5 Kasım Çarşamba günü ülkenin her yerinde sağlık çalışanları 1 günlük uyarı grevi yaptılar. Grevi ülkedeki doktorların meslek örgütü olan TTB (Türk Tabipleri Birliği) ve SES (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) birlikte örgütledi.
Grevin talepleri şunlardı:
- 2004 yılında bütçeden sağlığa en az %10 pay ayrılmalıdır.
- Sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesini hedefleyen sağlıkta dönüşüm programı durdurulsun.
- Herkese eşit ve ücretsiz sağlık hizmeti sağlansın.
- İnsanca çalışma koşulları sağlansın ve insanca yaşanacak ücret verilsin.
- “Aile hekimliği” modeli yerine “genel pratisyenlik” esaslı sağlık ocakları sistemi geliştirilmeli.
- Halk için ek “sağlık vergisi” anlamına gelen Genel Sağlık Sigortasından vazgeçilsin.
- Döner sermaye, performansa dayalı ücretlendirme uygulamalarından vazgeçilsin.
- İş güvencesini yok edecek sözleşmeli personel uygulamasından vazgeçilsin.
Aslında tüm bu talepler uzun yıllardır sağlık çalışanlarının örgütleri tarafından sürekli dile getirildi. Çözüm için gerek alternatif sağlık programı ve projeleri üretildi, gerekse de çeşitli eylemlilikler yapıldı.
5 Kasımda yapılan grev ise hem uzun yıllardır sağlık çalışanları tarafından yapılan eylemlerin en kitleseliydi, hem de bir yıllık AKP iktidarı süresince yapılan en büyük grev olma özelliğini taşıyordu. Grev öncesinde Sağlık Bakanının tehdit dolu açıklamalarına ve işyerlerine gönderilen soruşturma yapılacağına dair genelgelere rağmen, tüm ülkede sağlık kurumlarının çoğunda acil hizmetler dışında sağlık hizmeti verilmedi. Sağlık çalışanlarının büyük bir çoğunluğu örgütlerinin çağrısına uyarak iş bırakıp alanlara çıktı.
Bu eylem uzun zamandır sokağa çıkmaktan imtina eden, sağlık çalışanlarının arasında kendilerini görece ayrıcalıklı hisseden ve ezici çoğunluğu küçük-burjuva sınıf bakış açısına sahip olan, ama durumları giderek kötüleşen doktorların greve ve alanlara çıkmalarına vesile oldu. Avrupa’sından Afrika’sına kadar dünyanın dört bir yanındaki meslektaşları bu tür eylemlilikleri uzun süredir yapıyorlar. Türkiye’deki doktorlar da giderek artan yoksullaşmanın etkisiyle aynı şekilde mücadele vermeye zorlanıyorlar. Her geçen yıl, kapitalist sistem bu meslek gruplarına mensup olanların daha büyük kesimlerini proletaryanın saflarına itti ve itiyor. Onlar bunu kabullenmekte zorlansalar bile!..
Sağlık çalışanları son 20 yıldır giderek yoksullaştılar. Ücretler eridi ve alım gücü muazzam oranda düştü. Özellikle kamuda gerekli istihdam yaratılmadığı için mevcut çalışanlar 3 işçinin yapması gereken işi tek başlarına yapıyorlar. Bunun yanında fazla çalışma ve nöbetler komik rakamlarla ücretlendiriliyor. Ve her yıl mantar gibi çoğalan tıp fakültelerinden ve diğer sağlık çalışanlarının (hemşire, ebe, laborant ve radyoloji teknisyenleri) yetiştirildiği okullardan mezun olanlar, ucuz işgücü olarak kendilerini piyasanın koşullarına bırakmak zorundalar. Üstelik de bunların ancak şanslı olanları iş bulabilmekte. Bir tarafta fazla çalışan ve bunun karşılığı ruhsal ve bedensel olarak tükenme noktasına gelen ve giderek yaptığı işe ve insanlığa yabancılaşan yüz binler, diğer tarafta işsizler ordusu. İşte kapitalizmin gerçek yüzü kendini bu kez de sağlık alanında gösteriyor.
Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte kazanılmış haklara yönelik saldırılar doruk noktasına çıkmıştır ve bu saldırı süreci halen devam etmektedir. 1980 öncesinde örgütlü mücadele ile kazanılanların büyük çoğunluğu, son 23 yılda elimizden alındı, gaspedildi. Geçtiğimiz aylarda hızla yasalaşan İş Kanunu da bunlardan biriydi. Bu saldırı gerekli örgütlülük ve direniş gösterilemediği için hızla yasalaştı ve şimdi gündemde yeni saldırı yasaları var.
Seçim öncesi AKP hükümetinin kamuoyuna açıkladığı acil eylem planı paketi, TOBB ve TÜSİAD’ın görüşleri doğrultusunda hızlı bir şekilde meclis ve hükümet gündemine alınıyor. Bunlar arasında, bütün kamuda çalışan işçileri (657’ye tabi olanlar) yakından ilgilendiren Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve Personel Rejimi Yasa Tasarısı ile özelde tüm sağlık ve sosyal hizmet çalışanlarını ilgilendiren Sağlıkta Dönüşüm Projesi de var. Bu yasaların arkasında ise uluslararası sermaye ve onun örgütleri olan IMF ve Dünya Bankası bulunuyor. Üstelik uluslar arası sermaye şu anda dünya işçi sınıfından daha örgütlü ve ortak çıkarları için tek yumruk olarak hareket ediyor.
Bugün Türkiye işçi sınıfının ancak dar kesimlerinin tartışma gündemine girmiş olan söz konusu yasaların bir kısmı, ileri kapitalist ülkelerde çok daha önce hayata geçirildi, bir kısmıysa geçirilmeye çalışılıyor. Fakat bu ülkelerde, tabandan gelen basıncın da etkisiyle, bu tür yasalara karşı anlamlı ve kitlesel mücadeleler yürütülüyor. Ne var ki Türkiye’de bu taban basıncı oluşturulabilmiş değildir. Sendikal hareketin içinde bulunduğu tıkanıklık, sınıfsal bakış açısına sahip kadroların yokluğu ve sendikal bürokrasinin hakimiyeti, bu yasaların işçilere anlatılabilmesinin ve bu temelde mücadeleye daha çok işçinin katılmasının önünde bizatihi engel oluşturmaktadır.
Burjuvazinin ve onun hükümetinin yapısal reformlar olarak adlandırdığı bu saldırı yasalarıyla sağlık, eğitim gibi hizmetlerin özelleştirilmesinin yanında emeklilik fonları gibi büyük bir kaynak da sermayenin hizmetine sunulmak isteniyor.
12 Eylül’den bu yana bütçelerde sağlığa ayrılan pay gittikçe azalırken, savunma sanayiine, silaha ve faize ayrılan pay gittikçe artmıştır. İnsanların yaşam hakkının temeli olan sağlık hakkını sağlamaktan bile aciz olan bu burjuva devlet, işçi sınıfının değil burjuva sınıfın çıkarlarına hizmet için vardır. Hal böyle olunca, dünyanın bütün zenginliklerini emek gücü ile yaratan işçi sınıfının bu vahşi kapitalist sistemde aldığı pay, ancak işgücünü satabildiği sürece yaşama hakkıdır. İşçi sınıfının sağlıklı olması ise, burjuvazi için ancak üretimi yani kârı artırdığı ölçüde önemlidir.
Nüfusun %14’ünün herhangi bir sosyal güvencesinin olmadığı bir ülkede yoksulluk sınırı 1 milyar 600 milyon TL iken, işçi sınıfının çoğunluğu asgari ücretle yani 225 milyon TL ile geçinmeye mahkûm ediliyor. Üstelik bunların büyük bir çoğunluğu da hiçbir sosyal hakka, güvenceye ve örgütlülüğe sahip olmadan yaşam mücadelesi veriyor!.. Kapitalist sistemin ve onun devletinin bizlere söylediği çok açıktır; paran varsa sağlıklı ve uzun yaşayabilirsin, ama paran yoksa yaşam hakkın da sağlık hakkın da yok!
link: MT okuru bir sağlık işçisi, Sağlık çalışanlarının 5 Kasım Grevi, 7 Kasım 2003, https://marksist.net/node/319
Doğan Lastik'te işçi kıyımı
İklim Değişiklikleri: Tehlikede olan nedir?