Genetik
Darwin’in evrim mekanizması –doğal seleksiyon– 1930’ların sonlarına kadar yaygın bir kabul görmemişti. O sıralar, Fisher, Haldane ve Wright gibi önde gelen bilim simaları, doğal seleksiyonu Mendelci genetikle kaynaştıran yeni-Darvinciliğin kurucuları haline geldiler. Kalıtım teorisi, evrim teorisiyle hücre teorisi arasındaki bağlantının temeliydi. 19. yüzyılda, Schleiden, Schwann ve Virchow adlı biyologlar, hücrenin tüm canlı varlıkların temel birimi olduğunu açıklamışlardı. 1944’te Oswald Avery, hücre çekirdeğindeki DNA’yı kalıtımın temelini oluşturan madde olarak tanımladı. Crick ve Watson’ın DNA’nın ikili sarmalını keşfetmeleri evrimin yolunu da temizledi. Darwin’deki döl çeşitlenmeleri, rastlantısal mutasyonlardan ve içsel moleküler yeniden düzenlenişlerden ortaya çıkan DNA’daki değişimlerden kaynaklanıyordu, bu değişiklikler de doğal seleksiyonun üzerinde gördüğü temeli oluşturuyordu.
Avusturyalı bir keşiş ve amatör bir botanikçi olan Gregor Johann Mendel, 1860’larda bitkilerin kalıtsal özelliklerini dikkatlice incelemiş ve genetik kalıtsallık olgusunu keşfetmişti. Çekingen ve alçakgönüllü biri olan Mendel, bulgularını tanınmış bir biyoloğa gönderdi, ama tahmin edilebileceği gibi bu biyolog Mendel’in tüm düşüncelerini hiçbir anlam taşımıyor diyerek bir kenara attı. Cesareti büyük ölçüde kırılan Mendel, düşüncelerini herkesten saklayıp bitkilerinin başına döndü. Onun devrimci çalışmaları ancak 1900’de, yani genetik biliminin gerçekten doğduğu tarihte yeniden keşfedildi. Mikroskoplardaki gelişmeler, hücrenin içini görmeyi mümkün kılmış, bu da genlerin ve kromozomların keşfine yol açmıştı.
Genetik, hayatın devamlı gelişimini anlamamızı mümkün kılar. Yaşamın evrimi, kendini kopyalayan bir molekülün ortaya çıkması demekti, bu molekül yaşam formlarının özelliklerini gelecek kuşaklara iletebiliyordu. Bu mekanizma deoksiribonükleik asittir (DNA). Bu kendini üreten DNA molekülü vücudun belli bir bölgesinde yoğunlaşmaz, tersine her bitki ve hayvan hücresince içerilir. Evrilen en yüksek tür, üç milyar yıllık bir evrimin ürünü olan insan türüdür. Yetişkin insanlar bir trilyon hücreden oluşurlar, ama gebeliğin başlangıcında yalnızca tek bir hücreli embriyo vardır. Bu nasıl oluyor? Bunun sırrı DNA’dadır. Bu tek hücrenin içinde, bir insanın inşası için gerekli genetik kodu barındıran DNA molekülü vardır. Genler tarafından taşınan genetik bilgi, kimyasal olarak kodlanmış biçimde depo edilir. Bir gen DNA’nın bir bölümüdür ve belli tipte bir protein oluşturacak bilgiyi içerir.
Her hücrede bulunan genler, bitkileri ve hayvanları oluşturan tüm gerekli bilgiyi içeren organizma kısmıdır. Genlerin çoğu, proteinleri yapmak üzere hücreyi yöneten bilgiyi taşırlar. Bazı genler embriyodaki hücrelere nerede olduklarını ve bir kol olarak mı yoksa bir bacak olarak mı gelişip büyüyeceklerini söylerler. Genlerde depolanan baz dizileri canlı yaratığın ne olacağını belirler. Kalıtsal bilgi her hücrenin çekirdeğinde kromozom olarak adlandırılan gen zincirleri biçiminde depo edilir. Canlı bir elkitabı gibi, iki kromozom takımı, vücutta işin çoğunu üstlenen proteinlerin yapısının niteliğini belirleyerek, tek bir bireye tahsis edilen tüm genleri taşır.
Genlerin kimyasal bileşimi ancak 1950’lerde DNA olarak tanımlandı. 1953’te Francis Crick ve James Watson, nükleik asit molekülünün ünlü ikili sarmal modelini keşfetmeleriyle genetikte devrimci bir buluş yaptılar, bu başarılarından ötürü 1962’de Nobel ödülünü kazandılar. Bu buluş, kromozomların hücre bölünmesi sırasında nasıl kopyalandığını anlaşılabilir kıldı. DNA en basit yaşam formlarında bile bulunur: Bir virüs tek bir DNA molekülüne sahiptir. Bildiğimiz gibi tüm yaşam son tahlilde DNA’ya bağlıdır. Genetiğin keşfi ve gelişimi evrimin gizlerini gitgide çözdü. Darwin tarafından keşfedilen evrim yasaları, yeni-Darvinciliğin kurucuları olan Fisher, Haldane ve Wright’ın çalışmaları sayesinde genetikten elde ettiğimiz bilgilerle zenginleşmiştir.
Gen kalıtım birimidir. Bir organizmanın sahip olduğu tüm genler toplamına genom denir. Şu anda bilimciler, yaklaşık 100.000 adet genden oluşan insan genomundaki tüm genleri tanımlayacak bir projeyle meşguldürler. Her hücre neslinde genler kendilerini yeniden üretir; özel enzimler biçimindeki proteinler bu süreçte önemli bir rol oynar. Bu kendini yeniden üretim sayesinde genler her yeni hücre için bir kez daha oluşturulurlar. Böylece genler dolaylı olarak, tüm hücreleri inşa eden ve besleyen proteinleri üretirler. Bakteri hücrelerinden bitki ve hayvan hücrelerine; yaprak ve gövdeyi, kasları ve kemikleri, ciğerleri ve böbrekleri, ve beyin de dahil daha birçoklarını oluşturan özelleşmiş hücrelere. Her hücre ilk hücrede mevcut olanlarla aynı gen kadrosunu içerir. Her insan hücresi muhtemelen her tür insan hücresini ve bu nedenle de bütün bir insanı yapmak için gerekli genetik bilgiyi içerir*, fakat her hücrede bu bilginin yalnızca seçili bir kısmı kullanılır. Bu, çeşitli hücrelerin üretiminde ihtiyaç duyulan proteinleri kodlamak için yalnızca belli sayfaları ve hatta yalnızca belli satırları ve sözcükleri seçilen bir kılavuz kitaba benzer.
Eşeyli üremenin etkisi genleri karıştırmak ve karmaktır. İnsanlarda cinsiyet hücreleri (yumurta ya da sperm) yalnızca 23 kromozom içerir, ama bunlar kaynaştığında normal sayı olan 46 kromozomu oluştururlar. Yeni hücre, Dawkins’in sözleriyle, “anneye ait genlerle babaya ait genlerin bir mozaiği” olacaktır. İki kromozom takımı kaynaştığından, iki genin işaretlerinin farklı olması durumunda, bu takdirde bir özellik diğeri üzerinde ağır basacaktır. Meselâ kahverengi göz geni, mavi göz rengi üzerinde baskındır. Bunlar baskın ve çekinik genler olarak adlandırılırlar. Bazen melez (hibrid) bir uzlaşma ortaya çıkar.
Çeşitlenmenin meydana gelmesi üreme sayesindedir. Evrimsel açıdan bu yaşamsaldır. İlkel organizmalardaki eşeysiz üreme ebeveyn hücrenin özdeş kopyalarını yapar, burada mutasyon son derece enderdir. Diğer taraftan, iki kaynaktan gelen genlerin yeni bir bileşimiyle eşeyli üreme, genetik çeşitlenme olanaklarını arttırır ve evrimin ilerleyebilme hızını ivmelendirir. Her yaşam formu genetik bilginin DNA kodunu taşır. Atamızın ortak oluşunun kanıtı, tüm canlı varlıkların hücre yapılarının benzerliğidir. Kalıtım mekanizması aynıdır, farelerin fare gibi, insanların insan gibi ve bakterilerin bakteri gibi görünmelerini belirleyen DNA’dır. Bakteri gibi bazı organizmalar yalnızca tek bir temel DNA molekülüne sahiptir, bizim ve diğer daha yüksek organizmaların hücreleriyse bir dizi ayrı DNA demetlerini (kromozomlar) barındırırlar.
