Emperyalist birlikler kalıcı olamaz
20. yüzyılın başlangıcından bu yana çeşitli düzeylerde emperyalist birlikler oluşmuştur ve bu tür birliklerin oluşması bugün de pekâlâ mümkündür. Ancak, kapitalist sistemin kaçıp kurtulamayacağı büyük krizler nedeniyle, bu tür birlikler her an parçalanma riskini içinde taşıyan birlikler olarak kalacaklardır. Lenin, büyük imparatorluklar kurmaya yönelik emperyalist eğilimin, pratikte, egemen ve siyasal yönden bağımsız devletlerin emperyalist ittifakı şeklinde sık sık gerçekleştirilmekte olduğuna değinir. “Böyle bir ittifak olanak çerçevesindedir ve yalnızca iki ülkenin mali-sermayesinin ekonomik kaynaşması şeklinde değil, ama onun yanı sıra emperyalist bir savaşta askeri ‘işbirliği’ biçiminde de görülmektedir” der.[1]
Çokuluslu şirketlerin karmaşık bir yapıya sahip olduğu ve sermayenin birlik yönündeki eğiliminin, çeşitli zıt yönlü etkenlerle karşılaşarak yol almaya çalıştığı unutulmamalıdır. Bu önemli hususu yadsıyan Kautsky, kapitalizmin ekonomik açıdan emperyalizm ötesi yeni bir evreye girmesinin mümkün olduğunu iddia etti. Hilferding’in “örgütlü kapitalizm” değerlendirmesinden hareket eden Kautsky, rekabetin ve farklı ulusal kimlikler taşıyan mali sermaye gruplarının birbiriyle mücadelesinin aşılabileceğini söylüyordu. Ona göre, uluslararası düzeyde birleşmiş mali sermaye tarafından dünyanın ortaklaşa sömürülmesine dayanan yeni bir dönem, bir “ultra-emperyalizm” dönemi gerçekleşebilirdi. Kautsky’yi eleştiren Lenin, tekelci gelişmenin bir dünya tekeline doğru gittiğini söylemenin salt bir soyutlama anlamında mümkün olduğunu belirtir. Fakat “ultra-emperyalizm” konusunda ortaya konulan tüm ölü soyutlamalar, dikkati mevcut çelişkilerin derinliğinden saptırmaya hizmet edecektir. Bu tür ölü soyutlamalara karşı verilecek en iyi yanıt, bunların karşısına dünya ekonomisinin somut ekonomik gerçeklerini çıkarmaktır.
Büyük sermaye grupları arasında işleyen birlik yönündeki eğilimin, ulus-devletlerin rekabetini tamamen ortadan kaldıracağını iddia etmek kapitalizmin somut yapısal özelliklerine aykırıdır. Gerçek olan bir eğilimden hareketle, sanki bu eğilim somutta yüzde yüz realize oluyormuşçasına bir uç noktaya zıplamak tamamen yanlıştır. Böyle bir yaklaşım, olguları yaşamın çelişkileri içinde kavramaya çalışan Marksist yönteme aykırıdır. Mali sermayenin birleşme eğilimi rekabeti ortadan kaldırmaz. Sermayenin tekelleşmesi ve uluslararasılaşması, ulusal ve dünya ölçeğinde çelişkileri azaltmaz, tam tersine şiddetlendirir.
Öte yandan, rekabetin tekeller arası rekabet düzeyine yükselmesi gerek ulus içi gerekse ulus ötesi ekonomik birleşmeleri teşvik eder. Büyük kaynaklara sahip ABD gibi tekelci kapitalist ülkelerin varlığı, bu güce sahip olmayan ülkelerin birlik arayışlarını güdüler. Ama hangi düzeyde olursa olsun, bu güdülerin dayandığı esas temel soyut bir birlik arzusu değil, kendi kapitalist çıkarlarını maksimize etme çabasıdır. Büyük kapitalist güçlerin dünyadaki nüfuz alanlarını paylaşmak için oluşturacakları birlikler, zayıf ülkelerin bir kısmını kapsasa dahi, öncelikle birincilerin çıkarlarını gözeten ve onlar arasındaki çekişmeleri de asla ortadan kaldırmayan emperyalist birlikler olacaktır. Bu nedenle, emperyalist birlik ve ittifakları, artık bozulmayacak, durağan ve kararlı birleşmeler şeklinde kavramak kapitalist işleyişe tamamen ters düşer.
