2003 yazı Güney Avrupa’ya çok şiddetli bir kuraklık getirdi. Bazen mevsim normallerinin 8 ilâ 10 derece üzerine çıkan çok yüksek sıcaklıklar kaydedildi.
Bu olağandışı sıcaklık dalgası, Avrupa çapında ölüm oranlarının artmasına ve binlerce insanın ölümüne yol açtı. Eylül ayında durum köklü bir değişim gösterdi ve orta ve güney İtalya’da, Fransa’da ve İspanya’da büyük seller görüldü.
Bu durum kamuoyunda mevsim değişikliklerine yönelik ilgiyi arttırdı, fakat kutuplardaki buzların erimesi ve ozon tabakasındaki deliğe ilişkin alışıldık yorumların ötesinde, meydana gelen değişiklere dair global bir görüş yok.
Şüphesiz, birçok ülkede hükümetlerin ve egemen sınıfın tutumu buna katkıda bulunuyor. 30 yıllık iklim konferanslarından sonra 1997 yılında Kyoto’da yapılan konferansta, nihayet karbondioksitin (fosil yakıtlarının kullanımı sonucunda meydana gelen), metanın (çöplüklerden ve çiftlik hayvanı yetiştiriciliğinden kaynaklanan), diazot monoksitin (tarımsal ve kimyasal üretimden kaynaklanan) ve endüstride kullanılan üç florlu bileşiklerin emisyonunun azaltılması önerildi. Kyoto Protokolü, sanayileşmiş ülkeleri 2012 yılına kadar global emisyonları 1990 seviyelerine kıyasla %5,2 oranında azaltmaya mecbur kılıyordu. Bu belge imzalanalı altı yıl olmasına rağmen, birkaç istisna dışında birçok ülke emisyonlarını artırdı.
Karbondioksit (CO2), sera etkisi sağlayan temel bir gazdır. Bu yararlı etki sayesinde, Ay ve Mars yüzeyinde görülebilen keskin sıcaklık dalgalanmalarının yeryüzünde oluşması önlenmektedir. Eğer bu olmasaydı yeryüzünde yaşam olanaksız olurdu. Fakat ısınma önceden kestirilemez sonuçları olan iklim değişikliklerine yol açtığında, bu olumlu etki tam tersine dönüşebilir.
Çoğu ülke henüz Kyoto Protokolünü onaylamadı. Özellikle ABD onaylamayı reddediyor. Şayet ABD dahil olmazsa ve diğer ülkelerin hedefleri aynı kalırsa, %5,2’lik emisyon düşürme hedefi otomatik olarak %3,8’e inmiş oluyor! Atmosferdeki sera gazı yoğunluğunu sabitlemek için, üretilen karbondioksit ile doğal sistemler tarafından emilen karbondioksit arasındaki farkın sıfıra eşit olması gerekir. Yani ortalama global emisyon oranı ortalama global emilim oranına eşit olmalıdır.
Bu dengeye ancak global emisyonların derhal %50 ilâ 60 oranında kısılmasıyla ulaşılabilir. Eğer bu kısıntı şimdi değil de 30 veya 50 yıl içinde yapılırsa, kesintiler global emisyonun %80’ine eşit olmak durumunda kalacak.
Şu anda, iklimsel evrimi, 21. yüzyılın geri kalanı şöyle dursun, gelecek 20-30 yılın ötesine geçecek kesinlikte öngörmek için yeterli bilimsel bilgi yoktur. Bununla birlikte bazı veriler tartışma götürmez ve şüphesiz endişe vericidir.