Genler ve Çevre
Geçtiğimiz 25 yıl boyunca, indirgemeciliğin ve biyolojik determinizmin ikiz ideolojileri biyolojinin tüm dallarına egemen olmuştur. İndirgemecilik yöntemi karmaşık bütünlerin –örneğin proteinlerin– özelliklerini, atomların ve hatta atomları oluşturan elementer parçacıkların özellikleriyle açıklamaya çalışır. Ne kadar derinlere gidilirse, kavrayışın o kadar daha iyi olacağı iddia edilir. Dahası, bütünü oluşturan birimlerin bütünden önce varolduğu, bir nedensellik zincirinin parçadan bütüne doğru işlediği, yumurtanın her zaman tavuktan önce geldiği ileri sürülür.
Biyolojik determinizm, indirgemeciliğe sıkı sıkıya bağlıdır. Meselâ insanların davranışının bireylerin sahip oldukları genler tarafından belirlendiğini iddia eder ve böylece tüm insan toplumunun, o toplumdaki tüm bireylerin davranışlarının toplamının egemenliği altında olduğu sonucuna varır. Bu genetik kontrol, “insan doğası” terimiyle dile getirilen eski fikirlere denk düşer. Yine bilimciler kastettikleri şeyin bu olmadığını iddia edebilirler, fakat kullandıkları ifadeler determinizme ve “değiştirilemez sabit varlıklar” olarak genlere ait düşüncelerle dolup taşar ve bu düşünceler sağcı politikacılar tarafından sevinçle oraya buraya çekiştirilir. Onlara göre toplumsal eşitsizlikler birer talihsizliktir, ama bunlar kalıtsaldır ve değiştirilemezler; bu nedenle de toplumsal araçlarla bunların çaresini bulmak imkânsızdır, çünkü böyle davranmak “doğaya karşı çıkmak” olur. Bu düşünce Amerikan üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan Bencil Gen* adlı kitabında Richard Dawkins tarafından dile getirilmiştir.
Evrim mekanizması genler ile çevre arasındaki diyalektik karşılıklı ilişki tarafından koşullandırılır. Darwin’den önce Lamarck farklı bir evrim teorisini öne sürmüştü; ona göre, bireyler kendilerini doğrudan çevrelerine uyarlıyorlar ve bu modifikasyonlar kuşaktan kuşağa geçiyordu. Çevrenin kalıtımsal malzemeyi doğrudan değiştirdiği düşüncesi Lisenkoculuk** kılığında Stalinist Rusya’da yeniden ortaya çıktıysa da, bu mekanik yorum tamamen gözden düşmüştür. İnsan evrimi hem bir “doğaya” hem de bir “tarihe” sahiptir. Genetik hammadde, toplumsal, ekonomik ve kültürel çevreyle dinamik bir ilişki içine girer. Biyolojik ve “kültürel” öğeler arasında sürekli bir ilişki olduğundan, bu iki şeyden herhangi birisini yalıtık bir şekilde ele alarak evrim sürecini anlamak imkânsızdır.
Kazanılan (çevreden türeyen) özelliklerin biyolojik olarak iletilmediği kesin olarak kanıtlanmıştır. Kültür bir kuşaktan diğerine geçer, ancak istisnai bir biçimde, yani öğretim ve örnek alma yoluyla. Her ne kadar bunun kimi öğeleri daha yüksek insansı maymunlarda gözlemlenebilir olsa da, insan toplumunu hayvanlar âleminin geri kalanından ayıran belirleyici özelliklerden biri budur. İnsan gelişiminde genlerin hayati rolünü inkâr etmek imkânsızdır, dahası genlerin bu rolü materyalizmle en küçük bir çelişki içinde de değildir. Peki bundan “her şeyin genlerde yattığı” mı çıkar? Ünlü genetikçi Theodore Dobzhansky’nin sözlerine kulak verelim:
En çağdaş evrimciler, canlı bir türün çevresine uyarlanmasının, biyolojik evrimi itekleyen ve yöneten baş etken olduğu kanısındalar.
Ve yine:
Ne var ki kültür, onun başlamasına ve ilerlemesine yol açmış olan biyolojik süreçlerden muazzam ölçüde daha verimli olan bir uyarlanma aracıdır. Diğerlerinden daha verimlidir çünkü daha hızlıdır. Değişen genler yalnızca ilk olarak ortaya çıktıkları bireylerin çocuklarına iletilirler; eski genlerin yerini almak için, yeni genleri taşıyanların yavaş yavaş çoğalmaları ve öncekilerin ayağını kaydırıp onların yerine geçmeleri gerekir. Değişen kültür ise, biyolojik soya bakmaksızın herkese iletilebilir, ya da diğer halklar tarafından hazır bir şey olarak alınabilir.[1]
Biyologlar organizmayı iki kısma ayırıyorlar, genotip olarak bilinen genetik yapı ve fenotip olarak bilinen dış görünüşe ait özellikler. Bu ikisi arasındaki ilişkiyi basit bir neden-sonuç ilişkisi olarak değerlendirmek yaygın bir hatadır. Bu görüşe göre genotip fenotipten önce gelir ve bu nedenle de denklemdeki belirleyici öğedir. Değiştiremediğimiz verili bir genler takımıyla birlikte doğarız ve bu bizim kaderimizi belirler, tıpkı astrolojide gezegenlerin konumu gibi. Bu tarz bir genetik mekanik determinizm, Lisenko’nun şarlatan teorilerinin aynadaki görüntüsüdür. Tersyüz edilmiş Lamarkçılıktır. Gerçekte genotip ya da her hücrenin çekirdeğinde bulunan genler, seyrik mutasyonlarla beraber az çok değişmezdirler. Fenotip ya da bireyin morfolojik, fizyolojik ve davranışsal özellikleri toplamı ise değişmez değildir. Tersine, genotip ile çevre arasındaki ve fenotip ile çevre arasındaki etkileşim tarafından organizmanın tüm yaşamı boyunca sürekli olarak değişir. Diğer bir deyişle, organizma ile çevre arasındaki diyalektik karşılıklı etkileşimin ürünüdür. Eğer Albert Einstein New York’un yoksul bir mahallesinde ya da yoksul bir Hint köyünde doğmuş olsaydı, onun genetik potansiyelinin pek de bir kıymeti harbiyesinin olmayacağını görmek için çok da zeki olmak gerekmezdi.
Genetik incelemeler idealizme kesin bir yanıt sunmaktadır. Hiçbir organizma bir genotip olmaksızın varolamaz. Ve hiçbir genotip uzaysal-zamansal bir süreklilik –çevre– dışında varolamaz. Genler, insanın gelişim sürecini ortaya çıkarmak üzere çevreyle etkileşirler. Aslında, eğer kalıtım kusursuz olsaydı, evrim diye bir şey olmayabilirdi, çünkü kalıtım tutucu bir güçtür. Özünde bir kendini kopyalama mekanizmasıdır. Fakat genlerde içsel bir çelişki söz konusudur, bu vasıtayla ara sıra kusurlu bir kopya üretilir: mutasyon. Böylesi kazalar sonsuz sayıdadır, çoğu da yalnızca yararsız olmakla kalmaz, organizmaya mutlak surette zarar verir.
Tek bir mutasyon bir türü bir başka türe dönüştüremez. Gende içerilen bilgi orada görkemli bir yalıtılmışlık içinde durmaz. Fiziksel dünyayla temas içine girer, orada sınanır, işlenir, ifade edilir ve değişikliğe uğratılır. Eğer özel bir varyant verili çevrede bulunanlardan daha iyi bir protein sağlarsa, başarılı olur ve gelişip büyür, diğerleri ise bertaraf edilirler. Belli bir noktada, küçük değişimler nitel bir aşamaya ulaşır ve yeni bir tür oluşur. Doğal seleksiyonun anlamı budur. Yaklaşık dört milyon yıldan bu yana her canlı varlığın –bitkilerin ve insanlar da dahil hayvanların– genleri bu şekilde oluşmuştur. Tek yönlü bir süreç değildir bu. Genetik deterministlerin genlerin üstün olduğuna dair düşünceleri, DNA kodunun kâşiflerinden biri olan Francis Crick tarafından, moleküler biyolojinin “temel dogması” olarak tanımlanmıştı. Bu dogma, Günahsız Gebelik dogmasından daha geçerli değildir. Organizma ile çevre arasındaki diyalektik ilişkide, fenotipe ilişkin bilgi dönüp genotipe akar. Genler kimin hayatta kalacağını kimin yok olacağını belirleyen çevre tarafından “seçilirler”.
