Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, bürokratik devletin kumandası altında oluşmuş bir sosyo-ekonomik formasyon, kapitalizmden komünizme geçiş dönemiyle hiçbir ilgisi olmayan ve tamamen kendine özgü karakteri temelinde irdelenmesi gereken bir fenomendir. İşçi sınıfının iktidarını bürokrasiye kaptırdığı, ya da zaten hiç iktidara gelmediği ve devletin daha baştan bürokratik tarzda kurulduğu ülkelerin tümünde, kapitalizmden komünizme geçiş döneminin temel koşulunun varlığından söz edebilmek olanaksızdır. Nedir bu temel koşul? Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde belirttiği üzere, “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[1]
Yaşanan deneyimin de ortaya koyduğu gibi, işçi sınıfının kapitalizmden komünizme doğru ilerleyen tarihsel hareketi, ancak ve ancak onun doğrudan egemenliği altında mümkün olabilir. Bu siyasal egemenlik, özünü egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın oluşturduğu işçi devletinde somutlanabilir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin ayırt edici özelliği, siyasal iktidarı fethederek kendini egemen kılan proletaryanın, üretim araçlarını kendi devleti elinde merkezileştirerek, kendini üretim koşullarının da efendisi konumuna yükseltmiş olmasıdır. Marx, bütün toplumsal yapının temelini aydınlatan unsura işaret ederken şöyle demekteydi:
Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir –bu, her zaman, doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.[2]
Siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının kendi içinde bürokratik tarzda bir yöneten-yönetilen ayrımının doğmaması ve onun bu kez de bu yeni efendilerin yönetimi altına girerek iktidarını yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemlerin yürürlüğe konması ve bu önlemlerin yürürlülüğünü sürdürmesi zorunludur. Yani Paris Komünü tipi önlemler, sadece eski bürokratik-askeri devlet cihazını yıkmak için değil, yıkılanın yerine “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir mekanizmanın geçirilmesi için de gereklidir. Kısacası, işçi devleti, burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse, o işçi devleti olamaz. Öte yandan proletarya diktatörlüğü, sınıfın önderliğini kazanmış partinin egemenliğine değil, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. O halde, işçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, onun varoluş şartı, özüdür.
Bu bakımdan, proletaryanın gerçek anlamda iktidara gelemediği ve daha başından bürokratik diktatörlüklerin kurulduğu ülkelerde “geçiş dönemi”nin başladığından zaten söz edilemeyeceği açıktır. Fakat bunun yanı sıra, 1917 Ekim Devrimiyle siyasal iktidarı fetheden ve böylece kapitalizmden komünizme tarihsel geçişi başlatan Rus proletaryasının verdiği örnek vardır. Ancak, Sovyet devletinin bürokratik devlete dönüşümüyle birlikte, bu ülkede de geçiş döneminin zorunlu koşulu (işçi demokrasisi) ortadan kalkmış ve kapitalizmden komünizme geçiş yönündeki tarihsel hareket sona ermiştir. İşçi demokrasisinin olmadığı koşullarda işçi devletinden, işçi devletinin olmadığı koşullarda da, geçiş döneminin varlığından söz etmek olanaksızdır. Demek ki, bu toplumlar “sosyalist” olarak tanımlanamayacağı gibi, bunların, “geçiş dönemini yaşayan toplumlar” olarak tanımlanması da mümkün değildir.
Bürokratik Devletin İdeolojisi
Sovyet bürokrasisi ve diğer bürokratik egemenlikler, temel üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyeti sayesinde var olmuş ve varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Kendi egemenliğini koruyabilmek için, bürokratik rejimin iktisadi temellerini, yani devlet mülkiyetini korumak, bürokrasinin boynunun borcu olmuştur. Kendilerini toplumun karşısında bağımsız bir güç katına yükselten bürokratik diktatörlükler, aralarındaki kimi farklılıklara rağmen, son tahlilde ortak içeriğe sahip resmi bir ideoloji yaratmışlardır. Bu resmi ideolojinin somutlanışı, “ulusal ve devletçi sosyalizm” anlayışıdır.
Sömürülü toplumlarda devletin, kendisini resmi bir ideoloji ile toplum karşısında tanımlaması genel bir olgudur. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı yapıtında, ideolojinin en üst biçimlenişi olan devletin konumunu şöyle ifade eder:
Devlet daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılar, ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.…
Şu var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuk kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler.[3]
Oysa, tarihsel açıdan yeni bir dönem başlatan proletarya diktatörlüğü döneminde, devlet olgusu da niteliksel bir değişim geçireceğinden ve artık bir yarı-devlet olarak örgütleneceğinden, toplumun emekçi çoğunluğu karşısında bağımsız bir gücü temsil etmeyecektir. Tam tersine, burada “devlet”, emekçi çoğunluğun örgütlü gücünün ta kendisi olacaktır, ya da olmalıdır. Elbette ki, bu tipte bir devletin, çoğunluğun tarihsel çıkarlarını yansıtan bir dünya görüşünden farklı ve ondan bağımsız bir ideolojisi olamaz.
Gerçek bir işçi devleti için geçerli olan bu kuralın, sözümona işçi sınıfı adına egemenlik kuran bürokratik bir devlet için de geçerli olacağını ummak zaten büyük bir yanılgı olurdu. Sovyetler Birliği’nde işçi devletinin bürokratik bir karşı-devrim sonucunda bürokrasinin devletine dönüşmesi, tıpkı genel olarak sömürülü toplumlarda olduğu gibi, devletin toplumun çoğunluğu karşısında bağımsız bir güç haline gelmesi sonucunu doğurdu. Bürokrasinin devleti, Engels’in sözünü ettiği yasayı doğrular biçimde, kendi çıkarlarını yansıtan resmi bir ideoloji yarattı. “Stalinizm” olarak adlandırdığımız bu resmi ideoloji, yalnızca Sovyetler Birliği sınırları içinde değil, Sovyetler Birliği’ndeki iktidardan aldığı büyük güçle, uluslararası komünist harekette de egemen kılındı. Kısacası, bu resmi ideoloji, kendi hegemonyası döneminde “sosyalizm” adına kurulan tüm iktidarlara şu ya da bu oranda damgasını bastı, onlara kendi bürokratik egemenlik sistemini aşıladı, bunu yerleştirdi.
Stalinist bürokrasi, üretim araçlarının devletleştirilmesini, “toplumsallaşma”, “sosyalist kuruculuk”, “reel sosyalizm” olarak sundu. Oysa daha önceki bölümlerde belirtildiği üzere, devletleştirme hiçbir şekilde toplumsallaşmayla özdeşleştirilemeyeceği gibi, böylesi bir girişim, toplumsallaşmaya doğru atılmış bir ileri adım karakterini ancak ve ancak bir işçi devletinde kazanabilirdi.[4] Bürokrasinin siyasal egemenliği altında işleyen bir devletleştirme ise, bürokrasiyi ekonomik açıdan da egemen kıldı ve onu üretim sürecinin efendisi konumuna yükseltti. Böylece, Marx’ın ifade ettiği gibi, “toplumsal artı-ürünü denetleyenin sonuçta tüm toplumu da denetleyeceği” kuralı işlemiş ve bürokrasi, politik ve ekonomik açıdan gerçek bir egemen güç olarak proletaryanın karşısına dikilmiş oldu. Bürokrasinin her şeyden önce proletarya karşısında egemenliğini sürdürebilmesi için, gerektiğinde açık baskıya başvurmanın yanı sıra, ideolojik hegemonyasını kurabileceği, pekiştirebileceği ve sürdürebileceği bir argümana ihtiyacı vardı. Bürokrasinin ideolojik hegemonyasının aracı olan bu argüman, “tek ülkede sosyalizm” çarpıtması oldu.
Nasıl ki, burjuva diktatörlüğü kendini uzun vadede emekçilere kabul ettirebilmek açısından bir “demokrasi” şalına gerek duymuşsa, bürokratik diktatörlük de bir “sosyalizm” şalına bürünüverdi. Stalinizm, resmi ideolojinin dayanaklarını herhalde ki devrimci Marksizmin perspektiflerinde arayacak değildi. Bu onun için, göz göre göre kendini intihara sürüklemek olurdu. O nedenle, bir zamanlar Marx’ın şiddetle eleştirmiş olduğu Lassalcı küçük-burjuva sosyalizm anlayışına dört elle sarılıverdi Stalinizm. Marksizmin dünya devrimi, işçi devleti, geçiş dönemi, sosyalizm ve komünizm perspektiflerine ilişkin tüm teorik cephaneliği, Stalinist egemenlik tarafından kuşatma altına alındı. Ve proletaryanın ele geçirmesini olanaksız kılacak her yola başvurularak, bu teorik cephanelik kilit altında tutuldu. Devletleştirilmiş üretim araçlarının kendisine bahşettiği egemenlik sayesinde bürokrasi, görece uzun bir tarihsel dönem boyunca, kendi egemenliğini proletaryaya “sosyalizm” diye yutturmayı başardı.
Sosyalizmi etatizm (devletçilik) ile özdeşleyen Stalinist ideolojiye göre, iktisaden geri ülkelerde Sovyet devleti ile iyi geçinen ulusal kurtuluşçu bir burjuva ya da küçük-burjuva iktidarın “devletçilik” yolunu tutmuş olması, onun “sosyalist” olarak adlandırılmasına yetmiştir. Cezayir, Yemen, Somali, Angola-Mozambik, Afganistan, Etiyopya, Nikaragua vb. gibi ülkelerde var olan rejimlerin “sosyalist” olarak adlandırılması, sosyalizm kavramının ne denli ayaklar altına alındığının yeterli ipuçlarını vermektedir. Kısacası Stalinist egemenlik dünyaya, sosyalizmle ortak noktası bulunmayan bir “sosyalizm” çarpıtmasını armağan etmiştir. Stalinizmin izinden gidenlerin “reel sosyalizm” olarak kabul buyurdukları bu çarpıtmanın, sosyalizm mücadelesine verdiği zarar inanılmayacak ölçüde büyüktür.