Sera gazları
Sanayi devriminin başlangıcı olan 1750-1800 yılından bu yana, karbondioksit (CO2), metan (CH4) ve diazot monoksit (N2O) gibi sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğu önemli ölçüde artmıştır. Özellikle CO2 280 ppmv’den yaklaşık 370 ppmv’ye,[1] CH4 700 ppbv’den yaklaşık 1750 ppbv’ye.[2] ve N2O 275 ppbv’den yaklaşık 315 ppbv’ye yükselmiştir. 20. yüzyılın ortalarına kadar mevcut olmayan kloroflorokarbonlar (CFC) son 50 yıl içinde öylesine hızlı artmıştır ki, sadece doğal sera etkisi bakımından değil, aslında aynı zamanda Atlantik üzerinde aşınmış olan stratosferik ozon tabakası için de bir tehlike oluşturmaktadır. Sera gazlarının birçoğu atmosferde yüzlerce yıl kalıyor ve iklimimizi asırlar boyu etkileyecekler.
Kutuplardaki buzdağları ile ilgili çalışmalar bize, atmosferdeki karbondioksit yoğunluk seviyesinin son 420 bin yılın en yüksek seviyesinde olduğunu gösteriyor. Henüz kesin olarak doğrulanmasa da, bu büyük bir olasılıkla son 20 milyon yılın en yüksek seviyesi. Atmosferdeki hızlı karbondioksit artış oranı –%8’i son 20 yılda gerçekleşmek üzere 250 yılda %32– kesinlikle son 20 bin yılın en yüksek oranıdır.
Koruların ve ormanların yok edilmesi özellikle tropikal alanlarda inanılmaz bir hıza ulaşmıştır. Korular ve ormanlar, fotosentez işlemiyle atmosferden karbondioksiti emerler, dönüştürürler ve atmosferdeki karbondioksitin emilmesi ve yeniden çevrilmesinde en temel aracı oluştururlar. Son yıllarda, her yıl İsviçre büyüklüğünde bir alanın çölleştiği hesap edilmektedir.
Dünya yüzeyinin insanoğlu tarafından dönüştürülme sürati, nüfussal büyümeye ve ekonomik ve endüstriyel gelişmeye bağlı olarak hızla artmaktadır. Bu da küresel iklim enerji dengesindeki değişiklikleri tetiklemektedir. Bunun da ötesinde, özellikle Asya, Güney Amerika ve Afrika’da kentlerin yayılma ve yoğunlaşma süratinin artması, tarım için toprak kaynaklarının yoğun kullanımı, kara ve deniz kirliliği ve insanoğlunun son yüzyıldaki diğer faaliyetleri, gezegenin güneş enerjisi emme kapasitesini ve güneş radyasyonunu uzaya yansıtma kapasitesini değiştirmiştir.
İklim sistemiyle ilgili son çalışmalar, gezegenimiz ikliminin son birkaç on yılda, mevcut sosyo-ekonomik eğilimler ve doğal kaynakların kullanımı değiştirilmediği takdirde gelecek 50 ilâ 100 yıl içinde hem çevre hem de insan toplumunda derin ve geri döndürülemez değişikliklere yol açabilecek olan dönüşümlere uğradığına dikkat çekmektedir.
Aşağıdakiler, IPCC (Birleşmiş Milletler’in iklim değişikliklerini araştıran branşı) tarafından yapılan son araştırmalarla tespit edilen değişikliklerdir ve şu anki bilimsel bilgiyi göstermektedir.
Küresel sıcaklık değişiklikleri
Gezegenimizin ortalama küresel sıcaklığı 1800’den bu yana 0,4 ilâ 0,8 oC artış göstermiştir. Şayet minimum ve maksimum sıcaklık değişim derecelerini daha yakından (günlük, aylık ve yıllık olarak) incelersek, gezegenimizin küresel ısınmasının, maksimum sıcaklıklardaki değişimlere değil, iki kat hızlı artmış olan minimum sıcaklıklardaki yükselişe bağlı olduğu görülebilir.
Kutup buzullarına ilişkin olarak, en azından güvenilir verilerin elde edilebildiği 1970’ten bu yana, küresel sıcaklık artışı ile buzların erimesi arasında kesin bir ilişki görülememektedir. Var olan bilgiler, Antarktika buzdağının sabit kaldığını ve son zamanlarda genişleme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan Kuzey kutbu son birkaç on yıldır belirgin bir şekilde küçülmeye uğramıştır.