Genetik kod insan “çerçevesinin” oluşturulmasında hayati bir rol oynarken, çevre, bunu dolduracak ve davranış ve kişiliği geliştirecek şekilde iş görür. Bunlar yalıtık etkenler değildirler, tersine bireyi ve bireyin kendine has özelliklerini üretmek üzere diyalektik bir biçimde birbirleriyle kaynaşırlar. Ne var ki bir kişinin kalıtımsal yapısını değiştirmek mümkün olmasa da, çevreyi değiştirmek tümüyle mümkündür. Bir bireyin potansiyelini geliştirmenin yolu, onun çevresini geliştirmektir. Bu düşünce uzun yıllardır ateşli bir tartışmayı teşvik etmiştir: Geliştirilmiş bir çevre sayesinde genetik “eksikliklerin” üstesinden gelmek ve bunları değiştirmek mümkün müdür? Önde gelen ilk genetikçilerden Francis Galton, dehanın kalıtsal olduğunu kanıtlamaya çalışmış ve entelektüel birikimi muhafaza edecek bir seçmeli üreme politikasından yana olmuştu. Orta ve üst sınıflara ait beyazların, diğer ırklardan ve sınıflardan olan insanlar karşısında genetik olarak üstün oldukları düşüncesi Viktorya toplumunun içine işlemişti. Bu düşünce, biyolojik uygunsuzlukların yayılmasını önlemek için zorla kısırlaştırma taraftarı olan bir öjenik* hareketin ideolojisi haline geldi. IQ (intelligence quota)** testi kullanılarak elde edilen çürük bilimsel veriler, biyolojik determinizmi ve doğuştan gelen aşağı genleri yansıttıkları için değiştirilmesi mümkün olmayan ırk, cinsiyet ya da sınıfa dayalı toplumsal eşitsizlikleri desteklemek için kullanılmıştı.
“Zekâ” ve Genler
Sosyobiyolog E. O. Wilson biyolojik determinist bakışı şöyle dile getiriyor:
Eğer planlı toplum kendi üyelerini bile bile, bir zamanlar yıkıcı fenotiplere (saldırganlık ve bencillik) Darvinci avantajlarını sağlayan gerilim ve çatışmalardan uzaklaştıracak olursa, diğer fenotipler (işbirliği ve özgecilik) de onlarla birlikte yok olabilirdi. Bununla, nihai genetik anlamda, toplumsal denetim insanın insanlığını elinden alırdı.[2]
Diğer bir deyişle insanlığın kötü yönlerinden kurtularak iyi yönlerinden de kurtulmuş oluruz! Yine Wilson, fenotipin (genotipin değil) sabit ve değişmez olduğuna değinerek genotipi fenotiple karıştırır. Oysa öyle değildir. Genotipler, fenotipteki özellikleri “kod”lamazlar. Fenotipte özgeciliğe eşdeğer bir gen yoktur. Her canlı varlık, genler, çevre ve bizzat fenotip arasındaki sürekli bir etkileşimin sonucudur. Bununla birlikte organizmanın, genler ve çevrenin “elinde” bir oyuncak olduğuna inanma tuzağına düşmekten de kaçınmalıyız. O da sürecin aktif bir kısmıdır. Tüm canlı varlıklar çevreleriyle diyalektik bir şekilde etkileşirler.
“Bir cinsiyet hücresinin, başına ne gelirse gelsin sahibini zeki ve bilge kılan «zekâ» denilen bir parçacığı naklettiğini varsaymak aslında gülünçtür” diyerek bunu doğruluyor Dobzhansky. “Ancak, karşılaştığımız insanların hepsinin zekâ, yetenek ve davranış açısından farklı olduğu aşikârdır ve bu farklılıkların kısmen bu insanların doğalarından kısmen de kendi çevrelerinden kaynaklandığını varsaymak mantıksız değildir.”
Bu, yaşam süreçlerinin materyalist ve diyalektik karakterini açıkça gösterse de, genetik, ateşli bir tartışma başlattı ve kapıları idealizme ve gerici fikirlere açtı. Tek yanlı bir genetik modası kaçınılmaz olarak yanlışlarla ve kafa karışıklıklarıyla sonuçlanır. Bazı genetikçiler biyolojik determinizm ya da genetik determinizm tuzağına böyle düştüler. E. O. Wilson ve Richard Dawkins gibi sosyobiyologların durumu da budur. Bu durumu yorumlayan Steven Rose şunu sormaktadır:
Evrim teorisi, insanın belli yönlerinin –kapitalizm, milliyetçilik, ataerkillik, yabancı düşmanlığı, saldırganlık ve rekabet– “bencil genler”imize “sabitlendiği” anlamına mı gelir? Bazı biyologlar bu soruya olumlu yanıt verdiler ve liberter monetaristlerden neo-faşistlere dek sağın bütün politik teorisyenleri bu biyologların resmi açıklamalarına kendi politik felsefelerinin “bilimsel” doğrulanışı olarak sarıldılar.
Bundan çıkan yegâne sonuç, kapitalizmin ve tüm hastalıklarının, biyolojik olgulardan türemiş olan “doğal” hastalıklar olduğudur. Irksal ve cinsel eşitsizlik teorileri de bilimin belli yorumlarına dayandırılmaya çalışılmıştı.
“En uygun olanın hayatta kalması” ve “varoluş mücadelesi” gibi basit ve kaba evrim metaforları, Herbert Spencer sayesinde toplumsal Darvinciliğin sözcük dağarcığına katılmışlardı. Kapitalizmin, sınıfsal eşitsizliklerin ve emperyalizmin tam doğrulanışının biyolojide olduğuna hükmediliyordu. E. O. Wilson’la aynı kafadaki sosyobiyologların, insan doğası ve biyolojik determinizm görüşleriyle onların yolundan gittikleri görülüyor. Marx ve Engels, “insanın kendini yarattığını” açıklamışlardı. Tıpkı bilinç gibi insan doğası da egemen toplumsal ve ekonomik koşulların ürünüdür. İnsan doğasının bizzat toplumun gelişimini takip ederek tüm tarih boyunca değişmiş olmasının nedeni de budur. Sosyobiyologlara göre insan özellikleri genlerimiz sayesinde biyolojik olarak sabitlenmiş görünürler, bu görüş “insan doğasını değiştiremezsiniz” şeklindeki efsaneyi ayakta tutar.
Aslına bakılırsa, Dobzhansky’nin işaret ettiği gibi “insan doğası” denen şey insanlık tarihi boyunca birçok kez biçim değiştirmiştir:
Darlington (1953) şuna inanıyordu: “Bireysel uyarlanabilirlik aslında sağduyunun gözlemlerinin büyük yanılsamalarından biridir. Bugünkü politik ve ekonomik yönetimin en başta gelen hatalarından sorumlu bir yanılsamadır bu. Bireyler ve topluluklar, belli bir master planına uyulsun diye, belli bir eğitim döneminden sonra bir yerden ya da meslekten bir başkasına kaydırılamazlar, bunun olabilirliği, bir çiftçinin derin su balıkçısı haline getirilmesinden ya da gedikli bir suçlunun iyi bir yurttaşa dönüştürülebilmesinden daha fazla değildir.”
İnsan genetiği konusundaki bilgimizin tüm yetersizliğine ve tüm belirsizliğine rağmen, Darlington’un görüşlerine zıt bir kanıt bolluğu söz konusudur ve bu kanıtlar kesindir.
