ve öğrenci gençliğin militan mücadeleleriyle ülkenin çalkalanmasının önüne geçememiştir. Güney Koreli işçiler, 1960’lardan bu yana büyük deneyimler biriktirerek her seferinde bir kademe üste sıçratarak yükselttikleri mücadeleleriyle son olarak geçtiğimiz yıl devlet başkanı Park Guen-hye’yi iktidardan indirmişlerdir. 2016 sonbaharında yükselişe geçen ve hedef tahtasına Park Guen-hye’yi oturtan grevler ve çeşitli türden eylemler, birkaç ay içinde işçilerin, emekçilerin ve öğrenci gençliğin yüz binlerle sokağa dökülmesiyle bir üst boyuta sıçramış ve Park Guen-hye istifa edene dek hareket dipdiri kalmayı başarmıştır.
İşçi sınıfının dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir bölüğünün verdiği mücadeleler, bu mücadelelerde elde edilen zaferler ya da yenilgiler, kazanımlar ya da kayıplar, sınıfımızın tamamının tarihsel hafızasına kaydedilir. Eksikliklerden dersler çıkarıldığı, yapılması gerekenler örnek alındığı ölçüde, bu deneyimler paha biçilmez öneme sahiptir. Bu deneyimlerle donanarak verilen her bir muharebe, o son kavganın zafere ulaşmasının kilometre taşlarını döşeyecektir. Yeter ki bu deneyimleri aktaracak kayışlar sağlamca örülmüş, işçi sınıfına önderlik edecek devrimci yapının harcı güçlü bir şekilde karılmış olsun!
***
Güney Kore, Asyatik-despotik geçmişi, üç yıllık kanlı Kore savaşı ve ABD’nin bu ülkeyi anti-komünizmin bölgedeki en önemli üssü olarak dizayn etme çabaları yüzünden, ordunun siyasetteki ağırlığı son derece büyük olan bir devlet olarak şekillenmiştir. Bu tarihsel arka plan, ilk dönemlerde ordunun ekonomi üzerinde de orantısız bir ağırlığa sahip olmasına yol açmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle bu ağırlık hızla azalırken aynı şey siyaset alanı için bu hızda geçerli olmamış ve Güney Kore 1990’ların ortalarına dek askeri darbelerin ve olağanüstü rejimlerin kesintisiz birbirini izlediği bir ülke olmaktan kurtulamamıştır. Burjuvazi Güney Kore’yi, hızlı sanayileşme, kısa sürede gerçekleştirilen teknolojik atılım ve yüksek büyüme hızı dolayısıyla “Asya Kaplanı” ya da “Kore Mucizesi” olarak nitelendirilen bir başarı hikâyesi olarak sunar. Oysa bu başarı hikâyesinin arkasında, askeri diktatörlüklerin demir yumruğu altında işçilerin dizginsiz bir şekilde sömürülmesi yatmaktadır.
Burjuvazi işçilerin, emekçilerin sırtından sopayı eksik etmeksizin bu “mucize”yi yaratmıştır yaratmasına ama, işçiler, emekçiler de en koyu karanlıkları militan mücadeleleriyle delmekten asla vazgeçmemişlerdir. 1960’lardan itibaren burjuvaziyle ve askeri diktatörlüklerle en sert biçimlerde karşı karşıya gelmişler ve her seferinde daha güçlü çıkışlarla düzeni zorlamışlardır. Üstelik tüm bunlar, Kuzey Kore’nin varlığı nedeniyle devletin anti-komünist histerisinin en azgın biçimlerde ve kesintisiz devam ettiği, sosyalizm propagandasının vatana ihanetle eş tutulup idamın ve uzun hapisliklerin vesilesi yapıldığı ve demokratik muhalefetin bile komünistlikle suçlandığı koşullarda gerçekleşmiştir.
Güney Kore halkının diktatörlüğe karşı verdiği militan mücadelelerin tepe noktalarından ilkini 1960 yılındaki Nisan ayaklanması oluşturur. Güney Kore tarihine “Nisan Devrimi” olarak geçen bu ayaklanma, Güney Kore halkının bir diktatörü devirdiği ilk isyanıydı ama sonuncusu olmayacaktı!