Orta enlemdeki buzullar göz önüne alınacak olursa, bunlar, hacim ve alan olarak küçülme eğilimindedir. Özellikle kuzey yarımkürede, yüksek dağlardaki buzullarda ve orta/alçak enlemlerdeki sıradağların buzullarında bu durum çok açıktır. Mevcut hızla giderse, yüksek dağlardaki buzullar bu yüzyıl sona ermeden yok olabilir.
Yağış, kuraklık ve olağanüstü meteorolojik olaylar
Yıllık toplam yağış miktarına bakıldığında, şiddetli yağışların özellikle kuzey yarımkürede ve orta/alçak enlem bölgelerinde arttığı açıktır. Ne var ki, güney yarımkürede önemli bir değişim kaydedilmemiştir. Kuraklıktaki artış özellikle 1970’ten beri ciddi şekilde kötüleşmiş olan Sahra’nın güneyindeki Sahel bölgesinde, Güney Afrika ve Doğu Asya’da aşikârdır. Kuraklıkların sıklığındaki artış, Güney Avrupa ülkeleri (İspanya, Güney İtalya, Yunanistan, Türkiye) ve ABD’nin güney kısımları gibi bölgelerde de yaşanmaktadır.
Aşırı yağışı (şiddetli seller), aşırı uçtaki sıcaklıkları (hem sıcak, hem soğuk) ve fırtınaları (hortumlar, kasırgalar vb.) birbirinden ayırt etmek gerekir. Bugüne kadarki aşırı yağışlarla ilgili olarak, IPCC çalışmaları yıllık toplam yağış miktarının arttığı bölgelerde şiddetli sellerin de artmış olduğunu göstermiştir. Bu bölgelerde genellikle yağış daha şiddetli ve daha kısa süreli olma eğilimindedir. Doğu Asya bölgelerinde yıllık toplam yağış miktarı azalıyor olmasına rağmen, aşırı yağışlar ve seller yükseliştedir.
Aşırı uçtaki sıcaklıklar göz önüne alındığında, mevcut veriler en düşük sıcaklıkların sıklığında bir düşme olduğunu gösteriyor.
Fırtınalar ayrı olarak ele alınmalıdır. Küresel olarak, tropikal hortumların (ve akraba fırtınaların: boralar, tayfunlar, kasırgalar vb.) sıklığında veya tropik bölgelerin dışında gerçekleşen hortumların sıklığında bir artış olduğu kesin değildir. Fakat bunların sebep olduğu hasarların artmış olduğu gözlenmektedir. Bu durumda, fırtınaların sıklığı değişmemiş olsa bile, yoğunluk ve tahribatlarının artmakta olduğu görülmektedir.
İklim Değişikliği Hipotezleri
İklim tahmini için kusursuz bir modelimiz olsaydı bile, geleceğe ilişkin tahminimiz her halükârda, nüfus artış hipotezlerine, kaynak kullanımına ve genel olarak dünyanın sosyo-ekonomik gelişimine bağlı olurdu. Gelişme hipotezlerine dayalı senaryolar kurmak mümkün. Bu bağlamda, 1999-2100 periyodunda gezegenimizin ortalama küresel sıcaklığı, insan faaliyetine bağlı olarak minimum 1,4 oC’den (en iyimser senaryo ile) maksimum 5,8 oC’ye (en olumsuzundan) kadar artış gösterebilir.
Henüz iyi bir simülasyonu yapılamamış olan su çevrimi ve dalgalanmalara açık olan karasal su sistemleri, bu değerlendirmelerde hatalara sebep olabilir. Küresel ölçekte bu yanlışlar nispeten küçük görülebilirse de, alt-kıtasal ya da lokal düzeylerde bunlar ısınma olgusunda bir abartıya veya eksik değerlendirmeye yol açabilirler.
