Savaş politikaları, işçi ve emekçi kitleler ikna edilmeden yürütülemez. Başta Erdoğan ve AKP olmak üzere, Ortadoğu’da emperyal bir güç olmayı arzulayan Türkiyeli kapitalistler de bu gerçeği biliyorlar. Bu nedenle örgütsüz kitleleri manipüle etmek, savaş politikalarının haklı ve meşru olduğuna inandırmak için çeşitli yalanlar eşliğinde kirli oyunlar oynuyorlar. Başbakan ve AKP sözcüleri, o evlatlar kendilerininmiş gibi, “evlatlarımızı feda etmeye hazırız” diyorlar. Asker ve polis cenazeleri “şehitler ölmez, vatan bölünmez” hezeyanlarıyla karşılanıyor. YPG’lilerin cenazeleriyse günlerce sınırlarda bekletiliyor, gerilla cenazeleri yakılmak üzere hastane morglarından kaçırılmak isteniyor. HDP’ye, devrimcilere, demokratlara, muhaliflere yönelik baskı ve şiddet tırmandırılıyor. “Terörle mücadele” adı altında ev baskınları, polisin yargısız infazları, sokak çatışmaları, gözaltılar, hak ihlalleri artarak devam ediyor. AKP’nin ve Erdoğan’ın sıklıkla “ayar çektiği” medya durmaksızın savaş ve şiddet görüntüleri yayınlıyor. Tüm toplum, yaratılan bu ortamın, manipülasyon yöntemlerinin ve örgütsüzlüğün etkisi altında milliyetçi histerinin doruklarına doğru yol alıyor.
Bilinç ve örgütlülüğü zayıf durumdaki işçi sınıfı bu histeriden fazlasıyla etkileniyor. Yüz yıllardır devletin kutsallığı, devlet bekasının tüm demokratik hak ve özgürlüklerden önce geldiği demagojileriyle beyni yıkanmış, on yıllardır “terör” ve “bölünme” korkusuyla sindirilmiş toplum, egemenlerin yönlendirmesi altında milliyetçi refleksler veriyor. En aşağılık yöntemlerle sürdürülen manipülasyon dalgası, imha ve inkâr politikalarının yeniden canlandırılması için yeniden kurgulanıyor. Kısa zaman öncesine kadar çözüm sürecinin devam etmesini, akan kanın ve gözyaşının durmasını isteyen, Kürt halkının bazı taleplerinin haklı olduğunu kabul eden kitlelerin ruh hali değişiyor. Kürtlere ve siyasi temsilcilerine yönelik düşmanlık azdırılıyor. Devletin katliamcı geleneği bir sis perdesi altından kitlelere haklı ve meşru bir kendini müdafaa olarak sunuluyor. “Terör nereden gelirse gelsin” diye başlayan cümlelerin ardından IŞİD gibi bir cellâtlar sürüsü ile Kürt halkının siyasi temsilcileri ve onunla dayanışma içinde olan güçler aynı kefeye konuluyor. Faillerle mağdurlar, canilerle hakları için mücadele edenler birbirine karıştırılıyor. Bu kafa karışıklığı içinde işçi ve emekçiler devletin peşine takılmak isteniyor.
Suruç katliamının gerçekleştiği gün, işçi ve emekçiler arasında “masum gençler katledildi”, “IŞİD bombaladı” söylemleri yaygınken, AKP’nin ve medyanın manipülasyonu etkisini kısa zamanda gösterdi. Katliamın baş sorumlusu olan AKP hükümeti, yavuz hırsız misali üste çıkarak saldırılara girişti. İşçiler, bir kez daha devlet ağızlarının ortalığa saçtığı kara bir propagandaya maruz kaldılar. “PKK-IŞİD el ele verdi, Türkiye’ye karşı terör eylemlerine girişti”, “o gençler ölmeselerdi hepsi birer intihar bombacısı olacaktı”, “HDP’liler neden orada yoktu?” gibi izansız söylemler tedavüle sokuldu. Suruç’un ardından iki polisin öldürülmesi ve bu eylemin HPG tarafından üstlenilmesi, Suruç’taki gençlerin ölümünü de, sınır ötesi operasyonları da, yürütülen gözaltı ve baskı dalgasını da kitleler nezdinde meşrulaştırmanın araçları haline getirildi. Dehşete sürüklenen kitleler, “polisimizi, askerimizi şehit edenlere karşı bizim elimiz armut mu toplayacaktı?” diyen ve “terörle savaş” konusunda kararlılık nutukları atan AKP hükümetini sorgulama refleksi gösteremediler. Devlete bir kutsallık atfetmekten uzak devrimcilere, demokratlara ve Kürtlere karşı öfke duydular. Hükümet, yayın yasaklarıyla, erişim engelleriyle, hedef göstermeyle, brifinglerle, baskı ve sansürle medyayı yönetti. Kitleler tek taraflı ve zehirli bir kara propaganda ile karşı karşıya bırakılırken, bu zehrin etkisini azaltacak tüm sesler kesilmeye çalışıldı. İşçi ve emekçilerin, o zehir saçan sesten başka bir şey duymamaları istendi.