Stalinist bürokrasinin ideologları ve o meşhur “bilim akademileri”nin katkıları (!), Marksizmin katledilmesi için girişilen ideolojik mücadelenin kanıtlarıdır. Bunların “bilimsel” faaliyeti, Marksizmi ayakları altında çiğneyen Stalinizmi, devrimci Marksizmin eleştirilerinden korumakla yükümlü bir “memuriyet” olmuştur. Komintern’in ve Sovyet bürokrasisinin önde gelen ideologlarından olan Sovyet Bilimler Akademisi başkanlarından Kuusinen’den yapacağımız şu bir tek alıntı bile, Stalinist bürokrasinin Marksizmi nasıl katlettiğini göstermeye yeterlidir:
Sosyalist rejimde ulusal mülkiyet, devlet mülkiyetidir, çünkü üretim araçlarını elinde bulunduran toplum, bu aşamada devlet tarafından temsil edilir. Devlet tüm toplumsal üretimi, toplum adına, tek bir süreç gibi yönetir.… Sosyalist rejimde, insanların toplumun evrimini bilinçli olarak yönlendirdiği söylendiğinde, bundan anlaşılacak şey, onların bunu, sosyalist ekonominin yönetici ve örgütleyicisi rolü oynayan parti ve devletin aracılığıyla yaptığıdır.[5]
Bürokratik Rejimin Özellikleri
SSCB ve benzeri ülkelerde bürokratik egemenlik altında yaşanan süreçte, temel üretim araçlarında kapitalist özel mülkiyete son verildiği, üretim araçlarının devletleştirildiği koşullarda, artık kapitalist işleyişten söz edilemez. İşgücü özel kapitalistlere (ya da kapitalist bir devlete) satılan ve onlar tarafından satın alınan bir meta olmaktan çıkmıştır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasıyla, bunların sermaye olma niteliğine ve dolayısıyla sermaye birikimi sürecine son verilmiş olur; bunun yerine ürünlerin genel birikimi süreci geçer. Artık üretim sürecinin genelde amacı, piyasada daha çok kâr elde etmeye yönelik değişim değerleri üretimi değildir. Bürokratik kumanda ekonomisinin özsel amacı, devlet mülkiyeti temelinde ürünlerin üretimini arttırarak, yeniden üretim için gerekli olan artı-ürün birikimini sağlamaktır.
SSCB gibi bürokratik kumanda ekonomisinde, genelleşmiş meta ekonomisi son bulmuş; üretim süreci artı-değerin üretildiği bir süreç olmaktan çıkmıştır. Bu rejimde üretici kaynakların dağılımı, piyasa ekonomisinin hareket yasalarına (sermayenin piyasada en yüksek kârı elde etmeyi amaçlamasında ifadesini bulan yasalar) göre değil, egemen bürokrasinin tercihlerini yansıtan bir merkezi plana göre gerçekleşir. Fakat planlamada ölçü, fiyat göstergesi ve parasal değerlendirme olduğundan, sektörler arası girdi-çıktı işlemleri, yalnız ve yalnızca biçimsel olarak piyasadaki alım-satım işlemine benzeyen bir mali planlamanın eşliğinde yürür. Bu durum, kaynak dağılımının piyasadaki rekabet kuralına göre işlediği kapitalist piyasa ekonomisinden tamamen farklıdır. Böyle bir durumda, ekonomik işleyişin egemen karakteri, ne özel ne de devlet kapitalizmi olarak tanımlanabilir.
Şu halde, dünya ölçeğinde kapitalist egemenliğin devam ettiği bir durumda, dünya pazarının varlığı bürokratik rejim üzerinde basıncını sürdürecekse de, bürokratik devlet altındaki ekonomik işleyişin, kapitalist devlet altındaki işleyişten niteliksel farklılığı asla göz ardı edilemez. Devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimdeki ekonomik mekanizma, ekonominin temel olarak piyasa ekonomisine dayandığı ve üretim araçları üzerinde bireysel özel mülkiyet hakkının esas olduğu kapitalist bir toplumdaki “devletin iktisadi faaliyeti” ile benzeşmez. Bürokratik devlet altındaki “devletçi ekonomi”, kapitalizmin bir çeşidi, “devlet kapitalizmi” olarak nitelendirilemez.[6] Marx’ın Kapital’de çözümlediği gibi, kapitalizm ancak kapitalist rekabetin, –birleşmiş ve tekelleşmiş de olsa– “birçok sermaye”nin var olduğu ve karşısında özgür ücretli emeği bulduğu biçimde yaşayabilir. Oysaki, bürokratik rejimlerde böyle bir durum söz konusu değildir.
Birbirlerinden ulusal sınırlarıyla, çıkar çatışmalarıyla ayrılmış bürokratik diktatörlüklerde, kapitalist dünya pazarının basıncı, devletleştirilmiş dış ticaretin yanı sıra gelişen yasa-dışı bir piyasanın oluşumunda ve kapitalist ilişkilerin giderek bürokratik rejimin iç işleyişine taşınmasında somutlanmıştır. Özellikle bürokrasi içinde suyun başını tutanlar ve uyanıklar için dünya ticaretinin yarattığı cazip kazanç olanakları (kaçak ticaret, karaborsa vb.), zaman içinde bu ülkelerde gayri resmi bir piyasa ekonomisinin yaygınlaşması biçiminde kendini ortaya koymuştur.
Kapitalist toplumda alınıp satılan bir meta olan işgücünün, üretim araçlarının proletaryanın siyasal egemenliği altında devletleştirildiği durumda, bu karakterini yitireceğini belirtmiştik. Diğer yandan, bürokratik egemenlik altında bile olsa, temel üretim araçlarının devletleştirildiği ve sermaye birikimine son verildiği koşullarda işgücü yine meta karakterini yitirir. Fakat kuşkusuz, proletaryanın üretim sürecindeki konumu itibarıyla soruna yaklaşıldığında, her iki durum arasındaki niteliksel fark ortaya çıkıvermektedir. İşçi devletinin varlığı halinde, kendi kendisinin efendisi olarak toplumsal üretimi planlayacak ve sürdürecek olan proletarya, bürokratik devlet altında bu üstünlüğünü tamamen yitirmektedir. Proletarya ikinci durumda işgücünü kapitalistlere satmamaktadır ve genel olarak işgücünü satın alacak kapitalist de artık bulunmamaktadır. Fakat bir işçi devletinde olacağı gibi, artık onu bizzat kendi egemenliğine de tahsis edememektedir. Bürokratik devlet altında proletarya işgücünü, bürokrasinin egemenliğinde somutlanan devlete tahsis etmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının üretim sürecindeki pozisyonu, kapitalist toplumdaki gibi değildir. Bürokratik devlete bağımlı ve egemen bürokrasi tarafından kolektif biçimde sömürülen bir niteliğe sahiptir.
Bu noktada, bazı yanlış anlamaların önüne geçebilmek için, önemli iki hususa dikkat çekelim. Birincisi, bürokratik rejimde işçi sınıfının kapitalizme oranla değişen konumuna rağmen, artık farklı koşullarda sömürülen bu sınıfı nitelemek üzere yine de “işçi sınıfı” kavramı kullanılabilir ve bu yaklaşım doğrudur. Çünkü bu sınıf, bürokratik rejimlerin karakterini farklı değerlendiren bazı yazarların iddia ettiği üzere, ne tamamen “yeni bir sınıf”tır; ne de “köle sınıf”tır. Bu türden yanlış görüşler bir başka bölümde ele alınacağı için, burada yalnızca kısa bir değinmeyle yetinelim. Bürokratik diktatörlük altında “işçi”, ne kapitalizmde olduğu gibi “özgür” bir ücretli emekçidir; ne de tüm varlığıyla efendisine ait olan bir “köle”dir. Onun işgücünün kullanım hakkı devlete aittir ve de o bunun karşılığında, yine devlet tarafından belirlenen bir pay almaktadır. Bu payın miktarı parasal olarak hesaplanıp, işçiye bu tutarda nakdi ödeme yapılsa da, bu, kapitalizmde olduğu gibi piyasa kurallarına göre oluşan bir ücret değildir. Fakat öte yandan, işgücünün kapitalizm koşullarındaki özgür ücretli emekten farkı belirtildikten sonra, bürokratik diktatörlüklerde işgücüne yapılan ödemeyi “ücret” olarak nitelemekte de bir sakınca yoktur.
Artı-değer üretiminin genel olarak son bulduğu bürokratik rejimde, proletaryanın artı-emeğine el konulma biçimi, bu sosyo-ekonomik formasyonun sırlarını açığa vuracaktır. Marx bu kurala ilişkin olarak Kapital’in üçüncü cildinde şöyle der:
Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öge olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir.[7]
Bürokratik rejimde, “ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi” nasıl ifade edilebilir? Devleti mülk edinen bürokrasinin, toplam işgücünü istihdam eden merkezi egemen bir güç olarak, toplumsal emek ürününün dağılımında da tek söz sahibi olmasıyla. Bu durum, yöneten bürokrasi ile yönetilen proletarya arasındaki ilişkileri belirlediği gibi, bürokratik rejimdeki üretim ilişkilerinin de ifadesidir. Ve üzerinde bürokratik rejimin siyasal biçiminin yükseldiği maddi temeldir. İşçi devletinde üretim koşullarının efendisi olan proletarya, üretimin planlanmasında “neyin, ne kadar, nasıl” üretileceğine karar veren politik ve ekonomik egemenlik kaynağı iken, bürokratik rejimde bu güç kaynağı bürokrasiye ait olmaktadır. Egemen bürokrasinin amacı, bürokratik devletin varlığını sürdürmek için genişletilmiş yeniden üretim sürecinin çarklarının dönmesini sağlamaktır. Genelde bürokratik merkezi planlamaya dayanan ekonomi, değişim değeri üretimini amaçlamadığından ve kapitalist piyasa mekanizmasının kurallarına boyun eğmek zorunda olmadığından, bir anlamda toplumun zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak kullanım değerleri üretiminin planlanması olarak algılanabilir. Fakat aslında, egemen bürokrasinin çıkarları, kaprisleri ve iç çatışmaları nedeniyle bu planlama her zaman rasyonel değildir ve en önemlisi üreticilerin gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Bürokratik rejimin özü, bürokrasinin üretim koşullarına egemen olması; üretim sürecini işçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından değil, bürokratik devletin korunması ve güçlendirilmesi bakımından düzenlemesidir.