1960 Nisan ayaklanması
1948’de ABD himayesinde kurulan ve resmi adı Kore Cumhuriyeti olan Güney Kore’de, gerçekte parlamento şallı bir totaliter rejim hüküm sürmekteydi. Başkanlık sisteminin geçerli olduğu bu devletin ilk başkanı olan Rhee Syngman, Kore savaşı, Kuzey Kore’nin varlığının ölümcül bir tehdit olarak algılatılması ve muhalefetin şiddetle bastırılması sayesinde uzunca bir süre iktidar koltuğunda kalmayı başarmıştı. Ne var ki, azılı bir anti-komünist olan ve iktidarı boyunca on binlerce sol muhalifi zindana atıp işkencelerden geçiren, binlercesinin katledilmesi emrini veren Rhee, 1950’lerin sonlarından itibaren toplumsal desteğini büyük ölçüde yitirmişti. ABD’nin maddi yardımları da belirgin bir şekilde azalmış ve bu durum ekonomi üzerinde gözle görülür bir etki yapmıştı. İşçiler bu diktatörlük altında ilk kez bağımsız bir sendika kurmuşlardı ve rejimin korporatist sendika federasyonu FKTU’ya bayrak açarak kurulan bu demokratik sendikaya bir yıl içinde 160 binden fazla işçi üye olmuştu. 1960 başkanlık seçimlerine işte bu koşullar altında gidiliyordu. Rhee, sallantıda olan iktidarını korumak için, muhalefeti zor yoluyla bastırmak ve seçimlerde bin bir dümene girişmek zorundaydı. Bunun için, seçimler öncesinde çıkardığı Ulusal Güvenlik Yasasıyla (sosyalist hareketin, demokratik muhalefetin ve işçi hareketinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan bu faşizan yasa bugün de halen yürürlüktedir) basına ve muhalefete yönelik baskıları alabildiğine tırmandırmaya koyulmuştu.
Seçimler öncesinde muhalefet liderlerinden birinin hapse atılıp öldürülmesi, diğerininse tedavi görmek için gittiği ABD’de hayatını kaybetmesi sayesinde Rhee seçimlere rakipsiz girmiş, ancak bu durum büyük bir tepki dalgası oluşmasına yol açmıştı. Bu süreçte, muhalefet partilerinin demokratik bir seçim talebiyle başlattıkları protestolara binlerce insan katılmış, fakat Rhee bunları her zamanki gibi “komünist tertip” olarak niteleyip üzerlerine polisi salmıştı. Bu saldırılar sırasında kaybolan bir üniversite öğrencisinin cesedi birkaç hafta sonra bir balıkçı tarafından denizde bulunmuştu. Mart ayında Masan kentinde gerçekleşen bu olayda, gencin başının polisin gaz fişeğiyle parçalandığının anlaşılması, rejimin bunu inkâr ederek baskı ve sansürle olayın üzerini örtmeye çalışması, ancak haberin cesedin görüntüleriyle birlikte basına yansıması büyük bir isyanı tetikledi.
Kore Üniversitesi öğrencilerinin polis şiddetine karşı ve demokratik seçimler talebiyle yaptıkları protesto çağrıları sonucunda, 19 Nisanda 100 bin öğrenci Seul’deki Başkanlık Köşküne doğru yürüyüşe geçmiş ve Rhee’yi istifaya çağırmıştı. İçlerinde binlerce orta ve ilköğrenim öğrencisinin de yer aldığı göstericilerin üstüne ateş açan polis 180 kişiyi katletmiş, binlercesini yaralamış, Rhee sıkıyönetim ilan etmiş, ancak göstericilere geri adım attıramamıştı. Bir hafta boyunca polisle şiddetli çatışmalar yaşanmış, buna rağmen hareket öğretim üyeleri, öğretmenler ve çeşitli sektörlerden işçilerle kitleselleşerek pek çok kente yayılmıştı. İş öyle bir noktaya varmıştı ki, kimi yerlerde askerler ve polisler halka ateş açmayı reddetmeye başlamıştı. Egemenlerin sadece rejimin değil düzenin de tehdit altına gireceğini hissetmeleri, Rhee’nin üzerindeki baskının artmasına yol açtı. Elinde on binlerce solcu ve devrimcinin kanı olan bu diktatör, nihayetinde ABD elçisinin kendisini ziyaret edip gereken “öğüdü” vermesi sonrasında 26 Nisanda istifa etti ve iki gün sonra CIA tarafından bir uçakla Hawai’ye kaçırılarak hayatını kurtarabildi. Aynı gün İçişleri Bakanı ve Güvenlik Şefi de, cesedi bulunan üniversite öğrencisinin Masan’da polis saldırısıyla katledilmesinin sorumluluğunu üstlenerek istifa etti. Üç ay sonra yapılan seçimlerde, 12 yıllık Liberal Parti hükümeti sona ererken Güney Kore başkanlık sisteminden parlamenter sisteme de geçiş yapacaktı aynı zamanda.
