Bölüm 15: Yasanın İç Çelişkilerinin Açımlanması (devam)
Bir önceki bölümün devamı olarak, Marx burada sermayenin aşırı üretimi üzerinde durur. En uç varsayımlar altında bile sermayenin aşırı üretimi, üretim araçlarının toplumun ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayacağı anlamında bir mutlak aşırı üretim değildir. Bu yalnızca, üretim araçlarının sermaye olarak iş görmek ve sermaye için ek değer üretmek bakımından kapitalist üretim sürecinde tıkanıklığa sebep olacak mahiyette bir aşırı üretimdir. Bu mahiyetteki aşırı üretim olduğunda, sermaye, emeği, kapitalist üretimin “sağlıklı”, “normal” gelişiminin gerektirdiği bir sömürü derecesiyle sömürmeyi başaramayacak duruma gelir. Söz konusu sömürü derecesinin belli bir noktanın altına düşmesi, kapitalist üretim sürecindeki bozulmalara ve duraklamalara, bunalımlara, sermaye yıkımına yol açar. “Sermayenin bu aşırı üretimine az çok büyük bir göreli aşırı nüfusun eşlik etmesi bir çelişki değildir.”
Böyle bir durumda sermaye yurt dışına da gönderilebilir. “Sermaye yurt dışına gönderiliyorsa, bunun nedeni, yurt içinde kullanılmasının mutlak olanaksızlığı değil, yurt dışında daha yüksek kâr oranlarıyla kullanılabilmesidir.” Kapitalist sistemin mantığı açısından, ülke içinde kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu kârlılığı sağlayamayan sermaye o ülke için mutlak olarak fazla sermayedir. Bu “fazla” sermaye, göreli fazla nüfusa ek olarak, istihdam edilen işçi nüfusunu da olumsuz etkileyen bir sermaye olarak var olur.
Sermaye birikimi yoğunlaştıkça kâr oranının düştüğünü biliyoruz. “Kâr oranının birikimle bağlantılı düşüşü, zorunlu olarak bir rekabet mücadelesine yol açar. Kâr oranındaki düşüşün kâr kütlesindeki yükselişle telafi edilmesi, yalnızca toplumun toplam sermayesi ve büyük, tümüyle hazırlıklı kapitalistler için söz konusudur.” Bu güce sahip olmayan kapitalistler ise henüz bu gücü kazanma çabası içindedir. Dolayısıyla sermayeler arasındaki rekabet mücadelesi kâr oranının düşmesine değil, kâr oranının düşmesi sermayeler arasındaki rekabet mücadelesine yol açar. Bu rekabet mücadelesine işçi ücretlerinin geçici yükselişi ve kâr oranında bundan kaynaklanan ek bir geçici azalma da eşlik edebilir.
Sermayenin amacı ihtiyaçların giderilmesi değil kâr üretimidir ve sermaye bu amaca, üretim ölçeğini toplumun ihtiyaç duyduğu üretim miktarına uyarlayarak ulaşamaz. Tersine, sermaye amacına, üretim miktarını kendisine kâr sağlayacak bir üretim ölçeğine uyarlayan yöntemlerle ulaşabilir. Bu nedenle, “kapitalist temele dayanan tüketimin sınırlı boyutları ile sürekli olarak kendisine içkin olan bu engelin ötesine geçmeye çalışan bir üretim arasında durmadan bir uyuşmazlığın ortaya çıkması zorunludur”. Diğer yandan, sermaye metalardan oluştuğu ölçüde, sermayenin aşırı üretimi, metaların aşırı üretimi anlamına gelir. Marx bu noktada, metaların aşırı üretimini inkâr eden iktisatçıların, sermayenin aşırı üretimini kabul etmeleri şeklindeki tuhaflıklarını hatırlatır. Kimileri genel bir aşırı üretimden değil, olsa olsa farklı üretim dalları arasında orantısızlıktan söz edilebileceğini söyler. Fakat kapitalist üretimde tek tek üretim dallarının orantılılığı, kendisini zaten ancak sürekli orantısızlıktan çıkan bir süreç olarak ortaya koyabilir. Çünkü kapitalizm planlı bir ekonomi değildir vetoplam üretimin bütünlüğü, üretim süreci üzerinde kapitalistlerin ortak denetimi yerine, üretimin yürütücülerine kendisini kör bir yasa olarak dayatarak ortaya çıkar.