Bürokrasinin merkezi planlaması temelinde toplumsal ürün başlıca şu kısımlar itibarıyla dağıtılır: 1) bürokrasinin kendi tüketim ihtiyacını (lüks ve konfor da dahil) karşılamak amacıyla el koyduğu kısım, 2) toplumsal kalkınma ve büyüme için ayrılan kaynaklar, 3) çalışanların işgüçlerini yeniden üretebilmeleri için gerekli olan kısım, çeşitli sosyal fonlar vb. Bu dağılımın, devlet mülkiyeti üzerinde mutlak söz sahibi olan egemen bürokrasi tarafından planlandığı göz önünde tutulursa, proletaryanın payına düşecek kısmın, proletaryanın egemenlik koşullarında olabilecek olanın çok altında kalacağı açıktır.
Bir kere, proletaryanın ulusal gelirdeki genel ücret diliminin belirlenmesinde hiçbir söz hakkının olmaması (bağımsız sendikal örgütlenme yok, ücret pazarlığı yok, grev yok!) bir yana, o, devasa bir bürokratlar güruhunun tüketim ihtiyacını karşılamaktadır. Bu koşullar altında, bürokrasinin proletaryanın ücret düzeyini adilâne bir şekilde hesaplayabileceğini düşünmek, gerçeklikle alay etmek olur. Bu ülkelerdeki işçi ücretlerinin sağladığı geçim düzeyi ileri kapitalist ülkelerdeki düzeyle karşılaştırıldığında, çoğunlukla genel ortalamanın altında kalmaktadır. Bunun bir nedeni, bu ülkelerdeki emek verimliliğinin dünya piyasalarındaki düzeyden düşük olmasıdır. Fakat istatistik rakamları, işçiye ödenen ücretin onun verimliliğinin de altında seyretmekte olduğunu göstermektedir. Yani, bürokratik devletin işgücünün “tek istihdamcı”sı olduğu koşullarda işçi sınıfına biçtiği ücret, hiç de gerçek bir yaşam güvencesine işaret etmemektedir. Bu nedenle, yaşam standardını yasal engellere rağmen yükseltme kavgası, bürokratik diktatörlük altında da hükmünü icra etmiş ve pratikte ortaya iki ayrı ekonomik işleyiş çıkmıştır: resmi ve gayri resmi ekonomi! Resmi ekonominin işçi sınıfı açısından yarattığı tatminsizlik (işçinin ürünlerden aldığı payın yetersiz kalması) nedeniyle kaçak olarak yürütülen ek işler temelinde gayri resmi bir iş piyasası oluşmuştur.
Fakat ürünlerin dağılımında proletarya açısından ortaya çıkan bu olumsuz tabloyu, salt dağılım sürecindeki eşitsizlikler olarak algılayıp, bunun temelinde yatan nedenler üzerine eğilmemek yanlış bir yaklaşım olur. Çünkü, ürünlerin dağılım koşulları, üretim koşullarının dağılımının, yani sınıfların üretim sürecindeki karşılıklı pozisyonlarının dağılımının bir sonucudur. Marx bu gerçekliği, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş başlıklı yazısında şöyle ifade etmektedir:
En basit anlayışla dağıtım, ürünlerin dağıtımı ve böylelikle üretimden uzak ve bu yüzden de ondan bağımsız bir şey gibi görünmektedir. Ama dağıtım, ürünlerin dağıtımı olmaktan önce, şunlardır da: 1. üretim araçlarının dağıtımı ve 2. aynı ilişkinin başka bir belirlenmesi olan toplumun üyelerinin çeşitli üretim cinsleri arasında dağıtımıdır. (Bireylerin belirli üretim ilişkilerine tâbi tutulması.) Ürünlerin dağıtımı, besbelli ki, üretim sürecinin içinde bulunan ve üretimin yapısını belirleyen bu dağıtımın sonucundan başka bir şey değildir.[8]
Üretim araçlarının dağıtımı açısından bürokratik rejim, egemen bürokrasinin devletin mülkiyetindeki üretim araçlarının tasarruf hakkını (nerede, nasıl kullanılacağına karar verme hakkını) kolektif olarak tekelinde tuttuğu bir gerçekliği yansıtır. Bu durumda proletarya, işçi devletinde sahip olabileceği “üreten ve yöneten” sınıf olma konumuna sahip değildir. İşçi devletinde proletaryanın bağrında birleşerek ortadan kalkacak olan “üreten-yöneten” ayrımı, bürokratik rejimde varlığını sürdürür. Proletaryanın nasibine “üretmek”; bürokrasinin nasibine “yönetmek” düşer.
İşte bu nedenle bürokratik devlet altında ürünlerin dağılımındaki eşitsizliği açığa vuracak kriter, salt bürokratın maaşıyla işçinin ücretinin karşılaştırılması değil, bu ikisinin üretim koşulları açısından farklı pozisyonlarının karşılaştırılmasıdır. Doğrudan üreticilerin üretim sürecinde “yönetilen” pozisyonlarını sürdürmekte olduğu koşullar altında bunlar, “yöneten” sınıfın yaşaması için gerekli tüketim maddelerini de üretmek zorundadırlar. Bir işçi devletinin varoluşu halinde işçi sınıfı açısından son bulabilecek olan bu zorunluluk, bürokratik devlet altında varlığını sürdürmektedir. Özel mülk sahibi varlıklı sınıfların bulunmadığı bürokratik rejimde, devlet mülkiyeti üzerinde kolektif egemenlik yetkisine sahip olan bürokrasi, proletaryanın toplumsal artı-emeğine el koyan, onu sömüren egemen bir sınıftır. Yani, bürokratik rejimde kapitalizme özgü artı-değer sömürüsü olmasa da, artı-emeğin sömürüsü vardır ve bu rejimler sömürülü toplumlar sınıflaması içinde yer alırlar. Bu nedenle de, Marx’ın Kapital’deki genellemesi, bu toplumlar için de geçerlidir:
Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde, işçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli iş zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazladan bir iş-zamanı eklemek zorunda kalmıştır; üretim araçlarının tekelini elinde bulunduran bir kimse ister Atinalı soylu, Etrüsklü teokrat, Romalı vatandaş, Norman baronu, Amerikalı köle sahibi, Eflaklı boyar, modern toprak sahibi ya da kapitalist olsun, bu, hep böyledir.[9]
Demek ki, söz konusu ülkelerde bürokrasinin ayrıcalıklı konumu, tüketim araçlarının dağılımındaki yolsuzluklardan, haksızlıklardan çok fazla bir şeydir. Tüketim araçlarının bölüşümünde, bürokrasinin işçi sınıfı aleyhine aldığı aslan payı, birincinin yöneten, ikincisininse yönetilen bir sınıf olmasından kaynaklanmaktadır. Egemen bürokrasiyi, işçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından yargılarken bakacağımız asıl yer burası olmalıdır. Yoksa, bürokratların salt özel ayrıcalıkları, daçaları vb. ile uğraşmakla yetinmek, görünüşe takılıp özü görememek anlamına gelir. Zaten, işi bu noktaya çekmek isteyen de uluslararası burjuvazidir. O, bu realitenin eşliğinde sosyalizme kara çalabilmek için, dikkatleri işin özünden, yani bu rejimlerin sosyalist olmadığı gerçeğinden kaydırmak zorundadır.
Tarihsel Kazanım mı?
İşçi sınıfının bürokratik rejimde “yönetilen” sınıf olma konumunu sürdürmesi, en çarpıcı yansımasını kaçınılmaz olarak bürokratik devletin çalışma rejiminde bulmaktadır. Bürokratik devlet altında çalışma hakkının yasalarla “güvence” altına alınmış olması, yasal olarak işsizliğe son verilmiş bulunması, bu durumu proletaryanın “tarihsel bir kazanımı” olarak ilân etmek için yeterli değildir. Bürokratik devlet altında işçi sınıfının sahip olduğu “iş güvencesi”, proletaryanın kendi devleti sayesinde sahip olabileceği gerçek iş güvencesi ile karıştırılmamalıdır. Bu ikisini aynı şey olarak görüp özdeşlemek, proleter devrimin gerçekleşmediği fakat daha baştan bürokratik bir egemenliğin kurulduğu koşullarda da devlet mülkiyetini işçi sınıfının tarihsel kazanımı olarak değerlendirmek anlamına gelecektir. Böylesi bir yaklaşım, bürokratik devletin işçi sınıfını içine düşürdüğü pozisyonu (despotik-bürokratik devletin işçisi), proleter devrimin tarihsel kazanımlarıyla (proletaryanın egemen sınıf, kendi kendisinin efendisi olması) bir tutmak anlamına gelecektir. Bu durumda proleter devrimin gerekliliği fikri sararıp solacak, böyle bir devrim olmadan da, işçi sınıfının salt devlet mülkiyeti sayesinde pekâlâ tarihsel bir kazanım elde edebileceği düşüncesi güç kazanacaktır.
Devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimde, işçi sınıfının kapitalizmde sahip olamayacağı bir istihdam imkânı elde ettiği doğrudur. Bu durum işçi sınıfına, kapitalizm altında yaşayacağı işten atılma korkusu ve işsiz kalma tehdidine oranla bir güvence olarak da görünebilir; o bu hakkını korumak da isteyebilir. Fakat bütün bunlar yine de bürokratik rejim altındaki iş güvencesini, işçi sınıfının devriminin ürünü olan bir tarihsel kazanıma dönüştürmeye yetmez.