Kapitalist bloklar kalıcı olamaz. Değişen güçler dengesine bağlı olarak onlar da değişir. AB ya da benzeri birliklerin, birliğe üye olan ulus-devletler arasındaki çelişkileri tamamen ortadan kaldırabileceği ve bu devletler arasında çatışmasız bir üst-birlik dönemini başlatabileceği yolundaki varsayım gerçeklerin sınavına dayanamamıştır ve dayanamaz. Kapitalist düzen içinde çıkarların ve nüfuz bölgelerinin paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların genel ekonomik, mali, askeri gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanlar arasındaki güçler dengesi ise aynı kalamaz, değişir. Çünkü kapitalizm eşitsiz gelişme demektir ve ülkelerin, çeşitli sanayi sektörlerinin, tekellerin eşit şekilde gelişmeleri mümkün değildir. Lenin’in dediği gibi, on ya da yirmi yıl sonra emperyalist güçler arasındaki dengenin değişmeden kalacağı düşünülemez bile.
Emperyalizmin tarihi, diğer rakiplere karşı koyabilmek için çeşitli kapitalist güçler arasında çıkar birliği oluştuğunda, askeri, ekonomik ittifakların, koalisyonların, blokların, kurumların inşa edilebildiğinin örnekleriyle dolu. İşte Avrupa Birliği de böyle bir birliktir. Belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin kaderi de kesinlikle bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Amerika’nın rekabeti Avrupa Birliği’ni dayattı
Günümüzde varlığını sürdürdüğü biçimiyle Avrupa Birliği, kimi burjuva yazarların göstermek istediğinin tersine hiç de Avrupa ülkelerinin aralarındaki sınırların kalkması yolunda ilerlemedi. Esasen birliği teşvik eden temel faktör, Avrupa’nın ortak tarihsel ve kültürel kimliğinin bütünleştirilmesi masalı değil, bu tür oluşumlar bakımından her zaman olduğu gibi ekonomik çıkarlardı. AET’yi AB’ye ilerleten başlıca neden, Amerikan ve Japon rakipler karşısında birleşerek daha fazla rekabet gücü kazanma güdüsüydü. Nitekim 60’lı yıllarda emperyalist güçler arasında yükselen rekabet, özellikle ABD ile Avrupa arasındaki çekişme, Avrupa’nın ekonomik birliğinin ilerletilmesi hedefine can verdi. Amerika ve Avrupa ticaret blokları arasındaki yarışma, AB yolundaki çalışmaların hızlandırılması amacıyla Avrupalı burjuva yazarlar tarafından da sıcak bir biçimde gündeme getirildi. Örneğin 1960’larda Servan-Schreiber’in Amerika Meydan Okuyor adlı kitabı türünün önemli bir örneğiydi.[2]
Mali sermayenin dünya ölçeğinde hareketine dayanan emperyalizm çağında, bir “ortak pazar”ı yalnızca üye devletlerin çıkarları doğrultusunda kontrol ve koruma altında tutmak olanaksızdır. Diğer büyük rakipler, kârlı ve avantajlı gördükleri sürece bu “pazar”a sızmanın yollarını arar ve bulurlar. Nitekim Avrupa ortak pazarı, ekonomik yükseliş dönemi boyunca Amerikan ve Japon firmaları için de cazip bir yatırım ve sürüm alanı oldu. Farklı ticaret bloklarına üye olan emperyalist sermaye grupları, hem kendi ticaret bloklarında ve hem de rakiplerinkinde etkili olmaya çalışarak, parsayı, ulusal ya da kıtasal kimliklere bakmaksızın büyüklükleri ve güçleri oranında paylaşırlar. Bu nedenle, kapitalist bir ortaklıkta tüm bileşenlerin eşit çıkarlar elde etmesi mümkün olmadığı gibi, Avrupa ortak pazarının en büyük getiriyi yalnızca onun bileşenlerine sağlaması da bir kural değildir. Zaten, Almanya, Fransa gibi ülkelerin ortak pazarla yetinmeyip, rakip güçler karşısında daha sıkı bir parasal ve ekonomik birlik arayışı içine girmeleri de buradan kaynaklandı. Keza üye devletlerin kendi ihracatlarını artırabilmek amacıyla başvuracakları devalüasyonların önünü kesecek “caydırıcı” önlemler de getirildi.