Eğer bugün aşağı yukarı yıllık %1 olan atmosferik karbondioksit yoğunluğu artış oranının korunacağı hipotezine dayanan gelecek projeksiyonlarını incelersek, yaklaşık 70 yılda atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun bugünkü seviyesinin iki katına çıkacağı ve gezegenin ortalama sıcaklığının yaklaşık 2 oC artacağı sonucu çıkarılabilir. Yoğunluk değişmese bile sıcaklık artmaya devam edecektir. Aslında sıcaklık gelecek 70-100 yıl içinde kabaca 1,5 oC artacak ve 2140-2170 yılları arasında şimdiki seviyesinin yaklaşık 3,5 oC fazlasına ulaşacaktır. Bir başka deyişle, karbondioksitin atmosferdeki yoğunluğunun sabitlenmesi ile sıcaklık artışının sabitlenmesi arasında bir gecikme söz konusudur. Eğer karbondioksit yoğunluğu durmayıp da şimdiki seviyesinin dört katına çıkarsa, sıcaklık artışı da devam edecek ve 2100 yılında 3,5 oC, 2150 yılında ise yaklaşık 5,5 oC’ye ulaşacaktır. 2200’den sonra 7 oC civarlarında istikrar kazanacaktır.
Şüphesiz ki, karbondioksit yoğunluğundaki artışlara bağlı sıcaklık artışları, atmosferdeki karbondioksitin artış hızına bağlı olarak yıllar hatta asırlar alan bir gecikmeyle gerçekleşiyor. Yıllık %1’lik bir artış durumunda, gecikme 70-100 yıl olarak hesaplanabilir.
Sıcaklık ve Yağış Artışı
Çok değişken bir olgu olan yağış rejimi değişikliklerinin değerlendirilmesi, on yılların veya grup halinde birkaç onyılın ele alındığı zamana bağlı ortalamalar ve mekâna bağlı ortalamalar göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. 20 yıllık dönemler dikkate alındığında, 2060-2080 periyodunda küresel yağış ortalaması %2,4’lük bir artış göstererek büyüme eğiliminde olacaktır. Aynı dönemde atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu iki katına çıkacaktır.
Bu artış orta ve yüksek enlemlerde daha fazla, düşük enlemlerde daha az olacaktır (hatta buralarda azalışlar bile görülebilir). Olağanüstü yağış şiddeti, küresel yağış ortalamasının artışı ile birlikte, daha da artacak ve olağanüstü olayların olasılığı da artış eğiliminde olacaktır.
Deniz Seviyesi Yükselmesi
Geleceğe ilişkin projeksiyonlar, küresel deniz seviyesinin 2090 yılında minimum yaklaşık 20 cm, maksimum yaklaşık 50 cm yükseleceğine işaret ediyor. Aslında eğer küresel sıcaklık ortalaması 2 oC’den fazla artarsa, 2100 yılından itibaren maksimum yükselme 75 cm’ye ulaşabilir.
Okyanusların ısıl genişlemesi, orta ve alçak enlemlerdeki buzulların erimesi ve kutuplardaki buz tabakalarının erimesi dahil olmak üzere birçok faktör deniz seviyesinin yükselmesine katkıda bulunuyor.
Deniz seviyesindeki yükselmenin başlıca nedeni okyanusların ısıl genleşmesidir. Deniz seviyesindeki yükselme yerkürenin değişik bölgelerinde farklılıklar gösterir. Akdeniz’de bu artışın, 2090 yılı itibariyle 20-30 cm arasında olacağı öngörülüyor. Bununla birlikte, bu yüzyıl sona ermeden bir metre yüksekliğindeki bir sel, bütün metro ağı ve üç ana havaalanı dahil olmak üzere New York’un büyük bir bölümünü sular altında bırakabilir. OECD hasarın 970 milyar dolar olabileceğini hesaplıyor. Bangladeş, Çin, Mısır ve Nijerya’nın yoğun nüfusa sahip nehir deltalarının tümü deniz seviyesinin altındadır ve sel riskiyle karşı karşıyadır. Zarar ölçülemeyecek boyutlarda olabilir.