Bürokratik rejimler, kapitalizmin serbest piyasa kuralından (işçi işgücünü satmakta, patronsa bunu satın almakta özgürdür!) farklı olarak, koşulların devlet tarafından belirlendiği bir çalışma rejimi altında, genel olarak çalışabilir durumdaki tüm bireylere iş sağlamak durumundadır. Genel olarak diyoruz, çünkü bürokratik rejimlerde de işsizliğe mutlak olarak son verilmemiştir. “İstihdam güvencesi”, devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimlerin egemenliklerini sürdürebilmelerinin koşuludur. Çünkü bürokratik devlet, statükoyu koruyabilmek, işçi sınıfını hareketsiz durumda tutabilmek için yapısal olarak bazı tavizlere dayanmak zorundadır. Ama, işçi sınıfının kendisine yabancılaşan bir devlet karşısında her türlü sendikalaşma, grev vb. hakkının elinden alındığı, ücret ve çalışma koşullarının tek taraflı olarak egemen bürokrasi tarafından belirlendiği bir çalışma rejimini “tarihsel kazanım” olarak değerlendirmenin akla uygun bir nedeni de bulunmamaktadır. Aslında kavranması gereken gerçeklik şudur: İşçi sınıfının egemen olmadığı ve kendini egemen bürokrasinin devletine karşı korumak için gerekli demokratik haklardan da yoksun bulunduğu bir durumda, yine de toplumsal istikrarı koruyabilmenin özel bir yolu olmalıdır. İşte bürokratik rejimlerde işçi sınıfına sağlanan “iş güvencesi”nin, düşük kiraların, parasız sağlık hizmetlerinin, parasız kreş, eğitim, genel kapsamlı bir emeklilik hakkının vb. nedeni, bürokrasinin işçi sınıfına duyduğu bağlılık (!) değil, bu zorunluluktur. Nitekim, bürokratik rejimlerin çözülüşüyle birlikte bu güvencelerin ortadan kalkması ve proletaryanın iş ve yaşam garantisini artık kendisinin fiili mücadelesine dayandırmaktan başka bir seçeneğinin kalmaması da bu durumun göstergesidir.
Tepeden inme bürokratik hiyerarşiye dayanan “çalışma disiplini”, işçi sınıfının çalışma zorunluluğu karşısındaki tutumunu da belirlemiştir. Sovyetler Birliği’nde ve benzeri ülkelerde işçinin devlete karşı “pasif direnişi” olarak adlandırılan “iş disiplinsizliği”, işçinin içine düştüğü derin yabancılaşmanın dışa vurumudur. Geçiş döneminin özelliklerini incelerken şöyle demiştik: İşçinin artık kendi kendisinin patronu olarak düzenleyeceği bir çalışma rejimi, henüz gelecekteki sınıfsız topluma özgü bir ferahlığa sahip olamasa da, proletaryanın kendisine yabancı bir güç tarafından, örneğin egemen bürokrasi tarafından zorlanmasının yaratacağı sorunları yaratmaz. Buna şimdi şu ekleme yapılabilir: Proletaryanın üretim sürecinde ipleri kendi elinde tuttuğu, fedakârlık gerekiyorsa buna kendi bilinciyle karar verdiği bir durumla; kendisine yabancı bir güç, bürokrasi tarafından zorlanarak çalıştırıldığı koşullar asla birbirine benzetilemez.
Birinci durumda, sonuçta bir yorgunluk çekilse bile işçilerin üretim sürecine yabancılaşmaları söz konusu değildir. İkinci durumda ise, işçi yabancılaştığı bir çalışma rejiminden intikamını, pasif direnişle, mümkünse işten kaytarmakla vb. almaktadır. Proletaryayı, bürokratik rejime karşı pasif bir direniş içgüdüsüyle tembelliğe, işten kaytarmaya, alkolizme, büyük bir dejenerasyona iten bir “iş güvencesi”, yine de kapitalizmin işsizlik belâsına göre bir anlam ifade etse bile, asla proletaryanın gerçek bir tarihsel kazanımı olarak görülemez. Diğer yandan, bürokratik rejimin bir özelliği olarak, egemen bürokrasi de kendi tüketim ihtiyaçlarının karşılanmasında tatmine ulaştığında, üretim sürecine bürokratik bir vurdumduymazlıkla yaklaşabilmektedir. Fakat bu durum, bu ülkelerdeki çalışma rejiminin, işçilerin iş bulup bulmama konusunda kaderlerinin yine de bürokratların ağzından çıkacak bir çift söze bağlı olacak tarzda düzenlendiği gerçeğini değiştirmez.
Bürokrasi Devletlû Bir Sınıftır
Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde, devlet bürokrasisinin devleti mülk edindiğini, devletin bürokrasinin “özel mülkiyeti” olduğunu belirtir. Bu durum, örneğin kapitalist toplumda devlet bürokrasisine ayrıcalıklı bir konum bahşetmiş olsa da, bürokrasiyi bağımsız bir sınıf katına yükseltmez. Hatta, burjuva düzeni sarsan büyük kriz dönemlerinde, bu bürokrasi siyasal alanda görece bağımsız bir konum kazanmış olsa bile, son tahlilde yine de burjuva sınıfın içinde bir yönetici kast, sosyal bir tabaka olmaktan öteye gidemeyecektir. Marx ve Engels, burjuva sınıfın bir parçasını oluşturan kapitalistlerle; diğer parçasını oluşturan, burjuva devletin yönetim işinde uzmanlaşmış politikacılar, yazarlar, idareciler vb. arasındaki olası bir karşıtlığın çözümlenmesine ilişkin genel ipucunu, Alman İdeolojisi’nde vermektedirler:
İşbölümü, egemen sınıf içinde de, zihinsel iş ile maddi iş arasındaki bölünme biçiminde kendini gösterir, öyle ki, bu aynı sınıfın içerisinde iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır.
Ve şöyle devam ederler:
Bu sınıfın içerisindeki bu bölünme, hatta, mevcut bu iki kesimin belli bir karşıtlığıyla ve belli bir düşmanlığıyla sonuçlanabilir. Ama, bu sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi, bu karşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayacağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür.[10]
Böylece Marksist yaklaşım, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, son tahlilde egemen olanın üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan unsurlar olacağını belirler. Bu tür toplumlarda siyasal alan belirli koşullar altında görece bağımsız bir güç kazansa da, son tahlilde iktisadi alana bağımlıdır.
Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan sınıflı toplumlarla, üretim araçlarının devlet mülkiyeti altında bulunduğu sınıflı toplum biçimi (tarihsel bir kategori olarak Asyatik toplum biçimi) arasındaki ayrımın odak noktasında devlet sorunu yer almaktadır. Birinci gruba giren toplumsal biçimlenmelerin tümünde, devlet toplum karşısında ne denli “bağımsız” bir görünüme bürünürse bürünsün, son tahlilde iktisaden egemen olan sınıfın, yani üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan sınıfın devletidir. İkinci grupta yer alan toplumsal biçimlenmede ise, iktisadi alanla siyasi alan iç içe geçmiş ve egemenlik sorunu “devletin sahipliğinde” somutlanmış olmaktadır. Temel üretim araçları üzerindeki mülkiyetin egemen eğilim olarak devlet mülkiyetine dayandığı toplumsal biçimlenmede, devleti yani siyasal erki elinde tutan, iktisadi erki de elinde tutacaktır. Böyle bir durumda, devleti mülk edinme konumu, iktisadi açıdan egemen olanı belirleyecektir.
Proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının egemen pozisyonunu açıklamaktaki temel kalkış noktasını, tam da bu gerçeklik oluşturur. Marksizm, proletaryanın siyasal devrimle kendini siyasal açıdan egemen konuma yükseltmesinin hemen ardından, temel üretim araçlarının devletleştirilmesine girişerek, kendini iktisaden de egemen sınıf olma pozisyonuna yükseltmesini şart koşar. Çünkü, bu üretim araçlarının burjuvazinin özel mülkü olmaya devam ettiği bir durumda, proletaryanın kazandığı siyasal egemenliği elinde tutabilmesi yalnızca bir hayal olabilir. Proletaryanın egemenliğini sürdürebilmesi, ancak ve ancak, işçi devletinin temel üretim araçlarının mülkiyetini tekeline alması sayesinde olanaklıdır. Fakat, işte tam da burada bir başka yaşamsal sorun öne çıkmaktadır. Eğer ki devlet, proletaryanın bizzat kendisini egemen sınıf olarak örgütlediği bir yapılanmaya değil de, kendisini proletarya yerine ikame eden yeni efendilerin (bürokrasinin) örgütlenmesine dayanıyorsa, artık işçi sınıfının ne siyasal ne de iktisadi egemenliğinden söz edebilmek olanaklı değildir. Çünkü, iktisadi egemenliğin kaynağı olan mülkiyetin devlet mülkiyetine dayandığı bir durumda, devleti mülk edinen güç, hem siyasal hem de iktisadi erkin sahibi olacaktır.
Konumuzu oluşturan bürokratik rejimlerde, devlet bürokrasinin mülküdür. Bu nedenle bu bürokrasi, siyasal ve iktisadi açıdan erkin sahibi bulunan, egemen bir sınıftır. Toplumdan bağımsızlaşarak toplumun tepesine çöreklenmiş, örgütlü kolektif bir gücü temsil etmektedir. Üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyetinin tasarruf hakkına kolektif olarak sahip bulunan, “kolektif sömürücü” bir egemen sınıftır bürokrasi.
Şimdi bu noktada başa dönüp, Marx’ın “bürokrasinin devleti mülk edindiği” yolundaki açılımı hatırlanmalı. Özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda bürokrasi, ne kadar bağımsızlaşırsa bağımsızlaşsın, son tahlilde, iktisadi egemenliği elinde tutan sınıfın (özel mülkiyet sahibi sınıfın) bağımlı bir unsuru olarak kalır. Oysa devlet mülkiyetine dayanan toplumsal biçimlenmede, eğer devlet bürokrasiye aitse, o takdirde bu “bürokrasi” kendi dışında hiçbir gücün bağımlı unsuru, eklentisi vb. olmayacaktır.
Ya da “olmayacaktır” saptamasından önce, “olabilir mi?” sorusu da sorulabilir. Üretim araçlarının devletleştirilerek varlıklı sınıfların egemenlik koşullarına son verildiği bir durumda, bürokrasinin son tahlilde “bağımlı” olacağı varlıklı bir sınıf var mıdır? Kuşkusuz yoktur. Peki, yine aynı koşullarda, devleti mülk edinmiş bulunan bu bürokrasi, son tahlilde proletaryaya “bağımlı” olan bir sosyal güç, bir kast olarak tanımlanabilir mi? Böyle bir tanımlamanın yapılabilmesi için, proletaryanın bürokrasiyi kendine bağımlı kılacak egemenlik kaynağını elinde tutuyor olması gerekirdi. Fakat proletarya, özel mülkiyet sahibi bir sınıf olmadığına göre, onun görüp görebileceği tek mürüvvet, bir anlamda “devleti mülk edinmek” yani kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemek olabilirdi. Bu da bir işçi devletinin fiilen varoluşundan, mevcut devlet yapılanmasının bizzat proletaryanın siyasal egemenliğinde somutlanmasından başka hiçbir şey olamazdı.