Tarih, bireylerin ve toplulukların bir yerden ya da bir meslekten bir başkasına başarıyla kaydırılabilmelerinin kanıtlarıyla doludur. Dünyanın her tarafında birçok ülkede gerçekleşen sanayi devrimleri bunun örneklerini bol bol sunar. Milyonlarca sanayi işçisinin yakın ataları çoğunlukla “ebedi” köylülerdi. Topraktan sanayi kentlerine hareket bugün bile bazı “azgelişmiş” ülkelerde büyük ölçekte sürmektedir.[3]
IQ Testi
Genetik deterministler tarafından özellikle IQ testi alanında sıklıkla yanlış kullanılan bir kavramdır kalıtım. Britanya’da Hans Eysenck ve ABD’de Richard Herrnstein ve Arthur Jensen adlı psikologlar, zekânın büyük ölçüde kalıtımsal olduğu düşüncesini geliştirmişlerdi. Aynı zamanda, siyahların ortalama IQ’sunun beyazlardan, İrlanda’daki İrlandalılarınkinin de İngiltere’deki İngilizlerden genetik olarak daha düşük olduğunu savundular. Eysenck görünüşe bakılırsa, siyahların ve İrlandalıların “düşük IQ” genleri nedeniyle seçmeli üretildiklerine inanmaktadır. Aslına bakılırsa IQ testlerinin içsel olarak kusurlu oldukları kanıtlanmıştır. Boy ya da kilo gibi, “zekâ” için de bir ölçü birimi yoktur. IQ keyfi kabullere dayanan hayali bir kavramdır.
IQ testi, yüzyılın başlarında, Alfred Binet’nin öğrenme güçlüğü çeken çocukları tespit etmek için basit bir test oluşturmasıyla başladı. Binet’ye göre bu test, zorlukları tespit etmenin bir aracıydı, ardından bu zorlukların “zihinsel ortopedi” sayesinde çaresi bulunabilecekti. Bunun bir tür “değişmez” zekânın ölçüsü olduğuna kesinlikle inanmadı ve böyle fikirler ileri sürmeye niyetlenenlere Binet’nin yanıtı çok sertti: “Bu canavarca karamsarlığa karşı çıkmalı ve tepki göstermeliyiz.”
Binet’nin testinin temeli oldukça basitti: daha büyük yaştaki çocuklar, daha küçüklerin yapamadığı zihinsel işleri yapabilirlerdi. Böylece her yaş grubuna uygun düşen testleri bir araya getirdi; daha parlak ya da daha az yetenekli olanlara buna göre karar verilebilirdi. Çocukların zorluklarla karşı karşıya geldikleri noktalarda tedavi edici bir harekete girişilecekti. Ne var ki, başkalarının elinde bu sistem farklı sonuçlara varmak için kullanıldı. Binet’nin ölümüyle birlikte öjenik taraftarları determinist mesajlarını pekiştirme fırsat buldular. Zekâ, artık kalıtım sayesinde aktarılan ve toplumsal sınıf ve ırksal kökene dayanan doğuştan gelen ve değişmez bir şey olarak düşünülüyordu. Stanford-Binet testlerini ABD’ye getiren Lewis Terman’e göre düşük zekâ, “güneybatılı İspanyol-Yerli ve Meksikalı aileler ve zenciler arasında çok yaygın ve ortak bir şeydir. Kalın kafalılıklarının ırksal olduğu ya da en azından geldikleri aile soyunda doğuştan olduğu görülmektedir… Bu grubun çocukları özel sınıflara ayrılmalıdır... Bunlar soyutlamalara hakim değildirler, ama çoğu durumda verimli işçiler haline getirilmeleri mümkündür… Görülmedik ölçüde doğurganlıklarından ötürü öjenik açıdan ciddi bir sorun teşkil ediyorlarsa da, şu anda toplumu onların üremelerine izin vermemek gerektiğine inandırmak mümkün değildir.”
ABD eğitim camiasının teste ilişkin havası buydu. Testin bilimsel kapsamını genişletmek için yeni bir numara da yapılmıştı: Yetişkinler için de standartlar saptanıyor ve yaş ile akıl yaşı arasında bir oran getiriliyordu: “zekâ bölümü” ya da IQ.
Binet’nin testlerini Britanya’da tercüme eden ve bu testlerin şampiyonluğunu Amerikalı meslektaşlarından daha saplantılı biçimde yapan kişi İngiliz psikolog Sir Cyril Lodowic Burt idi. Tahmini çalışmalara dayanarak erkeklerin kadınlardan daha zeki olduklarını iddia ediyordu. Aynı beyefendi, Hıristiyanların Yahudilerden, İngilizlerin İrlandalılardan, üst sınıftan İngilizlerin alt sınıftan İngilizlerden vs. daha zeki olduklarına dair elinde çok güçlü kanıtlar olduğunu da iddia ediyordu. Burt’un kendisi de, tesadüfe bakın ki, üst sınıfa mensup Hıristiyan bir İngiliz erkeği idi! Bu şekilde, kurbanlarının “aşağı” olmalarına dayanarak, zalimler zulmü, zengin ve güçlü olanlar ayrıcalıklarını aklarlar. 1971’de ölene dek 65 yıl boyunca Burt, insanlığa hizmetlerinden ötürü şövalyeliği hak ederek, öjenik ve IQ testleri üzerinde çalışmayı sürdürdü. Dillere düşmüş “on bir yıllık” eğitim sisteminin kurulmasına yardımcı oldu, bu sistem çocukları “modern orta” okullar ve gramer okulları arasında ayırıp tecrit ediyordu. Burt bunu şöyle açıklıyordu:
Kapasite şüphesiz içeriği sınırlamalıdır. Bir litrelik bir sürahinin bir litreden fazla süt alması imkânsızdır; aynı şekilde bir çocuğun eğitimsel başarısını eğitilme kapasitesinin izin verdiğinden daha yükseğe çıkarmak da imkânsızdır.
Böylece toplumun sınıfsal niteliğini pekiştirmek için Binet’nin testleri tanınmayacak hale getirildi. Birileri kömür çıkarmak ve su taşımak için, birileri de toplumu yönetmek için doğmuşlardı. Testler tedavi etmek için değil, tecrit etmek için kullanılıyordu. IQ testi nasıl değiştirilirse değiştirilsin, tüm testler aynı kökene sahiptir: her şeyin ona dayandırılarak hükme bağlandığı bir alameti farika olarak, önyargıya dayalı bir “zekâ”. Ne var ki bu testler sonuçları tayin eden kültürel ve toplumsal şablonların ezici ağırlığı altındadırlar. Okul başarısına bağlıdırlar ve bunun sonuçlarını yansıtırlar. Bununla birlikte, bu kaba şekliyle “zekâ”yı ölçme ya da saptamanın mümkün olduğu düşüncesi temelden yanlıştır. Her şeyden önce zekâ nedir? Nasıl ölçülebilir? Zekâ, ağırlık ya da boy gibi bir şey değildir. Burt’un iddia ettiği gibi sabit değil esnek bir şeydir. İnsan beyninin potansiyeli sınırsızdır. Bir insanın bu potansiyeli kullanmasına izin vermek toplumun görevidir. Çevresel olgular potansiyeli büyük ölçüde sınırlandırabilir ya da onu zenginleştirebilir. Çocukları kötü toplumsal koşullarda yetiştirirsek, onların, tüm ihtiyaçları karşılanarak yetişen çocuklarla karşılaştırıldığında dezavantajlı olacakları açıktır. Toplumsal arka plan son derece önemlidir. Çevreyi değiştirirseniz çocuğu da değiştirirsiniz. Biyolojik deterministlerin aksi iddialarına rağmen zekâ değişmez ya da genetik olarak önceden belirlenmiş bir şey değildir.
“Zekâ”yı istatistiksel olarak bir çan eğrisi grafiğiyle gösterme saplantısı, toplumsal uyuma zorlama girişimidir. Normun dışındakilerin “anormal” olduğu ve tedaviye ihtiyaç duydukları söylenir. Ardından da, sınıfımızı, ırkımızı ve yaşamımızı belirleyen şeyin genetik olduğu. Ama gerçekte, genotiplerimiz değişmez olsa da fenotipimiz sürekli olarak değişir. Bir kolu ya da bacağı kaybetmek geri dönüşsüz bir şeydir ama kalıtsal değildir. Wilson hastalığı kalıtsaldır ama ilaçlar sayesinde geri dönüşsüz bir şey olmaktan çıkar. “Şüphesiz”, diyor Rose, Kamin ve Lewontin, “fenotip de doğumdan yetişkinliğe kadar genotipten lineer olarak gelişmez. Çocuğun «zekâsı», «litrelik sürahinin» muntazaman doldurulmasını andırırcasına, yetişkin olduğunda sahip olduğu zekânın belli bir küçük bir yüzdesinden ibaret değildir.”