Park Chung-hee’nin gelişi ve gidişi
Rhee diktatörlüğü yıkılmış, ancak kitleler evlerine, işlerine, okullarına geri çekilip “bu kadarı yeter” dememişlerdi. Tüm toplum özgürlük ruhuyla sarhoş olmuş gibiydi! Emekçilerin gerçek ihtiyaçları seçimlerle sınırlı bir demokrasinin de, mevcut çalışma ve yaşam koşullarının da ötesine taşıyordu. Bu yüzden talepler ekonomik/siyasi/sosyal her alanda yükseliyordu. Rhee’nin devrilmesini izleyen bir yıl içinde toplamda 350 bin işçinin katıldığı 2 binden fazla eylem gerçekleşmişti. Yüzlerce yeni sendika kurulurken işçi ücretlerinde önemli artışlar sağlanmıştı. 1960 Haziranında 400 Samsung işçisi, işten atılan 152 arkadaşları için açlık grevine gitmişti. Öğrenci federasyonu ve sol sendikaların oluşturduğu ortak platform, Kuzey ve Güney’in yeniden birleşmesi çağrısında bulunuyordu. Güneyli öğrenciler Kuzeyli öğrencilerle ülkenin yeniden birleşmesi konulu toplantı yapmak üzere bir takvim bile belirlemişlerdi. Bu arada çok sayıda parti ve örgüt Kore-ABD ticaret anlaşmasına karşı bir koalisyon oluşturmuştu. Sokaklarda çeşitli türden protesto gösterileri hiç eksik olmuyordu. Kısacası emekçiler için bayram, egemenler içinse endişe dolu günler yaşanıyordu.
Bu toplumsal canlanmanın kontrol edilemez hale gelmesinden korkan egemenler, giden diktatörün yerine yenisini getirmek üzere harekete geçmişlerdi bile. Seçimlerin üzerinden daha bir yıl geçmeden, 16 Mayıs 1961’de General Park Chung-hee liderliğinde yapılan askeri faşist darbe, Güney Kore’yi bir kez daha koyu bir diktatörlük döneminin içine fırlattı. Bu faşist darbenin ardından parlamento ve burjuva partiler kapatıldı, siyasetçiler içeri atıldı, tüm devlet aygıtında büyük bir “temizlik” harekâtı gerçekleştirildi. Kuşkusuz en ağır saldırı demokratik muhalefete yapılmıştı. On binlerce insan hapse atılıyor, her türlü muhalefet acımasızca bastırılıyordu.
Askeri faşist cunta üzerine düşeni yaptıktan sonra, yoluna parlamenter soslu bir Bonapartist rejimle devam etmeye koyulacaktı. Park Chung-hee, darbeden iki yıl sonra, 1963’te gerçekleştirilen göstermelik seçimlerle diktatörlüğünü başkanlık adı altında uzatmış oldu. Darbecilerin liderliğinde kurulan göstermelik partiler de bu “demokrasi”nin vitrin süsleriydi. 1969’da yapılan anayasa değişikliğiyle Park’ın üçüncü iktidar dönemine de olanak sağlanıyordu. Bundan üç yıl sonra ise, yeni bir anayasa değişikliğiyle dönem sınırlamasını kaldırarak ömür boyu başkanlığının önünü açan Park, ayrıca sınırsız yetkilere de kavuşmuştu. Örneğin parlamentoyu dilediği zaman feshedebildiği gibi, vekillerin üçte birini de tek başına o atıyordu!
Bu yetkilerini sonuna kadar kullanan Park’ın tek adam rejiminin misyonu, işçi sınıfının dizginsiz sömürüsü için gerekli baskı ve zoru sağlayarak sermaye birikimini arttıracak ekonomik ve sosyal politikalar izlemekti. Bu dönemde hızlı bir sanayileşme hamlesine girişildi. Ülkenin toplumsal yapısının da kapitalist gelişmeye paralel olarak hızla değiştiği bu dönemde kırdan kente yoğun bir göç yaşanırken, sanayi işçilerinin sayısı da sıçramalı bir şekilde artmıştı. 1960-80 arasında Seul’ün nüfusu 2,5 milyondan 8 milyona çıkmış, kent yeni gelen emekçilerin oluşturduğu gecekondu mahalleleriyle dolmuştu. Yoksul emekçilerle bu gecekonduları yıkmak üzere söz konusu mahallelere giren polis arasında sürekli çatışmalar yaşanıyordu. 12 saatlik vardiyalarla 6 gün çalışma, düşük ücretler, rutin hale gelen iş kazaları işçi sınıfının maruz kaldığı ağır sömürünün çalışma ve yaşam koşullarındaki temel yansımalarıydı.