AET’den AB’ye
İkinci Dünya Savaşından çıkıldığında, Avrupa bitkin ve yıkıntılar içinde bir durumdaydı. ABD emperyalizmi ise yükselişini sürdürmekteydi ve tüm dünyada egemen bir güç haline gelmişti. Amerikan ekonomisinin egemenliği, örneğin doları uluslararası para birimi olarak kabul ettiren Bretton Woods anlaşmasında somutlanıyordu. Bir zamanlar Troçki’nin dediği gibi artık kapitalist sistemin ağırlık merkezi Akdeniz’den Pasifik’e kaymıştı. II. Dünya Savaşı yıkımının ivmelendirdiği bir gerileme içinde, Avrupa Amerika’nın yardımına muhtaç hale gelmişti. Sovyetler Birliği’nin kendi “sosyalist” blokunu oluşturmaya koyulduğu koşullarda ve Avrupa’da gelişebilecek bir devrim tehlikesine karşı ABD’nin Avrupa kapitalizminin yardımına koşmaması düşünülemezdi. Fakat daha da önemlisi, her büyük emperyalist savaş sonrasında olduğu gibi, ABD Avrupa’ya yıkımdan sonraki kârlı bir yeniden inşa sahası, bereketli bir yatırım alanı olarak bakıyordu. ABD’nin Marshall Planıyla Avrupa’ya gelen yardımla birlikte, eski kıtada yeni bir kapitalist canlanma dönemi yaşanmaya başlandı. ABD Generali Marshall’ın 1947 yılında açıkladığı planın temel koşulları, Fransa ve Almanya arasındaki gerilimin giderilmesi, savaşın yaralarını sarmaya başlayan Avrupa ülkelerinde ekonomilerin dışa açılması ve mali disiplinin sağlanmasıydı.
Diğer yandan, Avrupa pazarının ABD ve Japonya gibi büyük rakipler karşısında korunabilme ihtiyacı da bir gerçeklikti ve bu durum Avrupa ortak pazarına ve gümrük birliğine giden yolu döşedi. Emperyalizm çağında Avrupa ulus-devletlerinin tek başlarına dünya rekabetiyle başa çıkmaları mümkün olmadığından, Avrupa ülkeleri kendi aralarında ekonomik birlik arayışına girdiler. Öncelikle o dönemde büyük önem taşıyan çelik ve kömür sanayiinin korunması için, 1952 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu adıyla bir birlik oluşturuldu. Bu birliğin altı kurucu üyesi, Altılar olarak da adlandırılan Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg idi. Bunu diğer ürünleri de kapsayan bir ortak pazarın ve daha geniş çaplı bir birliğin oluşturulması hazırlıkları izledi. 1957 yılında biraraya gelen Altılar Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurdular. AET’nin temel amacı, malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbestçe dolaşımını sağlayacak bir ortak pazarın ve gümrük birliğinin kurulmasıydı. Nitekim Ocak 1959’da üye ülkeler gümrük tarifelerinde ilk %10’luk indirimi gerçekleştirdiler. Temmuz 1968’de ise üye ülkeler arasındaki gümrükler kaldırıldı ve topluluk dışı ülkelere uygulanacak ortak bir gümrük tarifesi belirlendi.
Esas olarak ABD (ve Japon) emperyalizmi karşısında Avrupa ticaret blokunun yaşatılmaya ve güçlü kılınmaya çalışılması Avrupa büyük sermaye çevrelerinin temel problemi olmuştu. Bunu çözebilme çabası içinde çeşitli Avrupa ülkeleri 1987’de ortak bir fiyat politikası güdecek tek pazar anlaşmasını imzaladılar. AET, 80’li yıllardan itibaren Avrupa Topluluğu (AT) olarak adlandırılacak ve 1993 yılında da Avrupa Birliği’ne dönüşecekti. Birlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünyada oluşan yeni dengeler gereği 1997 yılında genişleme doğrultusunda karar alacaktı.[3]