Proletaryanın siyasal egemenliğinden söz edilemeyeceği koşullarda, onun bir biçimiyle de olsa devlet üzerindeki egemenliğinden, devlete sahipliğinden asla söz edilemez. Bu nedenle, ister daha baştan bürokratik bir devlet olarak kurulmuş örneklerde olsun, isterse işçi sınıfının siyasal egemenliği bürokratik karşı-devrim sonucunda bürokrasiye kaptırdığı Sovyetler Birliği örneğinde olsun, işçi sınıfı iktisaden de egemen bir sınıf değildir. Öte yandan, egemen sınıfı bulunmayan bir sınıflı toplum olamaz.
İşte, bürokratik rejimlerin kendine özgü karakteristiği de tam bu noktada sivrilivermektedir. Devlet mülkiyetine dayanan bu rejimlerde siyasal ve iktisadi erkin sahibi olan bürokrasi bir siyasal kast değil, egemen bir sınıftır. O halde bürokratik rejimlerde “bürokrasi” olgusu, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda bu kavramın ifade ettiğinin çok ötesinde bir anlam ifade eder. O artık varlık nedenini, egemen bir sınıfın hizmetinde oluşundan almamaktadır; bizzat kendisi hizmet ettiren egemen güçtür.
“Sosyalist” olarak adlandırılan ülkelerde, kendine özgü bir sınıf egemenliği sistemi kurmuş olan bürokrasinin tarihteki bu özgün konumu, dünya solunun büyük bir kesiminin bu rejimlerin niteliği konusunda içine düştükleri tarihsel yanılgının esas nedenini oluşturur. Niçin bürokrasinin “özgün” konumu ibaresini kullanıyoruz? Şundan: Doğu’nun arkaik-Asyatik despotik devletleri (Mısır, Sümer, Hint, Çin uygarlığı) ve daha geç dönemdeki Rus, Moğol, Selçuklu, Osmanlı vb. gibi despotik yapılar hariç tutulursa, genel olarak özel mülkiyete dayalı Batı toplumlarında (köleci ve feodal dönemler de dahil olmak üzere), 20. yüzyıla gelene değin hiçbir dönemde, bürokrasinin bağımsız bir sınıf oluşturduğuna ve toplumda böylece egemen sınıf konumuna yükseldiğine tanık olunmamıştır.
Nitekim, hem köleci devlette, hem feodal devlette, hem de modern kapitalist devlette bürokrasinin konumu esasta hep aynı kalmıştır. Kuşkusuz ki bürokrasi, bu tarihsel dönemler itibarıyla devletin geçirdiği değişime bağlı olarak, örgütlenme biçimleri bakımından önemli değişiklikler geçirmiştir; ama özsel niteliği bakımından, yani sosyal işlevi bakımından hep aynı kalmıştır: Toplumsal örgütlenmede, egemen sınıfın çıkarlarının hizmetinde iş gören ve egemen sınıfa bağımlı bir sosyal tabaka. İlk sınıflı toplumların ortaya çıkışından ve dolayısıyla ilk devletlerin örgütlenişinden 20. yüzyıla gelene değin, Batı toplumlarında bürokrasinin bu konumunu değişikliğe uğratan tek bir istisnai duruma rastlanmaz.
Batı gelişme çizgisinde ortaya çıkan sınıflı toplumlarda (köleci, feodal, kapitalist), egemen sınıfa bağımlı toplumsal bir tabaka olarak kalan bürokrasinin, bağımsız bir sınıf oluşturabildiğine dair tarihsel örnekleri bize yalnızca Doğu toplumları sunmaktadır. Eski Asyatik toplumların tarihsel evrimini incelediğimizde görmekteyiz ki, burada bürokrasi bağımsız bir sınıf oluşturabilmiş ve hatta despotik devleti yöneten egemen bir sınıf konumuna yükselebilmiştir. Doğu’da ya da eski Asyatik üretim tarzlı toplumlarda karşılaşılan bu özgünlük, Batı’ya nazaran “istisnai” bir gelişim çizgisi olarak görülmüş olsa da, aslında insan topluluklarının tarihsel evriminde ve erken uygarlıkların doğuşunda özellikle daha ağırlıklı bir yer tutmaktadır.[11]
Demek ki, despotik-bürokratik diktatörlüklerdeki bürokrasinin egemen bir sınıf değil de “ayrıcalıklı bir kast” olduğunu iddia eden görüşlerin yanılgısını oluşturan başlıca nokta, bürokrasi olgusunun yalnızca özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda (Batı gelişme çizgisi) taşıdığı karakterden hareketle değerlendirilmesidir. Öte yandan, Marksizmin “sınıf” olgusuna ilişkin genel nitelendirmeleri, Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerdeki bürokrasinin bağımsız bir sınıf olamayacağına değil, bürokrasinin söz konusu toplumsal yapılanmanın içerdiği özgüllükler (devlet mülkiyeti) temelinde irdelenmesi gerektiğine işaret eder.
Troçki, İhanete Uğrayan Devrim’de özet bir vurgulamayla sınıf olgusuna şöyle değinir: “Sınıflar, ekonominin toplumsal sistemi içindeki konumlarıyla ve özellikle üretim araçlarına olan ilişkileriyle nitelenir.”[12]
Lenin ise şöyle vermektedir sınıf tanımını:
Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.
Lenin’in bu tanımlamasında yer alan son cümle ise şöyledir: “Sınıflar insan gruplarıdır, ve bunlardan biri, belirli bir toplumsal ekonomi sistemi içinde tuttuğu farklı yer sayesinde diğerinin emeğine el koyabilir.”[13]
Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerde böyle bir sömürüden söz etmek mümkün müdür? Bunun mümkün olmaktan öte, bir gerçeklik oluşturduğu “bürokratik rejimlerin özellikleri”nin incelendiği bölümde gösterilmeye çalışıldı. Bu sömürü, kuşkusuz kapitalist toplumdaki artı-değer sömürüsünden farklı olan ve bürokratik rejimin özgüllüğünü oluşturan bir artı-emek sömürüsü çeşididir. Ayrıca da, sömürünün sadece özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlara ilişkin bir durum olduğu noktasından hareket edenlerin, bürokratik rejimlerin, genel toplumsal biçimlenmeler içinde oturacağı yeri ayırt edebilmeleri olanaksızdır. Böyle bir yanılgı içine düşenler, bürokratik devlet altındaki sosyo-ekonomik formasyonu, proletarya diktatörlüğü altında sınıfların ortadan kaldırıldığı geçiş dönemi ile karıştıracaklardır. Ya da bu ülkelerdeki sömürü olgusunu kabul etmekle birlikte, bunu bir artı-değer sömürüsü olarak değerlendirenler, söz konusu bürokratik rejimleri, “devlet kapitalizmi” olarak niteleyeceklerdir.
Oysa konuya Marx’ın materyalist tarih anlayışıyla yaklaşırsak, toplumların evriminde ortaya çıkan “sömürü” olgusunun, “yöneten-üreten” ayrımının ve genel olarak toplumların sınıflara bölünmesinin, yalnızca özel mülkiyetin doğuşuna bağlı olmadığını görürüz. Bunlar özel mülkiyetin bulunmadığı ve toprakların mülkiyetinin devlete ait olduğu Asyatik üretim tarzlı toplumlarda da ortaya çıkmıştır. Ne var ki, devlet mülkiyetinin hakim olduğu Asyatik üretim tarzında, sömürü olgusu ve sınıf ayrımı, özel mülkiyete dayanan Batılı sınıflı toplumlardan daha farklı ve “örtülü” yönler içerir. Eski Doğu’daki toplumsal yapının bu farklılığına işaret eden Marx, bu konuya Asyatik toplum yapısını çözümlediği yazılarında değinmektedir. Kapital’in üçüncü cildinde, “Asyatik toplumda devlet”in niteliğini vurguladığı satırlarda şöyle der Marx:
Eğer doğrudan üreticiler özel bir toprak sahibiyle karşılaşmayıp, Asya’da olduğu gibi toprak beyleri ve aynı zamanda hükümdarları olarak başlarında duran bir devletin doğrudan emri altında iseler, o zaman, rant ve vergiler çakışır ya da daha doğrusu, burada, toprak rantının bu biçiminden farklı olan hiçbir vergi bulunmaz. Böyle koşullar altında, bu devlete bağlı olan herkes için geçerli olandan daha güçlü bir siyasal ya da iktisadi baskının varlığına gerek yoktur. Devlet, bu durumda en yüksek beydir. Burada egemenlik, ulusal çapta yoğunlaşmış olan toprağın sahipliğinden oluşur. Ama öte yandan, toprağın gerek özel, gerek ortaklaşa zilyetliği ve tasarrufu olmasına karşın, toprağın özel mülkiyeti yoktur.[14]
Takip eden satırlarda ise Marx, ister özel mülkiyete ister devlet mülkiyetine dayansın, “ödenmemiş emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçiminin, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öge olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi belirleyeceğini; bunun üzerinde, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumunun, böylece de aynı zamanda onun siyasal biçiminin yükseleceğini” belirtmektedir.
Daha önceki açıklamalarda, Marx’ın bu açılımının eşliğinde, bürokratik rejimde “ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi” şöyle ifade edilmişti: “Devleti mülk edinen bürokrasinin, toplam işgücünü istihdam eden merkezi bir güç olarak, toplumsal emek ürününün dağılımında da tek söz sahibi olması.” Ayrıca, devlet mülkiyetine dayalı sınıflı toplumlarda, sınıf ayrımı ve sömürü olgusunun, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlara oranla “örtülü” yönler içereceği de vurgulandı. Bu duruma tarihte yer almış Doğu despotizmi tarzındaki devletlû egemenliklerden bir örnek vermek istersek, fazla uzağa gitmeksizin, yaşadığımız topraklar üzerindeki Osmanlı tarihinin belirli bir kesitini hatırlamak yararlı olacaktır.