Bunlardan hareketle IPCC, Kyoto Protokolünün uygulanması konusunda aşağıdaki görüşleri öne sürmüştür:
1) Başlıca sera gazı olan karbondioksitin küresel emisyonu, halihazırda gezegenin doğal emilim kapasitesinin iki katı seviyelerinde olduğu için, emilemeyen fazlalık yaklaşık 70-100 yıl atmosferde kalma ve birikme eğiliminde olacaktır. Dolayısıyla, IPCC, doğal dengeyi tekrar sağlamak için karbondioksit emisyonunda acilen en az %50 veya eğer geçmiş birikme de hesap edilirse %50’den daha yüksek oranda kısıntının yapılması gerektiğini düşünüyor.
2) Karbondioksit emisyonunun bugünkü seviyelerinde veya uluslararası görüşmelerdeki gibi 1990 seviyelerinde sabitlenmesi, atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun sabitlenmesine değil, küresel emisyon ve küresel emilim arasındaki verili dengesizlik dikkate alındığında sürekli büyümesine yol açacaktır. Oran, atmosferdeki birikme oranına ve ortalama karbondioksit ömrüne (yaklaşık 100 yıl) bağlı olacaktır. Diğer taraftan, metan ve diazot monoksit gibi diğer sera gazlarının emisyonunun sabitlenmesi ancak bu gaz konsantrasyonlarının atmosferde sabitlenmesine yol açacaktır, ama o da birkaç onyıldan sonra.
3) Karbondioksitin ve diğer sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğunun sabitlenmesinden sonra sıcaklık artmaya devam edecek ve ancak 70 yıl veya daha fazla gecikmeden sonra sabitlenecektir. Yani şu an itibariyle biz gelecekteki insan kaynaklı muhtemel iklim değişikliklerini yavaşlatabilir fakat yok edemeyiz.
İklim Değişikliğinin Avrupa ve Akdeniz’deki Etkisi
İklim değişikliğinin Avrupa’daki çevresel etkilerine gelince, dünya nüfusunun büyümediği, sosyo-ekonomik gelişimin durakladığı ve sanayileşmiş ülkelerde ekonomik büyümenin sıfır olduğu bir varsayımsal durumda bile, atmosferdeki sera gazları artmaya devam edecektir. Gelişmekte olan ülkelerdeki yaşam koşulları da iyileşmek zorunda olduğuna ve bu onların hakkı olduğuna göre sonuç aynıdır. Şu anda dünya nüfusunun %80’i bu ülkelerde yaşıyor. Bu süreç, ancak bu gazların emisyonunu asgariye indirecek bir teknolojik devrimle durdurulabilir.
Özellikle Güney Avrupa ve Akdeniz bölgesinde sel riski kadar, su kaynaklarında kıtlık riski de artacaktır. İklim değişiklikleri Kuzey ve Güney Avrupa arasındaki farkları daha da öne çıkaracak, kuzeyde çok fazla su birikirken güneyde yeterince olmayacak.
Toprak kalitesi bütün Avrupa’da bozulmaya başlayacak. Kuzeyde bozulma büyük ölçüde yüksek yağış miktarı ve artan sel riskiyle oluşan toprak kaymalarına bağlı olacaktır. Güneyde ise bozulmaya, düşük yağış ve artan kuraklık riskine bağlı toprak kayması ve besin kaybı yol açacaktır.
Ortalama sıcaklığın yükselmesi ve atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun artması, doğal ekosistemlerin dengesini değiştirebilir, hatta gördüğümüz tüm manzarada değişikliklere yol açabilir. Muhtemelen, orta enlemlerdeki kozalaklı ağaç ormanları ve tipik kuzey ormanları şu anda yüksek Avrupa enlemlerinde bulunan tundraların yerine geçerken, Akdeniz ekosistemi ve bitki örtüsü de Orta Avrupa’da görülmeye başlayacak. Akdeniz bölgesinde, orman yangınlarında artma eğilimi gözlenirken, bugünkü ekosistemin ve canlı çeşitliliğinin bütünüyle kaybedilme riski de belirecek. Bu değişimlerin sonuçları, aynı zamanda faunayı özellikle de göçmen faunayı etkileyecek.