Aşırı üretimin ancak nispi olduğu söylenebilir ve bu doğru olur, fakat zaten tüm kapitalist üretim tarzı sınırları mutlak olmayan nispi bir üretim tarzıdır. Ve kapitalizmde “mutlak”, toplumun ihtiyaçları vb. noktasında değil bu üretim tarzının dayandığı temel üzerinde mutlaktır. “Yoksa, tam da halkın büyük bölümünün yoksun olduğu metalara dönük talep nasıl yetersiz kalabilirdi ve yurt içindeki işçilere zorunlu geçim araçlarının ortalamasını ödeyebilmek için bu talebi yurt dışında, uzak pazarlarda aramak zorunda kalınması nasıl mümkün olabilirdi?” Kapitalizm temelinde “aşırı üretim”, halkın büyük çoğunluğu satın alma güçleri yetmediği için ihtiyaç maddelerine talepte bulunamazken metaların yığılması halidir. Kimileri de kapitalistlerin metalarını yalnızca kendi aralarında mübadele etmelerinin ve tüketmelerinin yeterli olacağını iddia edebilir. Fakat böyle söylenirse, “kapitalist üretimin tüm karakteri unutulmuş ve burada sermayenin tüketilmesinin değil değerlenmesinin söz konusu olduğu unutulmuş olur”.
Kapitalist üretim tarzının çelişkisi, tam da, sermayenin içerisinde hareket ettiği özgül üretim koşullarıyla sürekli uyuşmazlığa düşen üretici güçleri geliştirme eğilimine sahip olmasındadır. Fakat “eldeki nüfusa oranla çok fazla geçim aracı üretilmez. Tersi doğrudur. Nüfusun çoğunluğunun gereksinimlerinin düzgünce ve insana yaraşır şekilde giderilmesi hedefi açısından bakıldığında, çok az geçim aracı üretilir”.
Kapitalizmde kârlılığı yükseltme ve realize etme dışında mantık aranmaz ve bu üretim tarzı daima kendi içsel çelişkileri temelinde yol alır. Bu nedenle, örneğin nüfusun çalışabilir durumdaki bölümünü istihdam edebilecek çoklukta üretim aracı üretilmez. Ayrıca, “çalışabilir durumdaki tüm nüfusun en üretken koşullarda çalışmalarını, yani çalışma süresi sırasında kullanılan değişmez sermayenin kütlesi ve etkililiği sayesinde mutlak çalışma sürelerinin kısaltılmasını sağlamaya yetecek miktarda üretim aracı üretilmez”.
Marx, kapitalizmin içsel çelişkilerini gözler önüne seren noktalardan bir diğerine burada işaret eder. İşçilerin belirli bir kâr oranıyla sömürülmelerini sağlayan araçlar olarak kullanılmak üzere, zaman zaman gereğinden çok emek aracı ve geçim aracı üretilir. “İçerdikleri değerin ve onun bir parçasını oluşturan artık değerin, kapitalist üretimin verili bölüşüm koşulları ve tüketim ilişkileri altında gerçekleştirilmesine ve yeniden yeni sermayeye dönüştürülmesine, yani bu sürecin durmadan yinelenen patlamalar olmadan yürütülmesine izin vermeyecek kadar fazla meta üretilir.” Çok fazla toplumsal servet üretilmez. “Ama dönemsel olarak, servetin kapitalist, çelişkili biçimlerine sahip olan çok fazla servet üretilir.”
Böylece kapitalist üretim tarzının sınırı ortaya çıkar:
1. Kâr oranı düşerken emeğin üretici gücünün gelişmesi, belirli bir noktada bu gelişmenin karşısına en düşmanca şekilde çıkan ve bu nedenle sürekli olarak bunalımlar yoluyla aşılmak zorunda olan bir yasa yaratır.