Kadın işçiler için durum daha da vahimdi. İhracat odaklı tekstil sektöründe çalışan yüz binlerce kadın işçi (çoğunluğu 12-17 yaş arasındaki çocuklardı), köyden gelip girdikleri fabrikalarda günde 16 saat, haftada 6 gün çalışıyor, bunun karşılığında erkeklerin yarısı kadar ücret alıyordu. İşyerindeki baskılar, tacizler, aşağılamalar, kadınlar için durumu hepten çekilmez kılıyordu. 70’lerin başlarında ihracatın üçte ikisi bu kadın işçiler sayesinde gerekleştiriliyordu. “Kore mucizesi”nin gerçekleştirilmesinde kanlarıyla, canlarıyla ve dizginsizce sömürülen emekleriyle olağanüstü bir rol oynayan bu kadın işçiler, hızla diğer sektörlerde de yer almaya başlayacaklardı. 1970’li yıllar boyunca binlerce kadın tekstil işçisi, sendikalaşmak, işten atılan arkadaşlarına sahip çıkmak, ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirmek ve baskılara karşı çıkmak için büyük direnişler gerçekleştireceklerdi.
Sermaye devletinin tekellerle birlikte “Kore mucizesi”ni gerçekleştirmek üzere harekete geçtiği bu yıllarda, planlı bir ağır sanayi ve yüksek teknoloji hamlesine girişiliyordu. Kimya ve otomotiv sektöründe muazzam bir atılıma sahne olan bu yıllarda, gemi ve otomobil üretimine yoğunlaşan Hyundai, Daewoo gibi tekellerin, Samsung, LG gibi teknoloji devlerinin Kore ekonomisi üzerindeki ağırlıkları sıçramalı bir şekilde artmıştı. Bunların da aralarında bulunduğu, devletle yakın ilişki içindeki en büyük on tekelin toplam cirolarının milli gelire oranı 1974’te %15 iken, on yıl sonra bu oran %67’yi geçiyordu.[2]
Ekonomi yıllık ortalama %8’lik bir büyüme hızıyla gelişirken, büyük burjuva ailelerin sahip olduğu “chaebol” denen büyük tekeller işçi sınıfının rejim tarafından baskılanması sayesinde elde ettikleri katlamalı kârlardan son derece memnundu. Bu durum, Park’ın tek adam rejiminin burjuva kesimler arasında bile hoşnutsuzluğa yol açmasına rağmen 70’lerin sonuna dek sürebilmesini mümkün kılacaktı.
Başlatılan sanayileşme hamlesinin büyük bir sanayi proletaryasının oluşmasına da ebelik ettiği bu dönemde, sınıf çelişkileri de alabildiğine keskinleşmişti. Tam da bu yüzden, Park’ın liderliğindeki dikta rejiminin tüm baskılarına rağmen, emekçilerin sesi mutlak olarak kısılamamıştı. Eğer böylesi bir zorba rejim olmasaydı, kölelik koşullarında çalıştırılıp sırtlarından “mucize”ler yaratılan işçilerin, emekçilerin ve onların çocukları olan öğrencilerin kısa sürede toplumsal bir patlamayla ayağa kalkacağına hiç şüphe yoktu. Zira tüm baskılara rağmen, söz konusu yıllar boyunca pek çok işçi eylemi, öğrenci eylemi ve çeşitli türden protesto hareketlerinin yaşanmasının önüne geçilememişti. Bu dönemde, askeri diktatörlüğün sona ermesi hedefiyle geniş bir demokrasi cephesi de oluşturulmuştu: “Bu geniş cephenin içinde bazı Hıristiyan kiliseleri dahi yer almışlardı. Gelişen hareketin adı Minjung idi. Minjung’un kelime anlamı «halk»tı ve aslında harekete hâkim olan ulusalcı-sol siyaseti/ideolojiyi sembolize ediyordu. (…) ‘80 dönemecinde işçi sınıfı hareketi artık Minjung’un içine sığmayacak kadar büyümüştü. Sınıf hareketinin ilk dönemlerinde ağır basan dinsel öğretiler ve halk kültüründen gelen ideolojik etkiler giderek azalmaya, etkisizleşmeye başlamıştı. Bunda sosyalist öğrencilerin rolü de büyük olmuştu. İşçilerden farklı olarak daha baştan siyasi örgütlenmeler içinde yer alarak politize olan öğrenciler, sınıf hareketi ilerledikçe artan oranda onun saflarına katılmaya başlıyorlar ve hem dönüşüyor hem de dönüştürüyorlardı. Bu da sınıf hareketinin militanlaşmasına, mücadelelerden çıkartılan derslerin genelleşmesine ve siyasal açıdan bağımsızlaşmasına katkıda bulunuyordu. İşçiler arasında siyasi örgütler kuruluyor, çeşitli yayınlar çıkartılıyordu.”[3]
70’lerin sonuna doğru sıklıkları ve kitlesellikleri artan eylemler aslında büyüyen ve yakında patlayacak bir öfkenin ifadesiydiler. Burada Dongil tekstil fabrikasında çalışan kadın işçilerin mücadelesi anlamlı bir yere sahiptir. 1976’da, yönetime sadık erkek işçilerin işyerine giren sarı sendikanın seçimlerini kapalı kapılar ardında yapmasına isyan etmekle işe başlayan bu kadın işçiler, sendika odasını basıp üç gün işgal etmişlerdi. 70 kadın işçi, onları oradan zorla çıkarmaya çalışan polis saldırısına da kahramanca direnmişti. Sonrasında aylar boyunca hazırlandıkları sendika seçiminde bir kez daha yönetimin işbirlikçisi olan erkek işçilerin saldırısına uğramışlar ama yılmamışlardı. Bu süreçte 100’den fazlası işten atılmış ama haklarını savunmak için her ortamı kullanarak seslerini duyurmaya çalışmışlardı. İki yıl sonra 124 kadın işçi daha işten atılmış, işbirlikçi sendika FKTU bu işçilerin hiçbir yerde iş bulmamaları için kara listeler hazırlamıştı. Kadın işçiler buna da sessiz kalmadılar ve FKTU genel merkezini basarak işe iade edilmelerini istediler. Kaybetseler de yılmadılar ve direnişlerini devam ettirerek seslerini tüm işçilere duyurdular. Onların mücadelesi sınıf kardeşlerine, özellikle de kadın işçilere örnek olacaktı.