Burada bizi ilgilendiren, Asya toplumlarında varlık sürdürmüş despotik[15] devletlerden birini oluşturan Osmanlı Devleti’nin dirlik düzenidir. Yani topraklar üzerinde Osmanlı Devleti’nin mülkiyetine dayanan bu düzen bozulmadan önceki durumdur. Bu durum merkezi devlete, topraklar ve tebaası üzerinde “koruyucu”, “gözetici” bir görüntü vermekteydi. Resmi devlet ideolojisine göre, topraklar tanrı adına, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaydı. Ve bu topraklar, devletlû sınıfın (Osmanlı bürokrasisinin) otoritesi altında işletilebilirdi ancak. Osmanlı toplum yapısına ilişkin incelemeleriyle tanınan bilim adamı Niyazi Berkes, Osmanlı’da “mülk” kavramı ile ilgili olarak şöyle diyor:
Bugün “mülk” dediğimiz zaman “mülkiyet hakkı” dediğimiz hakkın gereği olan bir maliklik veya sahiplik anlarız. Halbuki Osmanlı sisteminde “mülk” devletin sahibi olduğu şey demektir ve bu bir güçtür; gücün toprak üstündeki görüntüsüdür. Osmanlı sisteminde “mülk” devletin elinde olan güçtür. Arapçadan gelen bu sözcüğün batı dillerindeki karşılığı “dominium”dur. Halbuki Fransızcayı alırsak mülkiyet konusu olan mülke “propriété” denir. Bizim bugünkü “mülk” sözcüğümüz bu sonuncu anlama gelir. Osmanlı düzeninde ise “mülk” ve “devlet” aynı şeylerdir. Devletin temeli mülktür, yani topraklar üzerine egemenlik ve “dominium”dur.
Toprak üzerindeki devlet mülkiyeti ise (yani Osmanlı tabiri ile mülk ise) alınmaz, satılmaz, feragat edilmez, mirasla da geçmez. Siyasal otorite olduğu sürece o hak vardır ve onunla durur. O hak olmadı mı, siyasal otorite de yok olur, ya da siyasal otorite yok oldu mu o hak da yok olur.[16]
İşte Sovyetler Birliği ve benzeri rejimler, temel üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin sonuçları açısından, yukarıdaki satırlarda dile gelen gerçeklikle benzeşmektedir. Her ikisinde de ortak nokta, “alınmaz, satılmaz, feragat edilmez, mirasla da geçmez” olan devlet mülkiyetidir. Bu devlet mülkiyeti sayesinde egemenlik sürdüren bir devletlû sınıfın (yönetici seçkinler) varlığıdır söz konusu olan. Tıpkı eskinin Asyatik hükümranlıklarında olduğu gibi, yakın zamanların despotik-bürokratik diktatörlüklerinde de (örneğin SSCB’de), siyasal otorite olduğu sürece “o hak” (devlet mülkiyeti üzerindeki egemenlik hakkı) vardır ve onunla durur. O hak olmadı mı siyasal otorite de yok olur, ya da siyasal otorite yok oldu mu o hak da yok olur. SSCB ve benzerlerinde, bürokrasisinin üretim araçları üzerinde devleti temsilen egemenlik hakkı oluşmuştu. Bürokrasinin iktisadi egemenliğinin kaynağı da buradan geliyordu.
Söz konusu toplumlarda bürokrasinin bir egemen sınıf olarak kabul edilemeyeceği görüşünde ısrar edenlerin ileri sürdüğü bir gerekçe de, bürokrasinin üretim araçlarının fiili mülkiyetine sahip olmamasıdır. Oysaki devlet mülkiyetine dayanan bir toplumda sınıf egemenliğinin kaynağı başka bir yerde aranmalıdır. Bu, devlet mülkiyeti üzerindeki kolektif egemenlik hakkıdır. Bürokrasinin, özel mülkiyet sahibi bir sınıf gibi miras yoluyla aktaracağı sermayesi ve sermayedar konumu yoktur. Fakat bürokrasi, çocuklarını geleceğin bürokratları olarak yetiştirme ayrıcalığını (eğitim sisteminde bürokrasinin çocuklarına sağlanan ayrıcalıklı konum) elinde tuttuğundan, “devleti mülk edinme” pozisyonunu babadan oğula bu yolla aktarabilir. Bunun yanı sıra, Osmanlı toplum yapısında devlet mülkiyetinin (toprakta dirlik düzeninin) özel mülkiyet yönünde çözülüşü örneğinde (toprakta derebeylik düzeninin oluşumu) görüldüğü gibi, incelememize konu olan bürokratik rejimlerde de, kapitalist restorasyon sürecinde devlet mülkiyeti çözülmektedir. Böylece, daha önce devlet mülkiyeti üzerinde kolektif otoriteye sahip olan bürokrasinin pek çok unsuru, çözülüş sürecinde fiili mülkiyet hakkını ele geçirmekte ve burjuvalaşmaktadır. Troçki 1936’da, sanki bugün yaşanmakta olanları anlatırcasına şöyle demekteydi:
Denebilir ki, ona gerekli geliri sağladığı sürece büyük bürokrat hakim mülkiyet biçimlerinin ne olduğuna pek aldırış etmez. Böyle bir sav yalnızca bürokratın kendi haklarının istikrarsızlığını değil aynı zamanda onun çocukları sorusunu da göz ardı etmektedir. Yeni aile tapınması gökten zembille inmemiştir. Ayrıcalıklar eğer insanın çocuğuna aktarılmıyorsa kıymetlerinin ancak yarısı kadar ederler. Ama vasiyet hakkı mülkiyet hakkının ayrılmaz parçasıdır. Bir tröstün direktörü olmak yeterli değildir; aynı zamanda hissedar olmak da gereklidir. Belirleyici özelliğe sahip bu alanda bürokrasinin zaferi onun yeni bir varlıklı sınıfa dönüşmesi anlamını taşıyacaktır.[17]
Ancak kuşkusuz, burada incelediğimiz konu bürokratik rejimin çözülüşüyle birlikte bürokrasinin devletlû sınıf olma özelliğini yitirmesi ve karşımıza artık özel mülkiyet hakkına sahip burjuvalar olarak çıkmaya başlaması değil. Biz, bürokratik rejimdeki egemen bürokrasinin niteliğini ifade etmeye çalışıyoruz.
Devletlû sınıfın özelliği, devlet makamı sayesinde var olmasıdır. Bu nedenle, örneğin uçsuz bucaksız topraklara, arazilere sahip feodal beyin toprağın özel mülkiyetine fiilen ve hukuken sahip olduğu Batı feodalitesi ile, Osmanlı toprak düzeni (dirlik) arasındaki farklılık, ikincisinde egemen sınıfın birincisine oranla, devlet mülkiyetinin yarattığı bir sis perdesinin ardına gizlenebilmesidir. Bu sis perdesi ardında devletlû sınıf, “her şeyi herkesten iyi bilen”, ne yaparsa “toplumun iyiliği için (!)” yapmakta olan ve “ilâhi” düzeni sürdürmekten öte amacı olmayan “kutsal görevli” gibi aldatıcı bir görünüme bürünebilmektedir. Kuşkusuz, gerçek durum bunun tam tersidir. Despotik devletlerde, artı-ürünü denetleyen devletlû sınıf tüm toplumu da denetlemekte, kendi devlet düzenini sürdürebilmek için gerektiğinde “asmakta, kesmekte”dir.
“Modern” despotik-bürokratik rejimlerde devletin ideolojisi, tarihsel çağların farklılığı nedeniyle, elbette ki eski dönemlerde olduğu gibi “dinsel” ve “ilâhi” argümanlara değil, başka bir şeye dayandı. Doğu despotik toplumlarında devlet ideolojisine egemen olan dinsel mistisizm, bürokratik devletlerde yerini, günün koşullarına uygun bir mite, “tek ülkede sosyalizm” mitine bırakmıştı. Fakat her ikisinde de ortak olan nokta, devletlû sınıfın “statüko”yu korumaya verdiği önemdi. Örneğin, bu gereksinim Osmanlı’da “nizam”ın korunması adı altında ifade bulmuştu.
Anlattığımız çeşitten bir devlet düzeni, ancak böyle koyun sürüsüne benzetilen statik bir toplumun üstünde durabilir. Sürekli değişme eğiliminde bulunan bir toplumun üstünde böyle bir devlet düzeni duramaz. Tepe taklak yuvarlanır. Onun için Osmanlı idarecileri ve yazarları hep “düzen” (nizam)dan söz ederler. Onun zıddı, devletin yok olması demektir.[18]
Bürokratik devlet düzeni de ancak statik bir toplum düzeni sayesinde varlık sürdürmüştür. Bu nedenle Stalinist bürokrasinin politikasının, “statükoyu korumak” prensibinde ifadesini bulması rastlantı değildir. Devlet makamını koruduğu sürece devletlû sınıfın mensubu olmayı sürdürebilecek olan egemen bürokratlar, en üst makamları işgal etmiş olsalar bile, her an bu konumlarını koruma kaygısı içinde iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Bürokrat, devletlû sınıf içindeki kıyasıya çatışmanın kurtlar sofrasında yenik düşmemeyi başardığı sürece egemen konumunu muhafaza edebilir. Ancak bu sayede bürokrasinin topluca el koyduğu toplumsal artı-üründen pay kapabilir. O nedenle de Stalinist bürokrasinin ve benzerlerinin iktidar kavgalarındaki entrikalarla, Asyatik Doğu toplumlarındaki saray entrikalarının benzerliğine şaşmamak gerekir.
Bu örnekleri verişteki maksadımız, Sovyetler Birliği ve benzeri sosyo-ekonomik formasyonların, eski dönemlerin despotik-Asyatik üretim tarzıyla bire bir örtüştüğü biçiminde bir iddiada bulunmak değildir. Ancak yine de böyle bir benzetmeye ihtiyaç duymamızın nedeni, tarihte devlet mülkiyetine dayanan egemen sınıfların ve bu egemenlik tarzı sayesinde artı-ürünün dağılımını düzenleyen sosyo-ekonomik formasyonların yer aldığını hatırlatmak içindir. Diğer yandan, elbette özde derin bir benzerlik vardır. Şu farkla ki, 20. yüzyılın despotik-bürokratik rejimleri, eski dönemlerde olduğu gibi Asyalı tarım komünleri üzerinde yükselmemekte, modern çağın üretici güçler düzeyine yetişmeye çalışan ulusal bir sanayileşme hamlesinin üzerinde biçimlenmektedir.