AB’nin 1989 yılında yayınlanan Delors Raporu, parasal ve ekonomik birlik doğrultusunda ilerlemeyi sağlamak amacıyla üye ülkelerin uyması gereken yakınlaşma kriterlerini getirdi. 1992 Maastricht Anlaşması ise, AB üyesi devletler için ekonomik ve parasal çeşitli kriterler belirlemekteydi. Anlaşmanın unsurlarından biri de, 1999 başında Avrupa Para Birliği’nin (EMU) sağlanması, tek bir Avrupa parasının yürürlüğe girmesiydi. Avrupa Birliği, yeni milenyumu pek çok üye ülkede “euro”nun kabulüyle karşıladı ve 2002 yılında euro AB’nin genelde tek para birimi oldu. Maastricht Anlaşmasının diğer bir kriteri ise, üye ülkelerde bütçe açıklarının GSMH’nin %3’ünü aşamayacağını öngörmekteydi. Görece güçlü durumda bulunan Almanya bile bu oranı tutturamadı. Fakat bütçe açıklarını düşürme gerekçesiyle tüm Avrupa’da kamusal harcamalar kısıldı. Özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esnek çalışma rejimi gibi uygulamalarla, işçi sınıfının nice mücadelelerle kazanılmış sosyal haklarına saldırı tırmandırıldı. Avrupa kapitalistlerinin birlik kriterleri olarak dayattığı tüm bu önlemler, Avrupa Birliği’nin kimlerin birliği olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
AB’nin ancak canlı bir ekonomik konjonktürde uygulanabilecek pek çok ekonomik ve mali kriteri, içine sürüklenen durgunluk koşulları nedeniyle işlemedi. Örneğin AB kriterleri birleşme eğiliminin korumacı önlemlerle sekteye uğratılmamasını öngörse de, istenen ekonomik büyümenin gerçekleşmemesi nedeniyle üye devletler kendi ulusal gelirlerini, bütçe dengelerini koruma ve kollama telâşına düştüler. AB’nin başını çeken Alman ve Fransız emperyalizminin tek para biriminin kabulünü dayattığı ve birlik propagandasını yükselttiği bir dönemde, aslında bu birlik projesi dünya ekonomisinin geçirdiği spazm nedeniyle sakatlanmış bulunuyordu. Kalıcı bir para birliği gibi gösterilmek istenen EMU’nun, AB’nin bir parçalanma sürecine girmesi durumunda geleceği belirsizdir. Bugün ABD emperyalizminin Irak’ta başlatmış olduğu hegemonya savaşının başlıca nedenlerinden biri olan AB-ABD rekabetinin doğrudan bir uzantısı da euro ile dolar arasındaki çekişmedir. Tarihsel örneklere bakacak olursak, istikrarlı bir para sisteminin ancak II. Dünya Savaşı sonrasındaki Bretton Woods örneğinde olduğu gibi, kapitalist ekonominin yükseliş döneminde hegemon bir gücün liderliğinde sağlanan görece denge durumunda gerçekleşebildiğini görürüz.
AB çelişkili bir birliktir
II. Dünya Savaşı sonrasından 1974’lere dek yaşanan hararetli ekonomik büyüme döneminde, Avrupa’nın büyük kapitalist güçleri, çıkarlarına denk düştüğünden gerçekten de ekonomik birlik doğrultusunda ilerlediler. Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği bu birlik süreci yine de çelişkisiz ve problemsiz bir süreç değildi. Örneğin De Gaulle liderliğindeki Fransa, İngiltere’nin ABD’ye yakınlığından duyduğu kuşku nedeniyle onun AET’ye ilk katılım başvurusunu veto etmiş ve İngiltere topluluğa ancak 1973 yılında katılabilmişti. İlerleyen yıllar içinde de üye ülkeler arasında nice sürtüşmeler yaşanacaktı. Avrupa Birliği deneyimi, kapitalizm temelinde farklı-ulus devletler arasında çelişkisiz bir birliğin mümkün olmadığını gösterdi. Hele ki, siyasal dengelerin değiştiği ya da ekonomik durumun kötüleştiği dönemeç noktalarında bu çelişkiler derinleşip, önemli gerilimleri, çatışmaları doğurur. Sovyetler Birliği’nin çöküşü de böyle bir dönemdi.
Stalinizmin çöküşünü takiben Almanya’nın Doğu ve Batısının birleşmesi onu ekonomik bakımdan büyük bir potansiyel güç haline getirdi. AB içinde yürümekte olan hegemonya mücadelesinde Alman emperyalizmi atağa geçerek, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Slovakya’da vb. önemli bir rol üstlenmeye koyuldu. Rus pazarında da diğer rakiplerini geçmeye çalıştı. Balkanlar’ı kana boyayan Bosna savaşı, bir yandan AB’nin emperyalist emellerini açığa vururken, diğer yandan üye ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarından arındırılmış bir AB’nin olanaksızlığını gösterdi. Bu savaş, Fransa, Almanya ve İngiltere gibi AB’nin ağır toplarının ortak bir dış politika izlemelerinin mümkün olmadığını sergiledi. Çünkü bu ülkelerden her biri, çıkarlarının gerektirdiği noktada kendi Avrupalı “kardeşler”ine aldırmaksızın başka bir güce, örneğin ABD’ye yanaşabiliyordu.