1979 Ağustosunda 4 binden fazla kadın tekstil işçisi, Amerikan ortaklı YH şirketinden işten atılmış ve direnişe geçmişti. 170 işçi, muhalif Yeni Demokrasi Partisi (NDP) genel merkezinde oturma eylemi başlatmıştı. Rejimin işçilerin üzerine polisi salması sonucunda, aralarında gazetecilerin ve politikacıların da olduğu onlarca insan yaralanmış ve bir kadın hayatını kaybetmişti. NDP liderinin ve parti üyelerinin 18 günlük bir oturma eylemiyle protesto ettiği bu saldırı sonrasında, NDP milletvekilleri ve lideri parlamentodan ihraç edilmişti. Rejimin bu aleni saldırısını protesto eden binlerce öğrenci sokağa dökülerek özgürlük talebiyle gösteriler başlatmış, bu gösteriler Busan ve Masan kentlerinde bir isyana dönüşmüştü.
Tam da bu isyanlar yaşanırken, iktidarı alabildiğine kişiselleştirdiği ve büyüyen toplumsal huzursuzluğun önüne geçemediği için burjuvazinin gözünden düşmüş olan Park, özel güvenlik şefi tarafından öldürüldü. 1979 Ekiminde gerçekleşen bu suikast, halkta demokratikleşme yönünde büyük bir umudun canlanmasına yol açtı. Sokaklarda kutlamalar yapıldı. Ancak Kore halkının sevinci 12 Aralıkta gelen yeni askeri darbeyle yarım bıraktırıldı.
Chun Doo-hwan liderliğindeki bu darbeyle, Park rejiminin sürekliliği başka bir yüzle sağlanmış oluyordu. Ne var ki, birkaç hafta içinde, işçi hareketi daha önce olmadığı ölçüde yükselişe geçecek, toplumsal muhalefet daha da canlanacaktı. 1980 baharı, madenlerde, tekstilde, metalde, kimyada yüzlerce grevle geldi. Sadece fabrikalar değil üniversiteler de harekete geçmişti. Seul’de onlarca üniversiteden 100 bine yakın öğrencinin katıldığı büyük gösteriler örgütleniyor ve “diktatörlüğe hayır” sloganları yükseltiliyordu. Güney Kore işçi sınıfının mücadele tarihindeki en önemli kilometre taşlarından birini oluşturan Gwangju ayaklanması da işte bu süreçte gerçekleşti. İşçiler, emekçiler, Chun’a hiç beklemediği bir “hoş geldin” partisi düzenleyeceklerdi!
1980 Gwangju ayaklanması
Mayıs ayında öğrenci nüfusun çok yoğun olduğu Gwangju’da da demokrasi sloganıyla kitlesel gösteriler düzenlenmiş, üstelik ülkenin diğer bölgelerinde hareket geri çekilirken Gwangju’da bu olmamıştı. Bunun üzerine rejim kenti askeri abluka altına alarak terör estirmeye başladı. 18 bin polis ve 3 bin asker seferber edilmişti. Askerler özel kuvvetlerden oluşuyordu. Bunlar kente girer girmez, kimseye acınmayacağından, kadınların göğüslerinin kesileceğinden, cesetlerin parçalanacağından bahsederek terör estirmeye başladılar. 18 Mayısta, evler basıldı, öğrenciler tutuklandı, bir kişi öldürüldü, yaralanan birçok insan askeri araçların arkasına bağlanarak ibret olsun diye halkın önünde dolaştırıldı. Ne var ki, halka korku salıp pasifize etmek üzere yapılan bu faşist terör, hedefinin aksine, öfkeyi daha da büyüterek isyanı ateşledi.