IQ’nun genetik temeline payanda bulmaya dönük çılgınca çabaları, Burt’u kayıtlarını ve verilerini sistematik bir şekilde tahrif etme noktasına götürdü. Birbirinden ayrılmış tek yumurta ikizleriyle yürüttüğü meşhur IQ araştırmaları, ayrılmış çiftlerin çevreleri arasında hiçbir bağıntı olmadığı şeklindeki inanılmaz iddiasıyla sonuçlandı. Ona göre, her şey ikizlerin genleriyle belirlenmişti. Burt genetik deterministlerin idolüydü ve onun çalışmaları davalarını daha da ileri götürmek için onlara bir cephane sunmuştu. 1978’de Amerikalı psikolog D. D. Dorfman, bu saygın bilimci ve İngiliz beyefendisinin sonuçları uydurduğunu kesin bir biçimde kanıtladı. Onun bir sahtekâr olarak teşhir edilmesinden sonra, taraftarları, bilimsel dikkatsizliğinden ötürü Burt’u azarlayarak yön değiştirmek zorunda kaldılar! Burt’un çalışması Piltdown Adamının IQ eşdeğeriydi. Ama yine de –çok göze batan tutarsızlıklarla geçen on beş yıla rağmen– onun araştırmaları, zamanında bilimsel camia tarafından IQ’nun kalıtsallığının kanıtı olarak selamlanmıştı. Burt’un ölümüne rağmen aynı camia, sınıfsal bakış açılarının köşe taşı olarak kendi gerici felsefelerine hâlâ sımsıkı sarılmış durumdalar.
Britanya’da, Amerika’da ve Danimarka’da birbirinden ayrılmış tek yumurta ikizlerini kapsayan daha yeni araştırmalar hiçbir anlamda IQ’nun kalıtsallığını kanıtlamıyorlar. Bu çalışmalar Rose, Kamin ve Lewontin tarafından inandırıcı bir biçimde yanıtlanmıştır. Ya sonuçları?
IQ’nun kalıtsallığının gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz. Veriler, herhangi bir popülasyonda IQ’nun genetik değişiminin makul bir değerlendirilişini hesaplamamıza izin vermiyor. Tüm bildiğimiz, kalıtsallığın sıfır ya da %50 olabileceğidir. Aslında bunu incelemeye dönük araştırma çabalarının muazzam hevesine rağmen, IQ’nun kalıtsallığı sorununun söz konusu konularla ilişkisi yoktur. Deterministlerin kalıtsallığın kanıtlanmasına atfettikleri büyük önem, kalıtsallığın değiştirilmezlik anlamına geldiği şeklindeki yanlış inanışlarının bir sonucudur.
Ne IQ için ne de başka bir kişisel özellik için genlerin organizmayı belirlediği söylenemez. Bir insanın ebeveynlerinden kalıtsal olarak devraldığı genler ile, insanın boyu, kilosu, metabolik hızı, hastalığı, sağlığı ya da diğer sıradan organik nitelikleri arasında bire-bir bir çakışma yoktur … her organizma yaşamın her aşamasında genler ile çevre arasındaki etkileşimin eşsiz bir ürünüdür.[4]
Öjenik
Öjenik, Darwin’in kuzeni olan Francis Galton tarafından 1883’te türetilen bir sözcüktü. İnsan soyunu “ıslah etme” arzusu genellikle, belli bir grubun –bir ırkın, ulusun, toplumsal sınıfın ya da cinsiyetin– “üstünlüğü”nü kanla ya da “iyi yetiştirme”yle kanıtlamaya çalışanların ileri sürdüğü sözde bilimsel teorilere aittir. En akıldışı ve en tiksindirici önyargılara entelektüel bir saygınlık görüntüsü vermek için, bu tip gerici saçmalıklara her zaman sahte bir “bilimsel” hava verilir. “Özgürlükler ülkesi” Amerika, “biyolojik olarak aşağı” olanların zorla kısırlaştırılmasına dönük yasaların çıkarılmasıyla öjenik hareketin zaferine tanık olmuştu. Indiana eyaleti ilk kısırlaştırma yasasını 1907’de kabul etti. Bu uygulama bir uzmanlar kurulunun tavsiyeleri üzerine, deli, embesil ya da moron olarak değerlendirilenler üzerinde gerçekleştirilebilirdi. Yetmiş yıl önce, John Scopes, G. W. Hunter tarafından yazılan Yurttaşlık Biyolojisi adlı kitabı kullanarak evrimi öğretiyordu, bu kitapta, meşhur Jukes ve Kallikaks davası da içeriliyordu. Asalaklık ve Topluma Maliyeti–Çareler başlıklı bölümde şunlar söylenmekte:
Yukarıda tanımlanana benzer yüzlerce aile, bu ülkenin her tarafına hastalık, ahlâksızlık ve suç yayarak yaşamaya devam ediyor. Böyle ailelerin topluma maliyeti çok büyüktür. Tıpkı bazı hayvan ya da bitkilerin diğer hayvan ya da bitkiler üzerinde yaşayan asalaklar haline gelmesi gibi, bu aileler de toplum üzerindeki asalaklar haline gelmişlerdir. Sadece yozluk, hırsızlık ya da hastalık yayarak başkalarına zarar vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda kamunun parasıyla devlet tarafından korunuyor ve dikkate de alınıyorlar. Yoksul evleri ve sığınma evleri büyük ölçüde bunlar içindir. Bunlar gerçek birer asalaktırlar.
Böyle insanlar daha aşağı hayvanlar olsalardı muhtemelen yayılmalarını önlemek için onları öldürürdük. İnsanlık buna izin vermez, fakat sığınma evlerinde ya da diğer mekanlarda, cinsiyetleri birbirinden ayırarak böylesi aşağılık ve yoz bir ırka mensup ailelerin iç evlilikler yapmasının ve suç işleme olanaklarının önüne geçme çaresi gerçekten de vardır.
1930’larla birlikte Amerika’nın 30 eyaletinde kısırlaştırma yasaları kabul edilmişti, tedavisi gerekli görülenler arasında alkolikleri ve uyuşturucu bağımlılarını ve hatta körlük ve sağırlığı da ekleyip genişleterek. Bu kampanya 1927’de Yüksek Mahkemenin Buck-Bell davasında Virginia kısırlaştırma yasasını sekize karşı bir oyla kabul etmesiyle doruğuna ulaştı. Bu dava, Saralılar ve Geri Zekâlılar Devlet Kolonisine kendi rızası dışında kapatılmış olan Carrie Buck isimli on sekiz yaşında beyaz bir kız hakkındaydı, yasaya göre kısırlaştırılacak ilk insan oydu. (“Bugünkü mevcut nüfusumuzun en değersiz onda birini” yok etmek isteyen) Öjenik Kayıt Bürosu şefi Harry Laughlin’e göre bu kız, kız kardeşi ve annesinin genetik zihinsel geriliklerinden ötürü seçilmişti. Bu bilgi büyük ölçüde, daha sonra tamamen yanlış olduğu kanıtlanan Stanford-Binet IQ testlerinden elde edilmişti. Dava yargıcı O. W. Holmes, “üç kuşak embesil yeterlidir” demişti. Carrie’nin kız kardeşi Doris de aynı yasaya göre gizlice kısırlaştırılmıştı. Carrie’nin çocuğu Vivian, 1932’de hastalıktan öldü. Vivian’ın öğretmenleri onu “çok parlak” bir öğrenci olarak tanımlıyorlardı.
1935 Ocak ayına kadar ABD’de öjenik amaçlarla 20.000 civarında zorla kısırlaştırma yapıldı. Laughlin bu ağın “evsizleri, serserileri ve yoksulları” da içermesini istemişti ve en ateşli biçimde Nazi Almanya’sında kabul görmüştü. Almanya’da Erbgesundheitsrecht, 4000’i kör ve sağır olmak üzere 375.000 kişinin kısırlaştırılmasına yol açmıştı. ABD’de 30.000 kişi kendi iradeleri dışında kısırlaştırılmıştı. Klasik öjenik gözden düşerken, beyin ameliyatlarının en başta şiddet olmak üzere toplumsal sorunları hafifletebileceği fikrini savunan psikocerrahi gibi yeni çeşitlemeler ortaya çıktı. Vernon Mark ve Frank Ervin adlı iki Amerikalı psikocerrah, ABD’deki kent ayaklanmalarının zihinsel sorunlardan (delilik bademcikleri) kaynaklandığını ve belli getto önderlerinin beyin ameliyatına tâbi tutularak bu sorunun tedavi edilebileceğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdi. Biyolojinin bu alanındaki çalışmalar ABD Yasa Uygulama daireleri tarafından finanse edilmektedir.