Fransa’nın amacı AB içinde Alman emperyalizminin hegemonyasını sınırlamak ve birliğin kalbine Fransa-Almanya ittifakını yerleştirmektir. Almanya ise, İkinci Dünya Savaşı deneyimi nedeniyle kendi emperyalist tutkularını ancak bütünsel bir Avrupacılık kılığına bürüyerek genişletebileceğinin bilincindedir. Alman emperyalizminin ekonomik gücünü politik, diplomatik ve askeri bakımdan da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir Avrupa Ordusu oluşturma planları, Avrupa federasyonunun kurulabileceği propagandası bunun sonucudur.
İngiltere’ye gelince, bazı burjuva kesimlerin AB doğrultusundaki tercihlerine rağmen, o zaten AB içinde ABD emperyalizminin uzantısı gibidir.[4] Çünkü ABD, Londra’nın dünya ölçeğindeki yatırımlarının garantörü ve savunucusudur. Büyük sömürge imparatorluğu döneminde dünya siyasetinde ve diplomasisinde edindiği deneyim üstünlüğünü ve kurnazlık becerisini yitirmek istemeyen İngiltere, bu kozlarını ABD’nin ekonomik ve askeri gücüyle birleştirerek AB’ye tepeden bakan bir emperyalist güç rolünü oynamaktadır. Nitekim Avrupa karşısında nev’i şahsına münhasır bir güç olduğunu kanıtlamak istercesine, örneğin çeşitli standartlarda ya da trafik kurallarında başına buyrukluğundan vazgeçmeyen İngiltere, ne Schengen’e dahil olmuş ne de euroyu kabul etmiştir. Onun Avrupa Birliği’nin ilerletilmesi sürecindeki temel rolü Fransa-Almanya ekseninin gücünü kırmaya çalışmaktır. İngiltere, AB içinde ABD’nin Truva atı rolünü oynayacağı düşünülen Doğu Avrupa ülkelerini ya da Türkiye gibi ülkeleri birliğe sokmaya çalışarak, AB’yi Fransa-Almanya ikilisinin arzuladığı bir birlik olmaktan çıkarma, onu baltalama çabası içindedir.
Türkiye’nin sonucu belirsiz AB yolculuğu
Türkiye-AB ilişkileri 40 yılı aşkın bir zamandır kaderi tamamen belirsiz inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Türkiye 1959’da AET’ye tam üye olmak için başvurdu. AET tarafından verilen yanıtta, tam üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar yürürlükte kalacak bir ortaklık anlaşmasının imzalanması öneriliyordu. Bu anlaşma 12 Eylül 1963’te imzalandı. Ankara Anlaşması olarak adlandırılan bu mutabakat gereği, bir geçiş döneminin sonunda Türkiye’nin Avrupa Gümrük Birliği’ne katılımının tamamlanması öngörülüyordu. Anlaşmada belirlenen hazırlık döneminin sonunda, 13 Kasım 1970’de Katma Protokol imzalanmış ve 1973 yılında yürürlüğe girmişti. Bu protokolle birlikte ilk gümrük indirimi yapılıyor ve üyelik hazırlıkları hızlandırılıyordu.
Ancak Türkiye, ekonomik ve siyasal kriz koşulları nedeniyle yükümlülüklerini yerine getirememekte ve AET ile arasındaki açı büyümekteydi. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından, topluluk Türkiye ile ilişkilerini dondurma kararı almış ve mali işbirliğine son verilmişti. 1983 yılında Türkiye’de parlamento seçimlerinin yapılması, 1984’te dışa açılma sürecinin başlatılması gibi faktörlerin etkisiyle görüşmeler 1986’da yeniden açıldı. Türkiye 14 Nisan 1987’de tam üyelik başvurusunda bulunuyor, ertelenen gümrük vergileri indirim takvimi 1988 yılından itibaren hızlı bir şekilde uygulamaya konuyordu. Türkiye ile Gümrük Birliği sürecinin 1995 yılında tamamlanması kararlaştırılmıştı ve ilerleyen yıllar içinde yapılan müzakereler ve hazırlıklar sonucunda 1 Ocak 1996’da Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği yürürlüğe girdi. Ne var ki, AB’nin 1997 zirve toplantısında kararlaştırılan genişleme sürecine rağmen, Türkiye sorunu çözümlenmeden ortada kalacak ve ancak Aralık 1999’daki Helsinki zirvesinde, Avrupa Birliği Türkiye’ye bazı şartlar çerçevesinde aday ülke statüsünü tanıyacaktı.