2. Üretimin genişlemesi ya da daralması, toplumsal gereksinimlerle değil, kapitalistlerin arzuladığı düzeyde bir kâr oranı ile belirlenir. Bu nedenle süreç kapitalist üretimin belirli gelişme aşamasında engellerle karşılaşır ve toplumsal ihtiyaçların karşılandığı bir noktada değil, kâr üretiminin ve gerçekleştirilmesinin belirlediği bir noktada duraklar. Kâr oranı düştüğünde, sermaye bir yandan, tek tek kapitalistlerin gelişmiş yöntemler vb. ile kendi metalarının değerini onların toplumsal ortalamalarının altına düşürüp böylece ekstra kâr elde etmeleri için çabalar. Diğer yandan, genel ortalamadan bağımsız ve onu aşan herhangi bir ekstra kâr elde etmek için yeni üretim yöntemlerine, yeni sermaye yatırımlarına, yeni maceralara ateşli bir şekilde başvurulması yolunun önü açılır.
Marx, kâr oranının, yani sermayenin göreli büyümesinin, her şeyden önce sermayenin tüm yeni, bağımsız gruplar oluşturan sürgünleri için önemli olduğunu belirtir. Şayet tüm sermaye oluşumu, kâr oranındaki düşüşü artan kâr kütlesiyle telafi edebilen az sayıdaki bazı yerleşik büyük sermayelerin eline düşecek olsaydı, üretimin canlandırıcı ateşi tümüyle sönerdi. “Bu ateş ölürdü. Kapitalist üretimde kâr oranı itici güçtür ve yalnızca, kârlı bir şekilde üretilebildikleri sürece, kârlı bir şekilde üretilebilen şeyler üretilir.” İşte, İngiliz iktisatçıların kâr oranının azalması hakkındaki korkusunun nedeni de budur. Sadece kâr oranının azalması olasılığı bile Ricardo’yu kaygılandırmıştır ve bu husus, Marx’ın belirttiği üzere, Ricardo’nun kapitalist üretimin koşulları hakkındaki derin kavrayışını gösterir. Ricardo, kapitalist üretimi incelerken yalnızca üretici güçlerin gelişimiyle ilgilenmekle ve insanları umursamamakla suçlanır. “Oysa bu, tam da onun önemli olan yanıdır.” Marx, bu değerlendirmesiyle Ricardo’nun kapitalizmin tarihsel rolünü doğru kavradığını anlatır. Çünkü “toplumsal emeğin üretici güçlerinin geliştirilmesi, sermayenin tarihsel görevi ve meşruiyet kaynağıdır. Daha yüksek bir üretim biçiminin maddi koşullarını farkında olmadan tam da bu yolla yaratır”. İşte bu temelde Ricardo’yu huzursuz eden gerçek, kapitalist üretimin gelişmesinin bizzat kendisinin, kapitalist üretimin dürtüsü ve birikimin hem koşulu hem de itici gücü olan kâr oranını tehlikeye düşürmesidir. “Aslında burada, onun yalnızca sezdiği daha derin bir temel vardır. Burada, kapitalist üretimin sınırı, onun göreliliği, mutlak bir üretim tarzı değil yalnızca tarihsel, maddi üretim koşullarının belirli bir sınırlı gelişim dönemine karşılık gelen bir üretim tarzı olduğu, tümüyle iktisadi bir şekilde, yani burjuvazinin bakış açısıyla, kapitalist kavrayışın sınırları içinde, kapitalist üretimin kendisinin durduğu noktadan görülebilir duruma gelir.”
IV. Tamamlayıcı Açıklamalar
Emeğin üretici gücünün gelişimi farklı sanayi dallarında çok eşitsiz şekillerde gerçekleştiğinden ortaya şu sonuç çıkar: Ortalama kâr kütlesi, üretici gücün en gelişkin sanayi dallarındaki gelişmişliğinden hareketle beklenebilecek olan düzeyin çok altında kalmak zorundadır. Üretici gücün farklı sanayi dallarındaki gelişimi yalnızca çok farklı oranlara sahip olmakla kalmayıp, sıklıkla karşıt yönlerde gerçekleşir. Bu durum sadece rekabet anarşisinden ve burjuva üretim tarzının kendine özgülüğünden kaynaklanmaz. Emeğin üretkenliği pek çok örnekte toplumsal koşullara bağımlı olduğu ölçüde, üretkenlik ne kadar artarsa verimlilikleri o kadar azalan doğal koşullara da bağlıdır. Bu farklı alanlardaki karşıt yönlü hareketler nedeniyle, bir yerde ilerleme gerçekleşirken bir başkasında gerileme görülür. Örnekse, tüm hammaddelerin çok büyük bölümünün bağımlı olduğu saf mevsimsel etkiler, ormanların, kömür ve demir madenlerinin tükenmesi vb. hatırlanabilir.