19 Mayısta Gwangju, yeni bir isyana, daha öncekilerden niteliksel olarak çok farklı bir isyana gözlerini açtı. Daha önceki isyanlarda öğrencilerle halk arasında bir mesafe varken ve bu durum söz konusu hareketlerin sınırını daha baştan belirlerken, burada harekete damgasını vuran kesim öğrenciler olmaktan çıkmış, işin içine işçi sınıfının örgütlenme yeteneği, yaratıcılığı ve disiplini girmişti. Sadece öğrencilerin değil tüm emekçi halk kesimlerinin dâhil olduğu bu ayaklanmaya damgasını vuran işçi sınıfıydı.
20 Mayısta, çürümeye başlayan bir ceset bulunduğunda, on binlerce insan direnişi nasıl örgütleyeceklerini tartışmak üzere kent merkezinde toplandı. Kentte terör estiren askerlere ve polislere karşı yüz binler ayağa kalkmıştı. İşçiler, çiftçiler, öğrenciler, esnaf, kadınlar… Polis barikatları aşılıyor, askerle polis arasında bölünme meydana getirmek üzere konuşmalar yapılıyordu. Akşam saatleri yaklaşırken, 800 bin nüfuslu bu kentte 200 bin kişilik bir yürüyüş gerçekleştirildi. Otobüs ve taksi şoförleri halkı korumak için yüzlerce araçla barikat oluşturmuşlardı. Halk direnişçilere yiyecek, içecek taşıyordu.
Özel kuvvetler bir kez daha saldırıya geçtiklerinde bu kez halk kendini demir çubuklarla, borularla, taşlarla, sopalarla, bıçaklarla, kısacası eline geçirdiği her türlü araçla savunmaya başlamıştı. Yaratıcılık, yardımlaşma, dayanışma had safhadaydı. İnsanlar bunun onurunu yaşıyorlardı. Medyanın ölü sayısını az göstermesi, devlet terörünü yansıtmayıp halkı vandallar olarak göstermesi, tüm haberlerin yalanlarla doldurulması Gwangjulu emekçileri çileden çıkarmıştı. Bunun üzerine binlerce insan MBC televizyonunun binasını kuşatıp yayını durdurmaya çalıştı. Yayına devam edilmesi üzerine bina ateşe verildi ve ardından diğer devlet binalarına yönelindi. İlk hedef, “Kendi halkını öldürmek üzere ABD’den silah almak için değil, halkın ihtiyaçlarını karşılamak için vergi” sloganıyla Vergi Dairesiydi. Vergi Dairesinin merdivenlerinde göğsü parçalanmış bir genç kız cesedini gören kalabalığın öfkesi zaptedilemez hale gelmiş ve bu bina da ateşe verilmişti. Bunu on altı polis noktasının, iki televizyon binasının ve iş teftiş bürosunun yakılması izleyecekti.
Saldırı şiddetleniyordu ve emekçilerin savaşmak için pek çok şeye ihtiyacı vardı. Bir grup direnişçi, Asya Motor fabrikasına (bugünkü KIA) giderek işçilerden kendilerine otomobil vermesini istedi ve istediklerinden fazlasını aldı. Daha sonra bunu çok sayıda otobüs, jeep, kamyon ve hatta zırhlı personel taşıyıcılar izleyecekti. Ertesi gün bu fabrikanın 1700 işçisi de iş bırakıp isyancılara katılmıştı. Bu ayaklanmanın bizzat içinde olan biri kentin durumunu ve kitlelerin ruh halini daha sonra şöyle anlatmaktadır:
“Şehir artık hükümetin kontrolünde değildi. Gwangju halkı bir komün inşa etmişti ve bu yeni sistemin bedelini kanıyla ödemişti. 21 Mayıs sabahı sokak köşelerinde yeni bir manzara vardı, sokakta, tüm işlek kavşaklarda, göstericiler için yemekler hazırlanıyordu. Bazıları devletin yarattığı vahşeti gözleriyle gören sokak ve pazar satıcıları yemek dağıtımını örgütlüyordu. Yüzlerce ev kadını göstericilerin karnını doyuruyordu. Kimse sarhoş değildi. Bu birliktelik tüm isyancıların mücadele ruhunu besliyordu.”[4]