Tarım: Atmosferde karbondioksitin artması kuzey ve orta Avrupa’da tarımsal üretkenliğin artmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan güney Avrupa’da, suyun ulaşılabilirliğindeki azalış ve sıcaklık artışı tam tersi bir etki yaratacak gibi görünüyor. Bütün olarak ele alındığında, Avrupa’da toplam tarımsal üretkenlik kayda değer bir değişim yaşamayacaktır, ama farklı bir dağılım gözlenecektir. Aslında bunun kuzeydeki etkisi pozitif olabilir ve Güney Avrupa’daki bütün negatif etkileri dengeleyebilir.
Olağanüstü Olaylar. Olağanüstü meteorolojik olayların sıklığındaki muhtemel artış, konutlarda, üretim tesislerinde ve altyapılarda ekonomik ve sosyal hasarın artmasına yol açacak. Sıcaklık artışı ayrıca insanların serbest zaman kullanımlarının da değişmesine neden olacak. Özellikle turistik etkinliklerin ve açık hava etkinliklerinin Kuzey Avrupa’da hareketlenmesine ve güney Avrupa’da azalmasına neden olacak. Akdeniz bölgesinde, su kaynaklarının azalmasıyla birlikte daha sık ısı dalgalanmaları ve kuraklık, şu anda yaz dönemine yoğunlaşmış olan turistik alışkanlıkları değiştirebilir. Daha az kar yağışı ve buzulların gitgide daralması Alplerin kış turizmini etkileyebilir. Eğer olaylar bugünkü tempoyla devam ederse, Alp buzulları bu yüzyıl bitmeden önce tamamen yok olabilir.
Deniz-Kıyı Çevresi. Deniz seviyesindeki yükselme Avrupa’nın Akdeniz kıyı bölgelerini tehlikeye sokacak. En büyük problem, nehir deltalarındaki sulak alanların kaybı, tarımdaki ve içilebilir suyun erişebilirliğindeki sonuçlarının yanı sıra tuzlu suyun kıyı tatlı su yataklarını istilası ve kıyı erozyonunda artış olacaktır. Kuzey Avrupa’da en fazla etkilenecek kıyı alanları, Baltık kıyıları, özellikle de Polonya’dır.
Alternatifler nelerdir?
Yakın tarihli bir ENEA (yeni enerji kaynaklarını araştıran İtalyan kurulu) araştırmasına göre:
“…emisyonu ciddi ölçüde azaltmanın ve iklim değişikliklerinin negatif etkisini asgariye indirmenin tek gerçekçi yolu, insanoğlunu neredeyse yalnız fosil yakıt ve büyük çapta doğal kaynak kullanımına dayalı bugünkü sosyo-ekonomik sistemden, fosil yakıt ve doğal kaynak kullanımından bağımsız (veya hemen hemen bağımsız) bir sosyo-ekonomik ve gelişim sistemine geçirecek bir enerji “devrimi”ni gerçekleştirmek üzere, ulusal ve uluslararası ölçekte büyük bir ortak bilimsel, teknolojik ve mekanik araştırma ve geliştirme çabası olacaktır.