Burada, Engels’in özgün elyazmasındaki bir nottan hareketle yazmış olmasına karşın, bazı açıklamaların özgün metinde bulunan malzemenin ötesine geçtiğini belirtip parantez içine aldığı bir bölüm yer alır.
{Bir metanın değeri, kendisinde maddeleşmiş bulunan geçmiş ve canlı emeğin toplam emek-zamanı ile belirlenir. Emeğin üretkenliğinin yükselmesi, canlı emeğin payının azalması ve geçmişteki emeğin payının artması demektir. Bir metanın değerinde cisimleşmiş olan geçmişteki emek (sermayenin değişmeyen kısmı), kısmen sabit sermayenin aşınma ve yıpranmasından, kısmen de değişmeyen sermayenin metaya tümüyle girmiş olan döner kısmından (ham ve yardımcı maddelerden) oluşur. Ham ve yardımcı maddelerden kaynaklanan değer parçası, emeğin üretkenliğindeki artış neticesinde küçülmek zorundadır, çünkü bu maddeler bakımından üretkenlik kendisini bunların değerindeki azalma ile ifade eder. Buna karşılık, değişmeyen sermayenin sabit kısmının ve onunla birlikte aşınma ve yıpranma yoluyla metalara taşınan değer parçasının çok güçlü bir büyüme yaşaması, tam da emeğin üretici gücündeki artışın karakteristik özelliğidir. Yeni bir üretim yöntemi üretkenlikteki gerçek bir artış anlamına geliyorsa, metanın değerini azaltmak zorundadır. Ayrıca, canlı emeğin azalmasından kaynaklanan değer azalması, değere diğer unsurlar nedeniyle yapılan tüm eklemeleri dengelemenin ötesine geçmelidir.
“Metaya giren toplam emek miktarındaki bu azalma, üretimin hangi toplumsal koşullar altında gerçekleştirildiğinden bağımsız olarak, emeğin üretici gücündeki artışın temel ayırıcı özelliği olarak görünür. Üreticilerin üretimlerini önceden hazırlanan bir plana göre düzenledikleri bir toplumda ve hatta basit meta üretiminde, emek üretkenliği gerçekten de kesinlikle bu ölçekle ölçülürdü.” Ama kapitalist üretimde acaba durum nasıldır? Bu husus bir örnekle açıklanabilir. “Her bir adet için gerekli olan canlı emeği yarı yarıya azaltan, ama buna karşılık sabit sermayenin aşınma ve yıpranmasından oluşan değer parçasını üç katına çıkaran bir makinenin icat edildiğini varsayalım.” Hesaplama yapıldığında anlaşılacağı üzere, kapitalist koşullar altında üretim yapan bir toplum için meta ucuzlamamıştır, yeni makine bir iyileştirme değildir. “Dolayısıyla, yeni makineyi kullanıma sokmak, kapitalistin çıkarına değildir. Ve onu kullanıma soksa, o zamana kadarki, henüz aşınıp yıpranmamış olan makinelerini basitçe değersiz kılacak, bunları hurda demire dönüştürecek, yani pozitif bir zararla karşılaşacak olduğundan, kendisini, onun açısından ütopik olan bu aptallıktan fazlasıyla sakınır.”