İşçi kitlelerinin tutuldukları bu bombardımandan etkilenmeleri sınıf devrimcileri açısından şaşırtıcı değildir. Tüm tarihsel deneyimler, politikalarını artık diplomasi ile değil savaşla yürütmek isteyen kapitalistlerin işçi ve emekçi kitleleri buna hazırlamakta usta olduklarını göstermektedir. Savaşlar başlarken kitlelerin ruh hali korku ve tedirginlik değildir. Savaş, “düşmana haddini bildirmek üzere mecbur kalınan” ve kısa zamanda “düşmanın yenilgiye uğratılmasıyla bitecek” olan bir ulusal kahramanlık gösterisi olarak görülür. Ve bu gösteriye her yerde çalan trampetler, hep bir ağızdan söylenen kahramanlık şarkıları ve şenliklerle gidilir. Alman yazar Ernst Glaeser, 1928 yılında basılan 1902 Doğumlular adlı eserinde bir çocuğun gözünden bu “şenliği” anlatır.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başlarken Alman halkı büyük bir fırsat yakaladığına inandırılır. Tüm dünyaya uluslarının ne kadar güçlü ve soylu olduğunu gösterecek, düşmanlara hadlerini bildirecek ve sonsuza kadar bir arada ve mutlu yaşayacaktır. Romanın kahramanı olan küçük çocuk, herkesin, eski düşmanların bile artık “dost” olduğunu gözlemleyip savaşın çok iyi bir şey olduğunu düşünür. Herkes kendisine karşı çok sevecendir. Başı okşanır, suçları için cezalandırılmaz. Daha önce kavgalara giren büyükler artık birbirlerinin sırtını dostlukla sıvazlamakta, kucaklaşmaktadır. Bu şenlik ve dostluk havası herkesi etkisi altına almıştır. Eğlenceler düzenlenmekte, milliyetçi konuşmalar yapılmakta, her fırsatta Almanya’nın zaferi için kadehler tokuşturulmaktadır. Küçük çocuk etrafta dolaşıp bu yeni durumun tadını çıkarmaktadır. Evet, herkesi bu kadar mutlu ettiğine göre savaş iyi bir şeydir, şenlik gibi bir şeydir olsa olsa. Kadınların yüzlerindeki belli belirsiz kaygı dışında savaşın ne olduğu hakkında başka hiçbir ipucu yoktur çünkü. Almanya’da “silahları içerideki düşmanlarımıza doğrultalım, diğer uluslardan kardeşlerimize, işçilere değil” diyen tüm sesler boğulmuştur çünkü.
Ancak savaş beklendiği gibi kısa sürmez. Ölüm haberleri, cenazeler gelmeye başlar. Önce bir iki eve, sonra daha çok eve, sonra neredeyse her eve cenazeler gelir. Açlık baş gösterir. Şehirler bombalanır. Siviller de savaşın dehşetini iliklerine kadar yaşarlar. Zafer sanıldığı kadar yakın da değildir artık anlamlı da. İnsanlar, birer kahraman olarak cephelere gönderdikleri sevdiklerinin neden artık kahraman gibi hissetmediklerini, neden artık kahraman olmak istemediklerini, neden öldüklerini anlamaya başlarlar. Savaş sadece yıkım getirmiştir. Ölüm ve barut kokusu esir almıştır şenlik yapılan yerleri. Savaştan önce hangi sınıftan olduğuna göre değişir insanların savaştaki kaderi. Artık hep birlikte kadeh tokuşturmalar, işçi askerler ve aileler arasında Alman ulusunu öven ateşli söylevler kesilmiştir. Çocuklar için ağır bir çalışma, kadınlar için açlığın ve ölüm haberlerinin kaygısıyla çöküş dönemi başlamıştır. Yoksullar ateş ve ölüm sarmalı içindedir. Patronlar ve üst rütbeli generallerse sanki hayatlarına kaldıkları yerden devam etmektedir. Gerçekler artık şenliklerle ve sahte bir ulusal birlik söylemiyle gizlenemeyecek kadar ortadadır. Artık daha hızlı büyümektedir 1902 doğumlular ve bütün çocuklar.