2000 yılında ise, AB, Türkiye için Katılım Ortaklığı Belgesini (KOB) hazırladı. Türkiye’nin tam üyeliğe yönelik ön şartlara ve kriterlere (Kopenhag Kriterleri) uyum sağlaması için, AB-Türkiye ortaklık ilişkisi planı (yol haritası) çizildi. Bu tarihten sonra Türkiye, AB kriterlerinin yerine getirilmesi için bazı yasal düzenlemeleri yapıyor ve bu arada uzun süredir ertelenen “uyum paketi” de alelacele Meclisten geçiriliyordu. Çeşitli kriterleri uygulama konusunda AB’yi ikna etmiş gözüken Türkiye’ye 2002 Aralık zirvesinde tam üyelik tarihi verilebileceği havası yaratılmıştı. Fakat AB’nin ileri sürdüğü koşullar arasında aslında Kıbrıs sorununun çözümü de vardı. Büyük sermaye çevrelerinin örgütü TÜSİAD ve AB yanlısı burjuva kesimler, Türkiye’de siyasal ve yasal yapılanmada reformların hızlandırılması ve Kıbrıs gibi kangrenleşmiş sorunların AB’nin istemleri doğrultusunda çözümü için bastırdılar. Değişim sürecini tıkadığı söylenen Ecevit hükümeti istifa etmek zorunda kaldı ve erken seçime gidildi. 3 Kasım seçimleri, son yıllarda kitleler nezdinde iyice yıpranmış bulunan eski siyasal partiler ve bu partilere dayanan koalisyon hükümetleri dönemini sona erdirdi. Büyük bir çoğunlukla iktidar koltuğuna oturan AKP hükümeti, AB yanlısı büyük sermaye çevrelerinin basıncıyla daha ilk günlerinde AB’ye katılım sürecini hızlandırmak için seferber oluyordu. Fakat Türkiye’de iktidar zirvesinde uzun süredir yansımasını bulan ABD-AB çekişmesi genç AKP hükümetini de kısa sürede kıskacına alacak ve AB’ye katılım sürecinin kaderi yine belirsizliğe sürüklenecekti. Nitekim Türkiye’nin üyelik beklentisi Kopenhag zirvesinde Kıbrıs sorununun dikenli tellerine takıldı kaldı. 12-13 Aralık 2002’de toplanan zirve, Güney Kıbrıs’ın üyeliği için 16 Nisan 2003 tarihini verirken, Türkiye’nin durumunun ise 2003 Aralık sonunda yeniden gözden geçirileceği söylendi.
Türkiye’deki geleneksel iktidar güçlerinin, başta Ordu kurmayı olmak üzere devlet üst bürokrasisinin, Kıbrıs sorununda ya da Kürt sorununda siyasal çözüm önerilerini kabullenmesi ve AB ile uyumlu hareket etmesi neredeyse imkânsız gibidir. Son yıllarda büyük sermaye örgütlerinin giderek daha açık bir biçimde AB’den yana tavır koymalarına rağmen, Türkiye’nin iktidar zirvesinde Ordu kurmayının payı ve belirleyici rolü asla gözardı edilemez. Zaten Türkiye’nin NATO ittifakı içinde ABD’nin stratejik ortağı konumuyla savaş cephesinin içine sürüklenmesinde de birincil rol bu üniformalı iktidar odağına aittir. Aslında Türkiye’de kapitalist sistemin yapılanmasındaki özgün noktalardan biri olarak, Ordu en büyük mali sermaye gruplarından birinin de temsilcisi konumundadır. Genelkurmay, Ecevit hükümetinin son dönemlerinden başlayarak AB kriterleri konusunda eskisi kadar katı olmayan bir tutum sergiler gibi görünmüşse de, Ortadoğu’da içine girilen yeni savaş düzeni, ABD ile işbirliği faktörünü daha öne çıkartmıştır.