Sacramento İnsan İlişkileri Bürosu Islah Müdürü ile beyin cerrahisi için uygun adaylar arayan California Üniversitesi Tıp Merkezi Hastaneler ve Klinikler Müdürü arasında 1971 yılında gerçekleşen bir yazışma “bilimsel” topluluğun kimi kesimlerinin zihniyetini açığa çıkarıyor. Müdür, cerrahi bir çözüm için “beyinde, daha önceden zarar görmüş olabilecek ve şiddet olaylarının odağı olarak hizmet edebilecek merkezleri saptamak amacıyla … cerrahi ve teşhis yöntemlerini” uygulamak için “muhtemelen ciddi nörolojik hastalıklardan dolayı agresif, yıkıcı davranışlar göstermiş olan” uygun mahkûm adaylar istiyor.
Verilen yanıtta, “aşırı militanlık, önderlik yeteneği ve beyaz topluma açık düşmanlık … nedeniyle nakledilen” bir aday öneriliyor, bu aday “Nisan 1971’deki bir grevin birkaç önderinden biri olarak saptandı… Dahası yaklaşık olarak aynı dönemde çığ gibi devrimci meteryal okuduğu da açıktı.” Bu saplantılı ideolojiler politik gericiliğin teorik zeminidirler. 1980’de, o sıralar Carrie Buck’un geçmişte kısırlaştırılmış olduğu Lynchburg Hastanesinin müdürü olan Dr. K. Nelson, 1972’ye kadar bu hastanede 4000 kısırlaştırma operasyonunun gerçekleştirilmiş olduğunu keşfetti. Buck davasında kullanılan IQ testleri uzun zaman önce gözden düşmüştü. Bu gerici zorla kısırlaştırma düşünceleri yalnızca geçmişin “karanlık dönemleri”yle sınırlı değildir, bugün de özellikle Amerika’da sözde-bilimsel teorilerden beslenerek hâlâ ayaktadırlar. Şu anda bile, ABD’nin 22 eyaletinin kanun kitaplarında kısırlaştırma yasaları mevcuttur.
Suç ve Genetik
1970’lerinden başlarından bu yana hapishanelerdeki Amerikalıların oranı üç kat fazlasına çıkmıştır. Britanya’da demir parmaklıkların ardındakiler rekor düzeydedir. Hapishaneler o denli kalabalıktır ki, tutuklular polis hücrelerinde tutulmaktadır. “Birleşik Krallık, 1991’de, nüfusunun, Macaristan bir tarafa bırakılırsa Avrupa Konseyine bağlı tüm uluslardan daha büyük bir kesimini cezaevlerinde tutmaktadır” yorumunda bulunuyor Financial Times (19 Mart 1994). Buna rağmen şiddet suçları her iki ülkede de son derece yüksek kalmaya devam ediyor. Bu kriz, suç olan davranışları biyolojik etkenlerle ilişkilendirme çabaları gösteren gerici düşüncelerin çiçek açmasına tanıklık etti. “Şiddet oranını %1 azalttığımızda ülke 1,2 milyar dolar tasarruf eder” diyor Amerikalı psikolog Adrian Raine. Sonuç olarak, ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü şiddete ilişkin araştırma bütçesini 58 milyon dolara çıkarttı. Ve Aralık 1994’te Ulusal Bilim Kurumu, 12 milyon dolar ve beş yıllık bir araştırma konsorsiyumu için teklif sunmaya başladı. Scientific American’ın Mart 1995 sayısında, “beklediğimiz ilerlemelerle birlikte, şiddete biyolojik olarak beyinsel eğilim gösteren birçok insanı teşhis edebilecek durumda olacağız” iddiasında bulunuyordu Baylor Tıp Fakültesi psikiyatri bölümü şefi Stuart Yudofsky.
Her şeyi toplumsal koşullardan türeyen toplumsal sorunlar olarak kavramaktan ziyade genetik ya da biyolojik bozukluklara atfetmek, bazı çevrelerde gittikçe moda haline geldi. Genetik determinizm ekolü, her toplumsal sorunu genetik düzeyine indirgemekle bundan her türlü gerici sonucu türetti. Araştırmaların birçok şiddet suçlusunun fazladan bir Y kromozomuna sahip olduğunu sözümona açığa çıkartmasının üzerinden fazla zaman geçmedi, ama son araştırmalar böyle bir bağın yersiz olduğunu gösteriyor. Katillerin beyinlerinin ön korteksindeki daha düşük bir etkinliğin kanıtları bugün dikkatleri biyoloji ile suç arasındaki ilişkiye çekiyor. Federal Şiddet İnisiyatifi, “biyokimyasal ve genetik kusurlarının gelecekteki yaşamlarında şiddete eğilimli kılacağı” en azından 100.000 kentli çocuğu saptama önerisinde bulunmuştur.
Irk ile suç ya da toplum karşıtı davranışlar arasında genetik bağlar kurma sonucuna götüren düzmece araştırmaların tehlikesi her zaman mevcuttur. Nüfusun %12,4’ünü siyahların oluşturduğu ABD’de, şiddet suçundan tutuklananların %44,8’inin siyahlar olduğunu gösteren istatistiklerden yanlış sonuçlar çıkarılabilir. Scientific American’daki aynı makalede şunları okuyoruz: “Görünüşte objektif olan biyolojik çalışmaların, toplumsal ve kültürel farklılıkları tam bir kör gibi görmezden gelerek, saptırılmış biçimde ırksal şablonları güçlendirebileceğinden endişe duymak için gerekçeler mevcuttur.” Bu tehlike nedeniyle, ırksal azınlıklardan alınan kan ve idrar numuneleri konusunda boykotlar yapılmıştır. Bu yüzden Raine’e göre “bugüne dek yürütülen tüm biyolojik ve genetik araştırmalar beyazlar üzerinde yapıldı.”
Raine şöyle devam ediyor:
Sekiz yaşında bir erkek çocuğun babası olduğunuzu hayal edin. Etik ikilem şudur: Size diyebilirdim ki, “çok geniş çeşitlilikte ölçümler yaptık ve %80 kesinlikle oğlunuzun 20 yıl içerisinde ciddi bir cani haline geleceğini öngörebiliriz. Size, onun bir şiddet suçlusu olma şansını büyük ölçüde azaltan bir dizi biyolojik, toplumsal ve bilişsel müdahale programı önerebiliriz.”
Ne yaparsınız? Masum olduğuna dair somut bir olasılık varolmasına karşın oğlunuzun bir şiddet suçlusu olarak damgalanması riskini alıp onu bu programlara mı katarsınız? Yoksa tedaviye hayır deyip onun %80 ihtimalle; (a) kendi yaşamını mahvetmesini, (b) sizin yaşamınızı mahvetmesini, (c) erkek ve kız kardeşlerinin yaşamlarını mahvetmesini, ve en önemlisi, (d) elinde düşecek masum kurbanların yaşamlarını mahvetmesini göze mi alacaksınız?
Her şeyden önce bir çocuğun gelecekteki suç davranışlarını öngörmek –bırakınızı %80 kesinliği– hiç de mümkün değildir. Ve ikincisi, bu yaklaşım suçun ayıbını bireyin üzerine yıkar. Bu gerici argüman, suçu, şiddeti ve diğer toplumsal kötülükleri, içinde yaşadığımız toplumun bir ürünü olarak görmez. Bu toplum, kitlesel işsizliğe, evsizliğe, yoksulluğa ve yaşamın kirlenmesine yol açan, insan sömürüsüne ve kârın azamileştirilmesine dayalı bir toplumdur. Suçu, şiddeti ve vahşeti yaratan da bu toplumsal koşullardır. Bunun genler ya da biyolojiyle hiçbir ilişkisi yoktur, bunların hepsi kapitalist toplumun barbarlığıyla ilişkilidir.