Bütün kent halkı seferber olmuştu. Her alanda örgütlülük inanılmaz bir düzen içinde sağlanıyordu. Oluşturulan ekipler pek çok işi yapıyordu. Bunların bir kısmı tutsakları kurtarmak üzere harekete geçti. Askeri birlikler hapishane kapısında toplanan 50 bin kişinin üzerine ateş açtı ve çok sayıda insan katledildi. Askerler, tuzak olarak milli marş çalarak saygı duruşuna geçen halkın üzerine ateş açıp 54 kişiyi öldürünce, halk sopalarla, borularla yetinmenin mümkün olmadığını gördü. Bu alanda örgütlenen ekipler, asker ve polis cephaneliklerini basıp silahlara el koydular. Ağırlığı işçilerden oluşan, içlerinde çiftçiler, balıkçılar da bulunan bir “Yurttaşlar Ordusu” oluşturdular. Bu, halkı savunmak için kurulan bir milisti. Madencilerden dinamit lokumları geliyor, tekstil işçisi kadınlar ele geçirdikleri tüfekleri getiriyor, genç kızlar çöplerden boş şişeleri toplayıp Molotof kokteyli yapıyor ve bunları askerlere fırlatıyordu. Hatta bazı polisler yarattıkları vahşet tablosu karşısında askerlere duydukları öfke yüzünden karakollardaki silahları göstericilere veriyor ve kendileri de üniformalarını çıkarıp isyancılara katılıyordu. Ayrıca mahalleleri savunmak için öz-savunma birlikleri oluşturulmuştu. Bu arada ayaklanma Gwangju’nun güneyindeki kentlere de yayılmıştı. Oralarda da halk, Gwangju’daki kanlı saldırının hesabının verilmesi için sokaklara dökülmüş, devlet binalarını ateşe vermiş ve silahlanarak orduya baş kaldırmıştı.
Gwangju’da çatışmalar şiddetlenirken, helikopterlerden ateş açılmaya başlanmış ve çok sayıda insan yaralanmıştı. Ne var ki, egemenlerin bütün halkın seferber olup dişe diş verdiği mücadelenin çok büyük bir katliam gerçekleştirmeden engellenemeyeceğini görmeleri üzerine, diktatörlük 23 Mayısta askeri birlikleri geri çekmek zorunda kaldı.
Gwangju’da, 20 Mayıstan 27 Mayısa kadar işçilerin, emekçilerin yönettiği, kendi demokrasilerini hâkim kıldıkları gerçek bir komün kurulmuştu. Birbirini hiç tanımayan insanlar, sahip oldukları her şeyi birbirleriyle paylaşıyor, birbirlerinin canlarını koruyordu. Doğrudan demokrasinin somut uygulaması yaşanıyor, kararlar ortaklaşa alınıyor, kurulan kürsülerde herkes özgürce duygu ve düşüncelerini dile getiriyordu. Çok sayıda iş için çok sayıda komite kurulmuştu. Burjuva medyanın yalanlarıyla mücadele etmek için Mücadelecilerin Bülteni (Fighters’ Bulletin) adlı bir gazete çıkarılmaktaydı. Kente yiyecek giriş-çıkışı askerler tarafından engellendiği halde, elde olanın paylaşılması ve komünal mutfaklar sayesinde kimse aç kalmamıştı. Bu arada hiçbir dükkân yağmalanmamış, hiçbir yabancıya zarar verilmemişti. Bu birkaç gün içinde yapılan aktiviteler inanılmazdı. Sanatçılar duvar resimleri ve posterler yapıyor, tiyatro çalışmaları yapılıyor, işçiler için gece okulu düzenleniyor, tutukluların aileleri için yardımlar örgütleniyor, ziyaretler yapılıyordu.
Tüm bunlar, faşist bir rejimin bile “artık yeter” diyerek sokağa dökülen kitleler karşısında, tankının, topunun, helikopterinin, uçağının hiçbir işe yaramadığını gösteriyordu. Gwangju’da isyancılar ilk başlarda ağır saldırıların ve artan ölümlerin etkisiyle, hiçbir şey yapamayacakları duygusuna kapılmışlardı. Öfkeleri onları direnmeye itse de fazla umutları yoktu. Ancak 20 Mayısta her şey değişecekti. Örgütlü hareket, kurulan ekiplerin yaptığı işler, dayanışma ve kararlı duruş tüm ruh halini değiştirmişti.