AB konusunda yürümekte olan kapışmalı süreç, aslında Türkiye burjuvazisinin emperyalist sisteme daha fazla entegre olma ihtiyacından kaynaklanıyor. Unutulmasın ki, aslında tüm kesimleri itibarıyla büyük burjuvazi, ulusal yalıtılmışlığın ekonomik ve siyasal bakımdan bir bakıma intihar anlamına geleceğini pekâlâ biliyor. Onların asıl tartıştığı konu, bir yeniden paylaşım kavgasının içinde müttefiklerini kendi çıkarları doğrultusunda belirleyebilmektir. AB’ye karşı çıkar görünen herhangi bir burjuva kesim ya da kurumun, bu muhalefetini “ulusal bağımsızlık” jargonu eşliğinde yürütmesi, kitlelerin bilincini bulandırma ve tercihin örneğin AB’den yana değil de ABD’den yana yapıldığını gizleme çabasından kaynaklanıyor.
Aralık 2002 Kopenhag zirvesinde Türkiye’nin tam üyelik tarihinin kesinleştirilmemesi, AB’nin Türkiye’nin üyelik perspektifinden kurtulma yolunda attığı geri bir adım olarak değerlendirilmektedir. Türk ve Kuzey Kıbrıs egemen çevrelerinin, Kıbrıs sorununda “ortak devlet” çözümünü öneren Annan Planını kabule yanaşmamaları ve daha da önemlisi ABD’den güç almak istemeleri, zaten Türkiye’nin üyeliği konusunda isteksiz olan Almanya-Fransa ittifakının elini güçlendirmiştir. Üstelik ABD emperyalizminin, AB kurmaylarının mutabakatını sağlamadan giriştiği Irak savaşı hazırlıkları ABD-AB gerilimini büsbütün arttırmıştır. Böylece gerek Türkiye’nin ve gerekse Kuzey Kıbrıs’ın AB üyeliği artık tam bir belirsizlik sürecine girmiştir. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşının gidişatına bağlı olarak, Türkiye’nin AB yolculuğunun seyrinde yeni gelişmeler kaydedilebilecek olsa da, bu sorun basitçe bir AB’ye katılım sorunu değildir. Yıllardır çözümlenemeyen bu problem, artık doğrudan doğruya emperyalist savaşların alevleri arasında belirlenmek istenen “yeni dünya düzeni”nin bir parçası haline gelmiştir.
Avrupa Birliği’nin kaderi belli değildir
Fransa ve Almanya tarafından başı çekilen Avrupa Birliği zaten belirli bir süredir ciddi bir gerilim altındaydı. Düşük büyüme oranları, yüksek emek maliyeti ve Avrupa’nın endüstriyel entegrasyonunun arzulanan düzeyde olmaması gibi faktörler, Avrupa’yı baş rakibi ABD karşısında dezavantajlı bir konuma itmişti. Tüm bunların üstüne gelen büyük kriz ve savaş ortamı AB içindeki gerilimi alabildiğine büyüttü, onu adeta bir parçalanmanın eşiğine getirdi. Aslında AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’a, hatta Türkiye’ye doğru genişletilme planı, bir bakıma bu birliğin ABD tarafından sulandırılması anlamına gelmektedir. ABD, AB içine kendi kontrolü altında olabilecek ülkeleri katarak onu iyice etkisizleştirmeye ve bu birliği de kendi hegemonyası altına almaya niyetlidir. Amerikan emperyalizminin dünyaya yeni bir biçim verme iddiasıyla tansiyonu alabildiğine yükselttiği koşullarda, AB tam genişleyip büyüyeceği sırada çatırdamaktadır.
AB’nin üç büyük bileşeninden biri olan İngiltere, bugünkü tutumuyla safını artık Avrupa Birliği’nde değil ABD paktında belirlemiş durumdadır. AB’nin pek çok üyesi ABD’nin savaş koalisyonuna doğrudan ya da dolaylı destek vermektedirler. AB’nin içine düştüğü bu durum bize, Avrupa Birliği’nin hiç de kapitalist Avrupa Federasyonu efsanesinin yaratıcılarının savunduğu üzere ortak devlet doğrultusunda ilerleyen bir birlik olmadığını gösteriyor. Avrupa Birliği esas itibarıyla ekonomik bir birliktir. Bu, çeşitli Avrupa ülkelerindeki büyük sermaye çevrelerinin kendi hegemonya alanlarını korumak ve genişletmek amacıyla oluşturdukları bir ekonomik ortaklıktır. Avrupa kıtasından hareketle oluşmuş bulunması ona özgün bir karakter kazandırıyor olsa da, son tahlilde kapitalizmin tekelci aşaması içinde tanık olunan diğer ekonomik birliklerle benzer bir temele sahiptir. Elbette ki Avrupa ülkelerinin coğrafi ve kültürel yakınlıklarının, aralarındaki ticari ve ekonomik ilişkileri önemli kıldığı gözardı edilemez. Ne var ki, Avrupa ülkelerinin “birlik” sorununa boyundan büyük anlamlar yüklenmesi ve Avrupa’nın çeşitli ulus-devletlerinin tek ve birleşik yeni bir ulus-devlet çatısı altında toparlanacağının iddia edilmesi tamamen yanlış olur.