Biyolojik deterministler gerici toplumsal düşünceleri desteklemek için kullanılmaktadırlar. Suçun, yoksulluğun, işsizliğin vb. ayıbı toplumun değil, sahip olduğu genler ya da kusurlu biyoloji sayesinde bireyindir. Bu nedenle çözüm beyin ya da genetik cerrahidir. Bir kesim de insan şiddetini açıklamak için anormal testosteron düzeylerine ya da düşük kalp atışlarına atıfta bulunuyorlar. Bazı bilimciler, vücutta başka şeylerin yanı sıra beynin işleyişini etkileyen kimyasallardan biri olan serotoninin düşük düzeyde olmasına işaret etmişlerdi. Bu yüzden C. R. Jeffery, Journal of Criminal Justice Education’da şunları yazmıştı: “Beyindeki serotonin düzeyini arttırarak şiddet düzeyini düşürebiliriz.” Bu yüzden hastalara saldırganlıklarını tedavi etmek için, antidepresan Prozac gibi serotonin takviyeleri yapılıyor. Bu görüşün yanlışlığı, bu kimyasalın farklı zamanlarda farklı etkilere yol açarak beynin farklı kısımlarında yükselebilmesi ya da düşebilmesi olgusuyla açıklanır. Çevre de bu düzeyler üzerinde etkide bulunabilir. Ne var ki, bu “gerçekler”in işleri aksatmasına, ya da bu insanları kendi gerici görüşlerini desteklemek için çizmeyi aşan iddialarda bulunmaktan alıkoymasına izin verilemez.
Jeffery şunu savunur: “Bilim bizlere, hangi bireylerin suçlu olup olmayacağını, hangi bireylerin kurban olup olmayacağını ve hangi yasa uygulama stratejilerinin işleyip işlemeyeceğini söylemelidir.” Yudofsky Jeffery’nin coşkusunu şu iddiayla daha da arttırır: “Şu anda genetik tıpta bir devrimin eşiğindeyiz. Bir sonraki adım, agresif bozukluğun genetiğini kavramak ve bir cani olma eğilimine daha çok sahip olanları teşhis etmek olacaktır.” Kendisi, hiperaktif çocukların testlere tâbi tutulması gerektiğine ve eğer gerekliyse bu tür çocuklara beta tutucuları, yatıştırıcılar ya da lityum verilmesi gerektiğine inanır. Yudofsky, bu ilaçların “maliyet etkin” ve “ilaç sanayi açısından muazzam bir fırsat” olacağını da söyler. Onun ekmeğinin hangi yüzüne yağ sürüldüğünü görmek zor değildir.
“Biyolojik yaklaşımları uygulamaya başlayabileceğimiz alanlar vardır” diyor Fishbein. “Suç işlemiş çocukların bireysel olarak değerlendirilmeye ihtiyacı var.” Ardından suçlular için zorunlu tedaviyi savunmayı savunur, fakat eğer bu başarılamazsa “sonsuza kadar içeride tutulmalıdırlar.” Masters, “bugün artık serotonerjik sistem hakkında yeterince bilgi sahibi olunduğuna, bu nedenle de, eğer okulda başarısız olan bir çocuk görülürse, onun serotonin düzeyine bakılması gerektiğine” inanıyor.
Irkçılık ve Genetik
1899’da Birleşik Devletler senatosunda şunlar söylenmişti; “Tanrı, İngilizce konuşan ve Cermen halkları binlerce yıldır boş ve değersiz bir kendini beğenmişlik için hazırlamıyor... O bizi, vahşi ve zayıf halklar üzerinde egemenlik kurabilelim diye, hükmetmekte ustalaştırdı.”
Transistörü icat edenlerden biri olan B. Shockley, siyahların genetik olarak beyazlardan daha az zeki olmasından ötürü onlara eşit fırsatlar verilmemesi gerektiğini ileri sürmüştü, ki bu fikir meşhur psikolog Hans J. Eysenck tarafından da savunulmuştu. İnsan doğası, diğer hayvanların yaşam tarzlarıyla çarpıtılmış paralellikler kurulmak suretiyle, tüm toplumsal bozuklukların kaynağı ve izahı olarak görülmektedir. Sosyobiyolojinin daha kapsamlı bir iddiası, ırkçılık ve milliyetçiliğin, “akraba seçimi”nin bir ürünü olan kabileciliğin doğal uzantıları olduğudur. “Milliyetçilik ve ırkçılık” der E. O. Wilson, “basit kabileciliğin kültürel olarak doğal sonucudurlar.” Bu fikir Richard Dawkins tarafından bile ileri sürülür: “Belki de ırksal önyargılar, yakın akrabaları seçebilmek için fiziksel olarak kendine benzeyen bireyleri belirleme ve görünüşü farklı bireylere kötü davranma eğiliminin akılsızca bir genellemesidir.”[5]
Sosyobiyolojinin babası olan E. O. Wilson’a göre, “avcı-toplayıcı toplumlarda erkek avlanır ve kadın evde kalır. Bu güçlü eğilim çoğu tarım ve sanayi toplumunda da sürüp gider ve yalnızca bu bile genetik bir orijin olduğunu gösterir.” Erkeklerin “doğal olarak” çok eşli, kadınlarında “doğal olarak” tek eşli olduklarını söyler. Sosyobiyolojinin karakteristik özelliği, erkek egemenliği ve sınıfsal yapının haklı çıkarılışı olarak insanın toplumsal ilişkilerinin hayvanlar dünyasıyla karşılaştırılmasıdır. “Genetik eğilim” der Wilson, “geleceğin en özgür en eşitlikçi toplumlarında bile sağlam ve dayanıklı bir işbölümüne yol açmak için yeterli güçtedir.” Zoolog Desmond Morris’in popülerleştirmeye çabaladığı hayvanlar dünyasına dayanan temadır bu.
Zekânın kalıtsal olduğunu kanıtlamaya dönük son çabalar IQ testleri etrafında yoğunlaşmıştır. Amerikalı beyazlarla siyahların ortalama IQ’ları arasındaki boşluğu genetiğin açıkladığı şeklindeki eski iddiayı, Charles Murray’in Çan Eğrisi adlı kitabı yeniden kusar. Bu kitaptaki temel iddialar defalarca çürütülmüştür. Psikiyatrist Peter Breggin’e göre, “Afro-Amerikalıların cani ve aptal King Kong imajını yeniden diriltme” çabasıdır bu (The Guardian, 13 Mart 1995). Fakat genetik determinizm teorilerine karşı en ezici kanıt, popülasyon genetikçileri Luca Cavalli-Sforza, Paolo Menozzi ve Alberto Piazza tarafından yazılan İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası adlı son zamanlarda çıkan bir kitaptan geldi. Bu kitap, popülasyon genetiğinde 50 yıldan fazla süren araştırmaların dikkate değer bir sentezidir. İnsanların kromozomları düzeyinde nasıl çeşitlendiğini tarihlendiren en güvenilir hesap dökümüdür. Kitabın çıkarsadığı sağlam sonuç şudur ki, boy ya da deri rengi gibi dış özelliklerden sorumlu olan genler hesaptan düşülürse, insan “ırkları” derilerinin altında olağanüstü benzerdirler. Bireyler arasındaki çeşitlenmeler, gruplar arasındaki çeşitlenmelerden çok daha büyüktür. Time dergisine göre, “aslında, bireyler arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, ırk kavramının tümü genetik düzeyde anlamsız hale gelmektedir. Otoriteler, herhangi bir popülasyonun bir başkası karşısında genetik üstünlüğünün çığırtkanlığını yapan teorilerin «hiçbir bilimsel temeli» olmadığını söylüyorlar.” (16 Ocak 1995)
Kitabın değerlendiren Time makalesi şöyle diyor: “Zorluklara rağmen, bilimciler efsane yıkıcı birtakım keşiflerde bulundular. Bunlardan biri daha kitabın kapağında yer alıyor: Dünyanın genetik çeşitliliğinin renkli haritasında, yelpazenin bir ucunda Afrika vardır diğer ucunda da Avusturalya. Avustralyalı aborijinler ve orta-Sahralı Afrikalılar deri rengi ve vücut biçimi gibi dış özellikleri paylaştıkları için, onların çok yakından ilintili oldukları geniş ölçüde kabul gördü. Ama genleri farklı bir öykü anlatıyor. Avustralyalılar tüm insanlar içinde Afrikalılardan en uzak olanlardır ve komşuları olan Güneydoğu Asyalıları çok andırırlar.” Makale şu sonuca varıyor, “gözün ırksal farklılıklar olarak –meselâ Avrupalılar ile Afrikalılar arasında– gördüğü şeyler, esas olarak insanların bir kıtadan diğerine göç ederken iklime uyarlanmalarıdır.” Kitap aynı zamanda, insanlığın doğum yerinin ve bu nedenle de ilk insan göçlerinin başlangıç noktasının Afrika olduğunu doğruluyor, böylece Afrika kolundan bölünmenin insanın aile ağacındaki en eski bölünme olduğunu gösteriyor.