O halde, emeğin artan üretkenliği yasası sermaye için mutlak olarak geçerli değildir. Daha önce açıklandığı gibi, sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla üretkenlik genellikle canlı emekte sağlanan bir tasarrufla artmaz. Bu ancak, canlı emeğin karşılığı ödenen kısmında geçmişte harcanan emeğe kıyasla bir tasarruf sağlandığında artar. İşte bu noktada, kapitalizmin tarihsel gidişatına dair çok önemli bir gerçeklik kendini ortaya koyar: “Burada kapitalist üretim tarzı yeni bir çelişkiye düşer. Onun tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içersinde geliştirmektir. Burada olduğu gibi, üretkenliğin gelişiminin önündeki bir engele dönüşür dönüşmez, bu tarihsel görevine ihanet eder. Böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miyadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş olur.”}
Sermayenin büyümesi, bu büyümeyle birlikte sermayenin organik bileşiminde değişen sermayenin oranının azalması durumunda kâr oranının azalması anlamına gelir. “Sermayenin bu sürekli büyümesi ve dolayısıyla aynı zamanda, biraz ötede yeni yöntemler çoktan kullanılmaya başlamışken, üretimin, huzur içinde varlığını sürdüren eski üretim yöntemine dayalı olarak genişlemesi de, kâr oranındaki azalmanın, toplumun toplam sermayesindeki büyümeyle aynı oranda olmamasının bir nedenidir.” İşçi ücretlerine yatırılan değişen sermayedeki göreli azalmaya rağmen işçi sayısının mutlak olarak artması, tüm üretim dallarında ve aynı şekilde gerçekleşmez. Örneğin tarımda, canlı emek öğesindeki azalma mutlak olabilir. Ayrıca, bu göreli azalmaya rağmen ücretli emekçilerin sayısının mutlak olarak artması, sadece kapitalist üretim tarzına özgüdür.
Bu noktada Marx’ın kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığına ilişkin satırları dikkatle okunmalıdır: “Üretici güçlerdeki, işçilerin mutlak sayısını azaltacak, yani aslında tüm ulusun kendi toplam üretimini daha sınırlı bir süre içinde gerçekleştirmesini mümkün kılacak olan bir gelişme, nüfusun çoğunluğunu devre dışı bırakacağından, devrime yol açardı. Burada, kapitalist üretimin özgül sınırı ve bu üretim tarzının, hiçbir şekilde üretici güçlerin gelişmesinin ve zenginliğin yaratılmasının mutlak bir biçimi olmayıp, aksine belirli bir noktada bunlarla çatıştığı gerçeği bir kez daha görünür. Bu çatışma, kısmen, işçi nüfusunun eski istihdam edilme tarzı içinde gerçekleşen ve bu nüfusun kâh bu kâh şu kısmının gereksizleştirilmesinden kaynaklanan dönemsel bunalımlarda ortaya çıkar. Kapitalist üretimin sınırı, işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu ilgilendirmez. Onun açısından, üretici gücün gelişmesi, genel olarak maddi üretimin gerektirdiği emek-zamanı azalttığı için değil, yalnızca, işçi sınıfının artık emek-zamanını artırdığı için önemlidir; bu nedenle çelişkilere doğru yol alır.”
Sermaye birikimindeki artış sermaye yoğunlaşmasındaki bir artış anlamına gelir ve böylece sermayenin gücü toplumsal üretim koşullarının tek tek kapitalistlerde kişileşen durumundan da bağımsızlaşarak artar. “Sermaye, kendisini, giderek daha ileri derecelerde olmak üzere, görevlisi kapitalist olan bir toplumsal güç olarak gösterir; bu toplumsal güç, tek bir bireyin emeğinin yaratabilecekleriyle artık olası hiçbir ilişki içinde değildir; aksine, yabancılaşmış, bağımsızlaşmış bir toplumsal güç olarak, toplumun karşısına, bir şey olarak ve kapitalistin bu şey sayesinde elde ettiği güç olarak çıkar.” Sermayenin dönüştüğü genel toplumsal güç ile tek tek kapitalistlerin söz konusu toplumsal üretim koşulları üzerindeki kişisel güçleri arasındaki çelişki giderek daha fazla göze batar. Bu çelişki, aynı zamanda üretim koşullarının genel, ortak, toplumsal üretim koşullarına dönüşmesini de birlikte getirdiği için, sorunun çözümünü de kendi içinde taşır. “Bu dönüşüm, üretici güçlerin kapitalist üretim koşulları altındaki gelişmesinden ve bu gelişmenin gerçekleşme tarzından kaynaklanır.”