Ordu geri çekildikten sonra yapılan görüşmelerde, silahların teslim edilmesi meselesi ayaklanmaya katılan kitleler arasında ciddi tartışmalara ve ayrılıklara neden olsa da sonunda varılan uzlaşmayla ordu şunları kabul etmişti: Tutsakların bir bölümünün serbest bırakılması, yaralılara tedavi yardımı, ölenlerin ailelerine tazminat verilmesi, kimsenin isyana katıldığı için yargılanmaması, ordunun aşırı güç kullandığının kabul edilmesi. Tüm bunlar karşılığında da silahlar toplanıp teslim edilmişti. Bu tartışma ve görüşmelerde, sınıf tavrı çok net bir şekilde kendini göstermişti. İtirazlara rağmen oluşturulan görüşme heyetindeki burjuva politikacılar, işadamları, din adamları ve serbest meslek sahipleri silah bırakma mevzuunda hiçbir problem görmemişler, öğrenciler de onlara katılmışlardı. İşçilerse buna sonuna dek direnmiş, hatta bazıları silahlarını vermemişti. Tüm tutsakların serbest bırakılmasından geri adım atılmasına da karşı çıkmışlardı.
Gwangju isyanı bir kez daha göstermişti ki, işçiler ayağa geç kalksalar da, belirleyici an geldiğinde, çabuk radikalize olup çabuk harekete geçebilen öğrencilerden daha militanlardı. Silahları ele geçirenler de öğrenciler değil işçilerdi. Onlar orduya güvenilemeyeceğini, bu sözleri yerine getirmesinin hiçbir garantisinin olmadığını söylüyor, ama dahası bu isyanın büyüyüp diktatörlüğü yıkmaya doğru büyüyeceği beklentisiyle bu silahlara ihtiyaç duyacaklarını hesap ediyorlardı. Disiplin ve organize olmak onların işiydi ve devrim denen şey için bu ikisi olmazsa olmazdı. Ancak devrim, devrimci bir önderlik olmaksızın da başarıya ulaşamazdı. Gwangju ayaklanması patlak verdiğinde Kore işçi sınıfı ne yazık ki devrimci bir önderlikten yoksundu ve bu eksiklik ayaklanmanın başlangıcından bitişine her anına ve sonuçlarına damgasını basmıştı. Eğer böylesi bir önderliğin yönlendiriciliğinde gelişseydi, çok açık ki bu isyan bütün ülkeye yayılabilir, Gwangju halkının mücadelesini verdiği gibi Chun rejimi tepetaklak gidebilir, daha da ötesi emekçi kitleler iktidarı kendi ellerine alabilirlerdi.
Gwangju, işçi sınıfının tarihine hem bir ayaklanma hem de katliam olarak geçmiştir. Rejim güçleri 200’den fazla insanı katletmiş (bu yalnızca cesetlerine ulaşılanların sayısıdır), 1800’e yakınını yaralamıştır. 2 binden fazla insan ise kaybolmuştur. Chun rejimi yüzlerce insanı katlettiği yetmezmiş gibi mezar yerlerinin belli olmasına bile izin vermemiştir. Gwangju ayaklanmasının alenen tartışılması, bu konuda yazılması, çizilmesi ciddi bir suç olarak değerlendirilmiştir. Ancak tüm bu vahşete rağmen Chun, Gwangju’nun hatırasını ve deneyimlerini işçilerin, emekçilerin hafızalarından silememiştir. Koreli işçiler yedi yıl sonra ülkenin dört bir yanında sokakları “Gwangju” diye inleterek Chun rejimini tir tir titretmişlerdir.
(devam edecek)
[1] Kore İkinci Dünya Savaşı sonunda Japon işgalinden kurtulmuş, ne var ki ABD ile SSCB arasındaki anlaşmaya göre 38. paralel baz alınarak kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmüştü. Kuzeyde SSCB himayesindeki Komünist Parti etkindi, güneyde ise ABD ordusunun himayesindeki burjuva bir yönetim iş başındaydı. 1948’de güneydeki yönetim Kore Cumhuriyeti adı altında kendini egemen ilan etti. İki rakip yönetim arasında başından itibaren küçük çaplı çarpışmalar yaşanıyordu. Fakat 1950 Haziranında Kuzey’in başlattığı askeri harekât bir dönüm noktası olacaktı. Güneydeki komünistlerin güçlü desteği sayesinde bu harekât çok kısa sürede başarıya ulaşmış ve Güney’in merkezi olan Seul kenti üç gün içinde düşmüştü. Ne var ki, devreye ABD’nin girmesi üç yıl sürecek kanlı bir savaşı başlattı ve bu savaş sonrasında resmen iki devlet ortaya çıktı. Kuzey Kore’de Kim-il Sung yönetiminde bir despotik-bürokratik diktatörlük inşa edilirken, Güney Kore’de Rhee Syngman liderliğinde totaliter bir burjuva diktatörlük inşa edildi.
[3] Kerem Dağlı, Güney Kore İşçi Sınıfı Direniyor, marksist.com
[4] akt. George Katsiaficas, Asia’s Unknown Uprisings, c.1, PM Press
link: İlkay Meriç, Güney Kore’de Askeri Diktatörlüklere Karşı Mücadelenin Otuz Yılı, 6 Kasım 2017, https://marksist.net/node/6017