Devlet mülkiyetine dayanan üretim ilişkileri, bir bakıma eskiye ait olan bir egemenlik tarzının (doğu despotizminin), bu kez endüstri çağında, devlet mülkiyetinin koşullandırdığı üretim ilişkileri formları altında yeniden zuhur etmesi gibi görünmektedir. O nedenle modern çağda ortaya çıkan bu durum sanki bir anakronizm gibidir.
Despotik-bürokratik rejimlerin özgül yönlerine, tarihsel örneklemeler ışığında yaklaşmanın, egemen bürokrasinin sınıf karakterini açıklamak bakımından da büyük önemi vardır. Çünkü kapitalizm çağında, kapitalist işleyişe son verilmesi durumunda ortaya çıkan ve devlet mülkiyetine dayanan bir sosyo-ekonomik oluşumun özgül yönleri doğru kavranmadığı takdirde tamamen yanlış değerlendirmeler ağırlık kazanabilmektedir. Örneğin, bu rejimlerin niteliğine ilişkin tutarlı ve net bir açıklama getiremeyenler, çoğunlukla bu rejimleri “küçük-burjuvazinin egemenliği” olarak tanımlamaktadırlar.
Oysaki, egemen bürokrasinin diktatörlüğü hiçbir şekilde küçük-burjuvazinin diktatörlüğü demek değildir. Modern çağın iki temel sınıfı, burjuvazinin ve işçi sınıfının dışında iktidar olan bu devletlû sınıfın, böyle bir oluşumun özgünlüğü çerçevesinde bileşiminin nasıl oluştuğu incelendiğinde, şüphesiz küçük-burjuvazi faktörünü de hesaba katmak mümkün olabilir. Daha açık bir ifadeyle, egemen bürokrasi birdenbire gökyüzünden dünyaya inen birtakım yaratıklardan vücut bulmadığına göre, kuşkusuz ki onun bileşimi içinde köken itibarıyla eski toplumun sınıflarından (işçi, küçük-burjuva vb.) gelen, fakat kendi sınıf kökleriyle sosyal ve ideolojik bağlarını tamamen kesmiş unsurlar vardır. Ancak bu gerçek, egemen bürokrasinin diktatörlüğünü nasıl ki işçi sınıfının bir parçasının diktatörlüğü yapmıyorsa, aynı şekilde, bunu küçük-burjuvazinin diktatörlüğü olarak izah etmeye çalışanlara da bilimsel bir dayanak noktası sunmuş olmaz. Başka bir deyişle, Stalinist rejimlerin niteliğini, kapitalist toplumda ara konuma sahip küçük-burjuvazinin bağımsız bir konuma yükselmesi, “nihayet” egemenliği ele geçirmesi, vs. biçiminde izah etme girişimlerini asla haklı çıkartamaz.
Esas önemli nokta, Stalinist rejimlerdeki egemen despotik sınıfın, özel mülkiyete dayanan toplumlardaki egemen sınıf oluşumlarından farkını göz ardı etmemektir. Yani egemen bürokrasi, yıkılan kapitalist toplumun içinde daha önceden oluşmaya başlamış, tarihsel bağlamda spesifik temellere sahip bir sınıf değildir. O, devleti mülk edinme sayesinde sınıflaşan ve egemenlik katına yükselen bürokratlardan devşirme bir sınıftır.
Bürokratik Rejimin Geleceği Yoktur
Büyük bir tarihsel deneyim olarak, Ekim Devrimi ve sonrasında yaşananlardan bir ders çıkartmak istersek, özetle şunları söylemek mümkündür: 1917 Rusya’sı gibi görece geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin yalıtılması sonucunda işçi devleti son bulur ve bürokratik bir egemenlik kurulursa, kapitalizmden komünizme geçiş yönündeki tarihsel hareket sona erer. Bundan böyle, ekonomik gelişmenin bürokratik egemenliği pekiştirdiği, onun ayakta durmasını sağlayan yeni bir süreç işlemeye başlar. Bürokratik egemenlik altında sağlanan ekonomik gelişme, dünya devriminin ilerletilmesi bir yana, bu ilerleyişin önündeki başlıca öznel engeli oluşturur ve kendisine benzer bürokratik egemenliklerin doğmasına neden olabilir. O halde, geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin, ileri ülkelerdeki devrimlerle beslenmemesi durumunda, işçi iktidarının yıkılması ve başlamış olan toplumsal devrimin sona ermesi kaçınılmazdır.
Ekim Devrimiyle doğan ilk işçi devleti, emperyalist kuşatma altında tek başına kalmış ve buna ek olarak (son tahlilde yine bu koşulların ürünü olan) bürokratik bir egemenliğin tehdidi ile yüz yüze gelmişti. Sonuçta bu tehdit gerçekliğe dönüştü. Partide ve devlette egemen olan bürokrasi, Ekim Devriminin amaçlarından tamamen koparak devrimin ilerleyişine son verdi. Ekim 1917’de proleter devrimle başlayan geçiş sürecinin önü bürokratik bir karşı-devrimle kesildi ve işçi sovyetleri iktidarının tasfiyesinden sonra, geçiş süreci tamamen sona erdi. Bürokrasinin egemenliğinde bir “ulusal kalkınma” süreci başladı. Devlet mülkiyetine dayanan ve merkezi planlama sistemi ile ekonomik süreci düzenleyen bürokrasi, kendi egemenliği altında sağlanan sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi “sosyalizmin kuruluşu” olarak ilân etti. Kendi bürokratik planlama mekanizmasını “sosyalist planlama” olarak sundu. Oysa Sovyet ekonomisi, içte bürokratik egemenliğin sultası altında olduğu gibi, dışta da kapitalist dünya pazarının basıncı altında yol almaktaydı.
Stalinistler yıllarca, Sovyet ekonomisinin bunalımsız bir ekonomi olduğunu, “mademki sosyalizm bunalımsız bir ekonomidir ve Sovyetler Birliği de sosyalisttir; o halde Sovyetler Birliği ekonomisinde bunalım olamaz” yollu bir totoloji ile savunageldiler. Ne var ki, kapitalist sistemin bunalım mekanizmasından farklı olsa da, gerek daha önceleri kendini hissettiren ve gerekse Gorbaçov döneminde olanca yıkıcılığıyla dışa vuran derin bir kriz bu görüşün sakatlığını açığa çıkarıverdi. Ekonomik bunalımlar, kişilerin uygulamalarına göre doğup, kayboluveren alicengiz oyunları değildir. Bunlar nesnel olgulardır ve Gorbaçov döneminde tüm sonuçlarıyla ortalığa saçılıveren derin ekonomik-toplumsal-politik krizin nedenlerini anlamak için, Stalin döneminden başlayarak bürokratik rejimin niteliğini kavramaya girişmek gerekir. Troçki daha 1930’larda, Sovyet ekonomisinin bunalımlarıyla ilgili ipuçlarını vermekteydi:
… Sovyet ekonomisinin keskin bunalımları, sadece bünyenin ortaya çıkardığı bir dert, bir tür çocukluk hastalığı değil, çok daha ciddi bir olgudur: dünya pazarının vurduğu gemlerdir bunlar; Lenin’in deyişiyle, “bağımlı olduğumuz, mahkûm olduğumuz ve kaçıp kurtulamayacağımız” şeylerdir.[19]
Troçki bu değerlendirmesinde bütünüyle haklıydı. Çünkü, üretici güçlerin uluslararası düzeyde toplumsal nitelik kazandığı bir çağda, ekonominin dünyasal işleyiş ve ilişkilerinden koparak, ulusal düzeyde uzun vadeli bir gelişmeyi sağlamak mümkün değildi. Sovyetler Birliği ve Çin gibi muazzam büyüklükteki ülkelerde, ya da “sosyalist blok” olarak adlandırılmış olan ülkeler arası ekonomik ilişkiler temelinde yıllar içinde önemli bir sanayileşme hamlesi gerçekleştirilmiş ve ekonomik büyüme kaydedilmiş olsa da, Lenin’in ve Troçki’nin işaret ettiği gibi, “kaçıp kurtulmanın” olanaksız olduğu bir nesnellik vardı: Dünya kapitalist sisteminin varlığı ve bindirdiği basınç!
“Sosyalist” olarak adlandırılan ülkelerdeki ekonomik gelişmeyle ilgili olarak, ilerleyen yıllar içinde olumlu ve olumsuzundan nice değerlendirmeler yapıldı. Dünyadaki “iki süper güç” olarak nitelenen ABD ve SSCB arasında bitip tükenmeyecekmiş gibi gösterilen bir yarış hikâyesi, uzayda sürdürülen “yıldız savaşları”na doğru tırmandırılmaktaydı. Derken, dünya kapitalizminin elektronik alanında gerçekleştirdiği teknolojik atılımla birlikte, burjuva ideologlarının “yeni dünya düzeni” olarak dillendirmeye başladıkları bir döneme girildi ve “süper güç”lerden biri olarak kabul edilen SSCB’nin bu “yarış”ta tökezlediği haberleri ortalığı sarıverdi. Bu tür haberlerin, emperyalist güçlerin gizli servislerince ortalığa yayılan kasıtlı dedikodular olup olmadığı tartışılmaktayken, esas “bomba” bizzat Sovyetler Birliği egemen bürokrasisinin başı Gorbaçov tarafından patlatıldı ve “sosyalist blok” ülkelerinin içine düştüğü ekonomik çöküntü koşullarının itirafı artık gizlisi saklısı kalmayan sıradan bir habere dönüşüverdi.
Bu sonuç, devrimci Marksizm açısından bilinmeyen ve beklenmedik bir “sürpriz” değildi. Tersine, gezegenimizde kapitalist sistemi aşacak toplumsal dönüşümün, ancak işçi sınıfının dünyasal ölçekteki atılımının bir sonucu olabileceğini gösteren tarihsel maddeci çözümlemenin doğrulanmasından ibaretti. Öte yandan bizzat yaşamın kendisi, bürokratik rejimlerin, dünya kapitalist sisteminin ekonomik üstünlüğü ve yayılma potansiyeli karşısında son tahlilde çözülmeye yazgılı olduğunu ortaya koydu. Fakat Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerdeki devlet mülkiyetine dayalı ulusal kalkınma hamlesini abartmış olanların tümü, bu sonuç karşısında ya “hayal kırıklığı”na uğramakta ya da gerçeklere bir süre daha gözlerini kapayarak oyalanmaya çalışmaktadırlar.