Normalde hiçbir kapitalist, ne ölçüde daha üretken olursa olsun ya da artı-değer oranını ne kadar yükseltirse yükseltsin, kâr oranını azaltan bir yeni üretim yöntemini kendi isteğiyle kullanmaz. Ama onun isteminin dışında başkalarının kullandığı her yeni üretim yöntemi metaları ucuzlatır. Bu yöntemi uygulayabilen kapitalist, başlangıçta metasını üretim fiyatlarından ve belki de değerlerinden fazlasına satar ve bu sayede elde ettiği farkı cebe indirir. Bunu yapabilir, çünkü onun üretim yöntemi toplumsal ortalamanın üzerindedir. “Ne var ki, rekabet bu yöntemi genelleştirir ve onu genel yasaya tabi kılar. O zaman, kâr oranındaki (belki öncelikle bu üretim alanında gerçekleşen ve sonrasında diğerleriyle dengeye kavuşan) bir düşmeyle karşılaşılır; dolayısıyla, bu düşme, kapitalistin iradesinden tümüyle bağımsızdır.”
Söz konusu yasa, ürünleri doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak işçinin tüketimine girmeyen ve dolayısıyla emek gücünü ucuzlatamayacak üretim alanlarında da hüküm sürer. Yeni üretim yöntemleri yaygınlaşmaya başlar başlamaz, eski üretim koşulları altında çalışan kapitalistler kendi ürünlerini üretim fiyatlarından azına satmak zorunda kalırlar. Çünkü ürünlerinin değeri düşmüştür ve ilgili kapitalistler tarafından üretilmeleri için gerekli olan emek-zaman, toplumsal olarak gerekli olan emek-zamandan fazladır. Kısacası, rekabetin bir sonucu olarak görülen şey şudur ki, söz konusu kapitalistler de değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranının daha düşük olduğu yeni üretim tarzını kullanıma sokmak zorunda kalırlar.
Ancak, neticede kâr oranının düşmesine rağmen sermaye biriktirme nedenleri ve olanakları artar. “Çünkü birincisi, göreli aşırı nüfus büyür. İkincisi, emeğin üretkenliğinin artmasıyla birlikte, aynı mübadele değerlerince temsil edilen kullanım değerlerinin kütlesi, yani sermayenin maddi öğeleri büyür. Üçüncüsü, üretim dalları çeşitlenir. Dördüncüsü, kredi sistemi, anonim şirketler vb. gelişir ve böylece, parayı, bir sanayici kapitalist durumuna gelmeden sermayeye dönüştürmek kolaylaşır. Beşincisi, gereksinimler ve zenginleşme tutkusu artar. Altıncısı, sabit sermaye yatırımlarının kütlesi büyür, vb.”
Marx bu noktada kapitalist üretimin üç temel olgusunu sıralar:
1. Üretim araçlarının az sayıda elde toplanması ve böylece bunların, bunları doğrudan kullanan üreticilerin mülkiyetinden çıkıp toplumsal üretim güçlerine dönüşmesi. Bu söylenen, üretim araçlarının başlangıçta kapitalistlerin özel mülkleri olması durumunda bile geçerlidir. Kapitalistler burjuva toplumunun mutemetleridir, ama söz konusu mutemetliğin tüm nimetlerini ceplerine indirirler.
2. Emeğin kendisinin elbirliği, işbölümü ve emeğin doğa bilimiyle birleşmesi yoluyla toplumsal emek olarak örgütlenmesi. Kapitalist üretim tarzı bu iki yolla, karşıt biçimler altında bile olsa, özel mülkiyeti ve özel emeği ortadan kaldırır.
3. Dünya pazarının yaratılması.
Kapitalist üretim tarzının sınırları içinde nüfusa oranla muazzam bir üretici gücün ortaya çıkması ve aynı oranda olmamakla birlikte, sermaye değerlerinin nüfusa göre çok daha büyük bir hızla büyümesi söz konusudur. Bu durum, büyüyen zenginliğe oranla giderek daralan ve söz konusu muazzam üretici gücün hizmet ettiği temelle çelişir. Bunlar aynı zamanda, bu büyüyen sermayenin kendini değerlendirme koşullarıyla da çelişir. Bunalımlar da bundan kaynaklanır.
(devam edecek)
link: Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /14, 30 Eylül 2024, https://marksist.net/node/8356