Avrupa Birleşik Devletleri hülyası, tekelci aşamaya yükselmiş Avrupa kapitalizmine dar gelen ulus-devlet engelinin aşılması ihtiyacının dayatmasıyla gündeme girmişti. Ne var ki, kapitalizm altında bu engellerin aşılabileceği ve böylece üretici güçlerin gelişimini görece çelişkisiz biçimde sürdürebileceği düşüncesi gerçekleşemeyecek bir hayalden ibaretti. Bazıları siyasal aymazlığın peronunda AB’yi Avrupa Birleşik Devletlerine taşıyacak treni beklerken, gerçek dünya ABD’nin hegemonya savaşıyla sarsılmaya başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemle birlikte, bırakın Avrupa Birleşik Devletleri hayalini, II. Dünya Savaşı sonrasında uzun yıllara damgasını vuran tüm kapitalist ittifaklar çatırdamaktadır. NATO’sundan Birleşmiş Milletler’ine, AB’sine dek mevcut tüm kapitalist birlik ve blokların akıbeti belli değildir. Çünkü çıkar çatışmaları üzerinde yükselen her “birlik”, kartların yeniden dağıtılmasıyla birlikte parçalanmaya yazgılıdır. Kısacası, Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen Avrupa Birliği’nin, bu haliyle bile kaderi belli değildir. Bu nedenle, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu söyleyebiliriz.
[1] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., Eylül 1991, s.48
[2] Jean-Jacques Servan-Schreiber Eylül 1967 tarihli bu kitabında, Amerika’nın meydan okuması karşısında onun bir uydusu haline gelmemesi için, Avrupa’da bir organizasyon ve zihniyet değişimine, teknolojik atılıma ihtiyaç olduğunu savundu. Amerika’nın rekabetine karşı koyabilmenin tek yolunun Avrupa çapında ekonomik, mali, siyasal ve hukuksal bir işbirliği olduğunu söyleyen yazar, burjuvaların Avrupa Birleşik Devletleri düşünü yeniden canlandırıyordu. Dünyadaki işbölümünün gereği Avrupa’da da büyük işleri göğüsleyebilecek bir devletin, tıpkı ABD gibi federal bir devlet olması gerektiğini ileri süren Schreiber, bu fikri işçi sınıfına da bir umut olarak yutturabilme çabası içindeydi. Avrupa solunun yenilenmeye ihtiyacı olduğunu ileri sürerek, İngiltere ya da İskandinav tipi sosyal demokrasi örneklerindeki gibi, işçi sendikaları, işveren örgütleri ve hükümetler arasında varılacak bir toplumsal uzlaşma yolunun tutulması gerektiğini öğütlüyordu.
[3] Buna göre, AB kriterlerine uyum konusunda daha önde görülen Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Estonya birinci partide olmak üzere, daha sonra Slovak Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya, Bulgaristan, Romanya üye kabul edilecekti. Daha sonra listeye Malta, Türkiye ve Güney Kıbrıs da aday üyeler olarak eklendi. Böylece Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Avusturya, İrlanda, İspanya, Yunanistan ve Portekiz’den oluşan 15 üye ülkenin arasına katılması düşünülen 13 aday üyeyle birlikte AB’nin genişletilmesi planlanıyordu.
[4] Örneğin 1980’lerdeki neo-liberal dalganın önde gelen simalarından Thatcher, dünyanın uğraştığı tüm sorunların Avrupa’dan kaynaklandığını iddia ediyor ve AB’nin kurulmasını, “belki de modern çağın en büyük budalalığı” olarak nitelendiriyor. Muhafazakâr Partinin eski lideri Thatcher, Britanya’nın AB’nin tarım, balıkçılık ve güvenlik gibi kilit anlaşmalarından çekilmesi gerektiğini söylüyor.
link: Elif Çağlı, Avrupa Birliği Gerçeği, 12 Nisan 2006, https://marksist.net/node/1104