Oysa yalın gerçek şudur: Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda “kapitalizm sonrası toplumlar” olarak da nitelenemezler. Ayrıca, bu rejimlerin uzun vadede ileriye yönelik bir evrimi sürdürmeleri de bir hayalden ibarettir. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir.
Tarihsel açıdan bürokrasinin iktidarının, dünya devriminin ilerleyişinin kaderine bağımlı ve onun üzerinde etkili olan bir geçmişi olmuştur. Bürokratik egemenlik, dünya devriminin ilerleyişinin durduğu ve yeni yükselişlerin önünün de egemen bürokrasiler tarafından kesildiği koşulların ürünüdür. Ve bürokratik rejimler, ya proleter devrimin dünya ölçeğindeki yeni bir atılımıyla yıkılmaya ya da bunun gerçekleşmediği koşullarda, eninde sonunda dünya kapitalizmi tarafından çözülerek son bulmaya yazgılıdırlar.
Esas olarak Sovyetler Birliği gerçeğinde ifadesini bulan bürokratik rejim, işçi devriminin başlattığı “sosyalizme geçiş süreci”ni durdurmakla karakterize olmaktadır. Dünya proleter devriminin ilerleyişini durduran bu yapı, öte yandan kapitalizmin dünya pazarındaki egemenliği koşullarında, eninde sonunda onun önünde diz çökmeye mahkûmdur. Bu nedenle, bürokratik rejimin kurulmasıyla başlayan sürecin, kendi doğal evrimi içinde sosyalizme açık bir ucu yoktur. Bu bürokratik rejim, işçi sınıfı tarafından yıkılmadıkça, sürecin tek açık ucu vardır; o da dünya kapitalist sistemine entegrasyondur.
Günümüzde bürokratik rejimlerin yaşadığı çöküntüden, sosyalizme kara çalmak amacıyla tarihsel bir kazanç sağlamaya çalışan burjuva ideolojisinin, “komünizm, kapitalizmden kapitalizme giden en zahmetli yoldur” türünden propaganda malzemesi sunması, bürokratik egemenlik olgusunun burjuvazinin işine geldiği biçimiyle piyasadaki tanıtımıdır.
Öte yandan, bürokratik diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkelerde, proletaryanın siyasal iktidarı fethetmesi durumunda başlayabilecek bir anti-bürokratik devrimin kapsamı ise şöyle ifade edilebilir: Bir egemen sınıf olan bürokrasiyi iktidardan alaşağı etmek; eski bürokratik devlet aygıtını parçalamak; bürokratik rejimin işleyişine son vermek; ekonominin planlanmasının doğrudan işçi sovyetleri tarafından örgütlenmesini fiili bir gerçekliğe dönüştürmek; böylece siyasal ve iktisadi egemenliğin bizzat proletaryaya ait olmasını sağlayarak kapitalizmden komünizme geçiş sürecini başlatmak!
Bu kapsamdaki bir devrimin, yalnızca “politik devrim” tanımı içine sığdırılmak istenmesi, onun gerçek boyutlarıyla çelişecektir. Çünkü Marksist açıdan, yürürlükteki egemen üretim ilişkilerini dönüşüme uğratmak üzere ilk adımında siyasal iktidarı fethetmek zorunda olan devrim, aslında bütünsel kapsamı itibarıyla toplumsal bir devrimdir. Anti-bürokratik devrimler siyasal hedefi açısından tanımlandığında, egemen bürokrasiyi iktidardan alaşağı eden bir eylem olarak belirmekteyse de, onun geniş içeriği proletaryaya yabancı bir sınıfın (bürokrasinin) iktidarına ve onun egemenliği altındaki üretim ilişkilerine son verme görevleriyle yükümlü bir devrim, yani bir toplumsal devrim olmasında somutlanabilmektedir.
Sonuç olarak, bürokratik rejimler işçi sınıfının devrimiyle yıkılmadıkça, bürokrasi kendi dönüşüm sürecini yaşayarak, proletaryaya maddi ve manevi yönden çok büyük sıkıntılara ve acılara mal olacak bir çözülüş içinde adım adım dünya kapitalizmine entegre olacaktır; olmaktadır. Dolayısıyla böyle bir süreçte iki olasılık vardır:
- Ya yeni bir proleter devrimle bürokratik rejimin yıkılması ve kapitalizme entegre olmaya doğru ilerleyen sürecin sona erdirilmesi,
- Ya da bürokratik rejimin, dünya burjuvazisinin doğrudan veya dolaylı müdahalesi altında kapitalizme evrilerek çökmesi ve bu ülkelerin dünya kapitalist sistemine eklemlenmeleri.
Bürokratik rejimin devamında ayak direyen sivil-asker bürokrasinin sürece müdahalesiyle bir askeri diktatörlüğün kurulması üçüncü bir olasılık gibi görünüyorsa da, böyle bir durum, son tahlilde iki olasılıklı sürecin gidişatını belli bir süre durdurmaktan öte bir anlam içermeyecektir.
İkinci olasılığın gerçekleşmesi durumunda, bir zamanlar sözde işçi sınıfı adına hareket ettiklerini söyleyen bürokratlar, bizzat kendileri özel mülkiyet sahibi kapitalistlere dönüşeceklerdir. Ya da diğer bir bölümü, artık kapitalizme entegre olan bir sosyo-ekonomik formasyon içinde kapitalizmin üst bürokratları olacaklar, yani bu yolla burjuvalaşacaklardır. Böyle bir sürecin kendi yolundan finale varması durumunda, bürokratik devlet ve bürokratik rejim sona erecek, insanlığın çok yakından tanıdığı burjuva devlet ve kapitalist düzen yeniden avdet etmiş olacaktır. 1989 yılında Doğu Avrupa ülkelerinde esen fırtınanın sonucunda Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin tarihe karışıp, artık kapitalist birleşik Almanya’nın bir parçasına dönüşmüş bulunması böyle bir değişim hakkında yeterli fikri vermektedir.
[1] Marx, “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.31-32
[2] Marx, Kapital, c.3, s.695
[3] Engels, Seçme Yapıtlar, c.3, s.452
[4] Bu noktada Troçki’nin konuya açıklık getiren satırlarını hatırlatalım: “Toplumsal olabilmek için özel mülkiyetin kaçınılmaz olarak devlet aşamasından geçmesi zorunludur; tıpkı kelebek olabilmek için tırtılın koza içerisinde ya da kozasız krizalit evresinden geçmek zorunda olması gibi. Ama krizalit, kelebek değildir. Milyarlarca krizalit hiçbir zaman kelebek olamadan ölür gider. Devlet mülkiyetinin «tüm halkın» mülkiyetine dönüşmesi ancak toplumsal ayrıcalık ve farklılaşmanın ve onlarla birlikte devlete duyulan gereksinmenin ortadan kalkması derecesinde gerçekleşebilir. Bir başka deyişle: devlet mülkiyeti devlet mülkiyeti olmaktan çıktığı oranda sosyalist mülkiyete dönüştürülür.” (Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.191)
[5] akt: M. Gündüz, Bürokrasi ve Sosyalist Demokrasi, Koral Yay., Şubat 1990, s.117-118
[6] Bu rejimleri “devlet kapitalizmi” olarak değerlendiren yaklaşımın eleştirisi ayrı bir bölümde ele alındığı için, bunun nedenlerine burada girmiyoruz.
[7] Marx, Kapital, c.3, s.695
[8] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.262
[9] Marx, Kapital, c.1, s.258-259
[10] Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.55-56
[11] Bu özgünlüğe dikkat çeken ve tarihsel nedenlerini bilimsel olarak açıklama çabasına girişen ilk kişi Marx olmuştur. Asya tipi üretim tarzı ve Doğu despotizminin Marx’ın çalışmaları arasında önemli bir yer tuttuğu biliniyor. (bkz. Grundrisse ve Kapital)
[12] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.200
[13] Lenin, Collected Works, Vol. 29, s.421 [“Büyük Girişkenlik”, Ekim Devrimi Dosyası içinde, s. 530-31]
[14] Marx, Kapital, c.3, s.695
[15] “Despot” kavramı ile ilgili olarak Niyazi Berkes şu açıklamaları getiriyor: “«kapı» (zamanla Yüce, Ulu kapı oldu) güç, siyasa gücü sembolüdür. Batı’da karşılığı «dominium» ; Latince «dominus»tan gelme. Aslında «evin efendisi» demekmiş. Grekçedeki karşılığı ise «despotis»tir.… Orta çağlarda «despotis» terimi Batı’da unutuldu, Doğu’da kaldı. Aristo’nun sayesinde İran gibi Doğu hükümdarlarına takılan bir sıfat oldu.… Despot’un kapısına kapılanmanın iki anlamı var: birine sığınma, ona bağımlı olma. Ya da, «intisap» etme, onun adı ile çağrılma, bununla bir status edinme.” (Türkiye İktisat Tarihi, c.1, Gerçek Yay., Nisan 1972, s.99)
Ayrıca, “despotluk” kavramının yanlış şekilde yorumlandığına da değinen Berkes, bu kavramın keyfilik, ceberrutluk, köle sahipliği anlamına gelmediğini, kulu yöneten otorite anlamına geldiğine dikkat çekmekte ve şöyle demektedir: “Efendilik genel bir güç, amme üzerine bir otorite ifade eder; yani siyasal anlamı var; özel mülkiyet anlamı ve kişi üzerine mülkiyet anlamı yok. Köleye malik olmak, serfe sahip olmak değil, otoriteye sahipliktir.” (age, s.132)
[16] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, s.60-61
[17] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.204
[18] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, s.58
[19] Troçki, Sürekli Devrim, s.44
link: Elif Çağlı, Bürokratik Diktatörlük Altında “Geçiş Dönemi” Son Bulur, Mayıs 1991, https://marksist.net/node/1114