“Uluslararası tavsiyelere göre, temel bilimsel etkinliğin başlıca alanları şu konularla ilgilenmelidir:
“a) iklim araştırması ve küresel gözlem (kesin iklim analizleri ile tahminler, ve etkilerin ve risklerin detaylı tanımı);
“b) yeni ve keşfedilmemiş birincil enerji kaynakları (sera gazı emisyonu olmayan kaynaklar)
“c) yeni güç kaynakları ve ikincil kaynaklar (hidrojene ve karbon içermeyen diğer güç kaynaklarına ilaveten, Bor ve Alüminyumun iyi bir olasılık olduğu görünüyor);
“d) hem geleneksel hem yeni güç kaynaklarından yararlanmanın yeni yolları (üretimde karbon yoğunluğunun ve enerji kullanımının azaltılması)
“e) küresel enerji yoğunluğunu azaltacak yeni sistemler ve/veya teknolojiler (enerji gelişimi ve tüketimi arasındaki mevcut oranın azaltılması)”
Şu ana kadar yapılmış olan uluslararası anlaşmalarla yukarıdaki öneriler karşılaştırıldığında, hükümetlerin ve egemen sınıfın, iklimi daha şimdiden dramatik bir biçimde etkileyen ve atmosfere salındıktan sonra 70-100 yıl boyunca geri dönüşsüz sonuçlara yol açacak olan maddelerin birikmesine müsaade ederek ateşle oynadığını görebiliriz. Aynı hükümetler bilimsel çevrelerin uyarılarını dinlemeyi reddediyor, araştırmalara az katılım sağlıyor ve kirlenmeyi tersine dönüştürmek için gerekli politikaları hayata geçirmeyi, çok pahalı oldukları ve ekonomilerini riske sokacakları iddiasıyla kabul etmiyorlar.
Nüfusunun üçte birinden fazlasının aşırı yoksulluk koşullarında ve sanayileşmiş ekonomilerin dışında yaşadığı bir dünyada, mevcut kirlilik düzeyinin katlanarak büyümesi, enerji kullanımı ile ekonomik gelişme arasındaki bugünkü ilişki kökten değiştirilmediği takdirde kaçınılmazdır. Fakat bu köklü değişimi olanaklı kılmak için, egemen ekonomik sistemin de kökten değiştirilmesi gerekir. Kapitalizm mümkün olan en az yatırımla en çok kârı gerçekleştirme arayışı üzerine kuruludur. O, temel güdüsü şirket kârları değil de insanlığın (sadece şimdiki neslin değil, gelecek neslin de) ihtiyaçlarının karşılanması olan büyük çaplı yatırım ve bilimsel araştırma seviyelerine ihtiyaç duyan böylesi bir destansı girişimin koşullarını yaratamaz.
Bush’un, Irak’ın işgali için ayda 4 milyar dolar harcarken, Kyoto Protokolünü onaylamayı ABD ekonomisine zarar vereceği gerekçesiyle reddetmesi, mevcut dünya düzensizliğinde, beklenen felaketi önlemek için gerekli olan –enerji, mal üretimi, ulaşım, tüketim ve işsizlik alanlarında– alternatifleri tasarlamanın ve üzerinde çalışmanın imkânsız olduğunun açık bir göstergesidir.
Şurası herkes için açık olmalı; problemin boyutu öyle bir hal almıştır ki, Kyoto’da önerilen emisyon azaltımı, atıkların geri dönüşümü ve şuraya buraya birkaç yeni park kurulması gibi kısmi önlemler yararlı fakat kesinlikle yetersizdir.
Tarihte ilk defa insanlık, onun doğumuna ve gelişimine şahit olan bu gezegeni yok edecek araçlara sahiptir. Ama aynı araçlar, kapitalist azınlığın elinden alınır ve işçi demokrasisi bağlamında kullanılırsa, hiçbir beşeri ve maddi kaynak israf edilmeden, bu gezegeni açlığın, savaşların ve sefaletin sonsuza kadar silindiği bir cennet bahçesine dönüştürebilir. Bizi bugünkü duruma getiren kararlarda hiçbir söz hakkına sahip olmayan nüfusun büyük çoğunluğu, neyin tehlikede olduğuna dair bilinçlendirilmelidir.
[Metnin İtalyanca orijinali Falcemartello’nun Ekim 2003 sayısında yayınlanmıştır.]
[1] ppmv: verili hacimde bir milyon parçacık başına düşen ilgili parçacığı gösteren birim.
[2] ppbv: verili hacimde bir milyar parçacık başına düşen ilgili parçacığı gösteren birim.
link: Michele Fabbri, İklim Değişiklikleri: Tehlikede olan nedir?, Ekim 2003, https://marksist.net/node/1303
Sağlık çalışanlarının 5 Kasım Grevi
Sermayenin Yeni Bir Saldırısı: Kamu Personel Rejimi Tasarısı