Başka romanlar ve başka yaşanmışlıklar savaşların hiçbir halk için farklı olmadığını ortaya koyuyor. Cepheye sürülen Rus köylülerinin Alman köylüleri ile karşılaştıklarında kurşun sıkamamaları, “bize ne çok benziyorlar” diye düşünmeleri; silâh altına alınmış İngiliz işçilerin “Noel günü biz burada savaşır ve ölürken kızarmış hindi yiyip şarap içen İngilizlerden daha yakın hissediyoruz kendimize Fransız askerlerini” demeleri, romanlara, filmlere konu olmuştur. Elbette savaş bu topraklarda da insanlara benzer acılar yaşattı, benzer şeyler düşündürttü. Birbirine düşürülen halkların çocukları, kapitalistlerin cellâtları olmayı bu topraklarda da reddettiler. Savaşa gönderilen ama birbirlerine çok benzedikleri için birbirlerine kurşun sıkamayan, birbirlerinin yaralarını saran insanların acıları bu coğrafyada da filmlere, romanlara konu oldu. Devletin genlerine işlemiş Kürt düşmanlığına rağmen bu topraklarda da “Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği” diye haykıran sesler kesilmedi.
Şimdi, tüm Ortadoğu’ya ve dünyaya barışı getirebilmek için bu seslerin artması gerek. Çünkü biliyoruz ki emperyalist savaşın karşısına sınıf savaşıyla dikilecek gücü yoksa işçi sınıfı bedel ödemekten kaçamaz. Milliyetçilik zehriyle sınıf güdüleri köreltilen Türkiye işçi sınıfı da bu bedeli ödemekten kaçamayacak. “Evlatlarımızı feda etmeye hazırız” diyen Başbakan bu sözlerle elbette kendi sınıfının evlatlarını kastetmiyor. Her zaman olduğu gibi işçi ve emekçi kitlelerin kanını sebil gibi akıtmayı göze aldığını ortaya koyuyor. İşçi sınıfının sırtına binerek daha da yükselme hayalleri kuran sermayenin sözcülüğünü yapıyor. Bilinçsiz ve örgütsüz işçiler, savaş çığırtkanlığı ve halkların birbirine düşürülmesi planları karşısında felçleşiyor. Akan kanın hesabının aslında kanı akıtanlardan değil kanı akıtılanlardan sorulduğunu fark etmiyor. Böyle bir ortamda mücadelesini sekteye uğratan polisin gerçek işlevini kavrayamıyor. Eylemlerine destek olan sınıf dostlarını provokatör ve terörist olarak algılıyor. Kaderinin diğer tüm uluslardan işçilerin kaderiyle bir olduğunu, Kürt ulusunun kardeşlik eli uzatılması gereken ezilmiş bir halk olduğunu bilmiyor.
Buradan çıkarılması gereken bir ders de şudur ki, sınıfın gündelik mücadeleleri ne kadar militan olursa olsun hiçbir zaman işçileri sınıf bilincine taşıyacak doğrudan bir yol sunmuyor. İşçi sınıfının o yolu yürümesi sınıf devrimcilerinin kararlı, sabırlı ve istikrarlı çabasına bağlıdır. Gündelik hayatın akışı içerisinde, tıpkı bugünkü gibi, işçi ve emekçilerin ruh halinde negatif yönde değişiklik yaratan dönemeç noktaları her zaman oldu ve olacak. Bu dönemeç noktalarında sınıf devrimcilerine sabırlı davranmak düşüyor. Ancak sabırlı olmak mücadeleyi rafa kaldırmak değil, tüm zorluğuna rağmen inat ve ısrarla yükseltmektir. Bu, işçilerin genel kitlesine yönelik olarak ortaya konulan ajitasyon faaliyetinde büyük bir özen göstermeyi gerektirir. Elbette bu faaliyet kesintisiz sürecektir. İşçi kitlelerinin anlayacağı dilde doğruları anlatmaya devam etmekten taviz verilemez. Kapitalizmi ve emperyalist savaşı teşhir etmekten geri durulamaz. Kitlenin geneline bakarak moral bozmak ve öncü işçilere dönük çabayı zayıflatmak da düşünülemez. Grevlerde, direnişlerde, işyeri mücadelelerinde öne çıkmış, sınıf bilinci edinmeye başlamış unsurlar en fazla zaman ve enerji harcanması gereken unsurlardır. Bu unsurlara ulaşmak, milliyetçi gözbağlarından kurtarmak, emperyalist savaşlara ve kapitalist sömürüye karşı mücadeleye çekmek hayati önem taşıyor ve günün en acil görevi olarak önümüzde duruyor.
link: Ezgi Şanlı, Savaş Politikaları, Milliyetçilik ve İşçi Sınıfı, 13 Ağustos 2015, https://marksist.net/node/4376
ABD’de Siyahlar Katledilmeye Devam Ediyor
AKP Asgari Ücrete Bulamadığını Silaha ve Savaşa Nereden Buluyor?