Batılı hükümetlerin refah devletine ve işçi sınıfının tüm diğer toplumsal kazanımlarına karşı genel saldırı eğilimi son on yılda buna yeni bir yaşam kaynağı sunsa da, gerici politikaları haklı çıkarmak için biyolojik ve genetik teorilerin kullanılışı yeni bir olgu değildir. Piyasa kanunları –yani orman kanunları– yeniden moda olmuştur. Bu moda, kendi kariyer olanaklarına hiçbir şekilde zarar vermeyen moda akıntılarla aynı yönde yüzmek isteyen yeterince insanın her zaman bulunabileceği üniversiteleri de kapsamaktadır kuşkusuz.
Kendi konularına tutkulu bir tarzda yaklaşan birçok dürüst akademisyen vardır, ama insanların isimlerinin önündeki birkaç harfin onları farkında olsunlar ya da olmasınlar içinde yaşadıkları toplumun basınçlarından muaf kıldığına inanmak gerçekten de safdillik olurdu. N. Pastore 1949’da psikologlar, biyologlar ve sosyologlardan oluşan yirmi dört kişilik bir topluluğun sözde doğa-yetiştirme sorununa ilişkin fikirlerini incelemişti. “Liberal ya da radikal” olan on ikisinden on biri, çevrenin kalıtımdan daha önemli olduğunu söylemiş, biri karşı çıkmıştı. Karşı kampta sonuç tam tersiydi, on biri kalıtımcı ve yalnızca biri çevreciydi! Dobzhansky bu sonucu “şaşırtıcı” bulur. Bize göre ise, bu sonuç tümüyle öngörülebilir bir sonuçtur.
Roger Scruton toplumsal dersler çıkarıyor: “Biyoiktisatçılar, insanları genetik olarak programlanmış olduklarından daha az rekabetçi ve daha az bencil olmaya zorlayan hükümet programlarının daha baştan başarısız olmaya mahkûm olduğunu söylüyorlar.” Siyahların beyazlardan, işçi sınıfının orta ve üst sınıflardan daha aşağı olduğunun kanıtının ve genetik determinizmin tam da Amerika’da yeniden boy göstermesiyle mükemmelen örtüşmektedir bu görüş. Bu tür safsatalar için, onlara sözümona bir saygınlık ve “nesnellik” havası vermek amacıyla bilimsel destekler kullanılmaktadır.
Bencil Gen
Bencil Gen adlı tartışmalı kitabıyla şöhreti yakalayan Richard Dawkins, genetiğe ilişkin ateşli bir polemiğin merkezinde yer aldı. Moleküler biyologlar DNA moleküllerinin kopyalarını çoğaltırken DNA’nın önemini saptadılar. Bu moleküller, yaşamın yapı taşlarını, aminoasitleri üreten kodlanmış bilgilere sahiptir. Bunlar hücreleri ve organları şekillendiren proteinleri oluştururlar. Bu nedenle bazı moleküler biyologlar ve sosyobiyologlar, tüm doğal seleksiyonun sonuçta DNA düzeyinde iş gördüğünü iddia ettiler. Bu, bir dizi bilimcinin genlerin harikulade doğasını saplantı haline getirmesine o derece yol açmıştır ki, ağaçlardan ormanı görmekten aciz olanların sayısı hiç de çok az değildir. Bazıları genlere mistik nitelikler atfettiler, bunlardan da gerici düşünceler türetildi. Bir bireyin fiziksel, zihinsel ve ahlâki özelliklerinin genlerle sabit ve değiştirilemez özellikler olarak devredildiği düşüncesi şüphesiz genetik biliminin gerçeklerince desteklenmez. Yine de bu düşünce, literatürde tekrar tekrar ortaya çıkmış ve 20. yüzyıl boyunca toplumsal politika üzerinde ciddi bir etkisi olmuştur.
Etkisini ebeveynden döllere aktaran gen, aynı özelliği etkileyen (örneğin, göz rengi için mavi/kahverengi aleller) bir dizi farklı gen (ki alel olarak adlandırılır) arasındaki bir farklılık olarak tanımlanabilir ancak. Farklılık, biyokimyasal, fizyolojik, yapısal ya da davranışsal deney/gözlemle saptanır (çevre gibi diğer varyasyon kaynakları ayıklandıktan sonra).
Ne yazık ki, birçok bilimci ve bilimci olmayan insan yukarıdaki tanım için yanıltıcı bir kısa yol kullanmaktadır. Özellikle de, davranışı faklı olan bir tekil hayvana katkıda bulunan bir genin o hayvanın ayırt edici davranışını kodlayan gen olarak değerlendirilmesi. Bu tuzağa düşen tek bilimci Dawkins değildir. 1970’lerde birçok kişi fiziksel ve davranışsal özellikleri kodlayan bir genden bahsediyordu. Üstelik bir gen aynı özellik için başkalarıyla da karşılaştırılmalıdır. O kendi adına tek başına duran bir varlık değildir. J. B. S. Haldane’nin doğru bir şekilde işaret ettiği gibi, genetik, farklılıkların bilimidir benzerliklerin değil. Çok basit olarak, siz de ben de bencil olabiliriz, ama aramızdaki farklılıklar olamaz. Kişisel özellikleri bir kıyaslama için kullanamazsınız. Bencil Gen adlı kitabında Dawkins, birbirinin yerine kullanılabileceklerini –oysa öyle değildir– iddia ederek bir tanımdan diğerine ileri geri sıçrar durur. Sonuç, biyolojik determinizmi teşvik etmek olmuştur. Tüm bir Amerikalı ve diğer bilimciler kuşağı bu kafa karışıklığıyla yetişmiştir.
Genetikteki bilimsel araştırmalar, Huntington koresi, Duchenne kas distrofisi gibi gen bozukluklarının tanımlanmış olduğu tıp alanında yeni olanakların önünü açmaktadır. Ne var ki, genlerin homoseksüellik ve suç işlemeye yatkınlık gibi her türlü şeyden bir şekilde sorumlu olduğuna dönük yaygın iddialar söz konusudur. Bu genetik determinizm tüm toplumsal sorunları genetik düzeyine indirger. Şubat 1995’te, Londra’da, Suç ve Anti-Sosyal Davranışın Genetiği adı altında bir konferans toplandı. On üç konuşmacıdan onu, 1992’de ırkçı bir üslupla toplanan benzer bir konferansın kamuoyunun baskısıyla yarıda kesildiği Birleşik Devletler’den geliyordu. Londra Psikiyatri Enstitüsünün başkanı olan Sir Michael Rutter “suç geni diye bir şey olamaz” derken, diğer katılımcılar, meselâ Colorado Üniversitesi Davranışsal Genetik Enstitüsünden Dr. Gregory Carey, bir bütün olarak genetik faktörlerin şiddete dayalı suçların %40 ilâ 50’sinden sorumlu olduğunu savunmuştu. O, suç işlemeye yatkınlığı genetik mühendislik aracılığıyla “ele alma”nın hayata geçirilebilir bir şey olmayacağını söylese de, başkaları, aşırı saldırganlıktan sorumlu olan genler bulunduğu anda, onu denetim altına alacak ilaçlar geliştirmek için gayet güzel olanaklar olduğunu söylemişlerdi. Ne var ki o da, doğum öncesi testler bir çocuğun onu saldırganlığa ya da anti-sosyal davranışlara yatkın hale getirecek genlerle doğacağını gösterdiğinde kürtajın düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Görüşleri, ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü Nörogenetik Laboratuvarından Dr. David Goldman tarafından da desteklendi. “Aileler bilgilendirilmeli ve bu bilgiyi nasıl kullanacağına özel olarak karar vermelerine izin verilmelidir.” (The Independent, 14 Şubat 1995)
Hollanda’daki Nijmegen Üniversitesi Hastanesinden Profesör Hans Brunner’e göre, beyindeki mesajlarla ilgili bir enzimde belli bir bozukluğa yol açan X kromozomundaki özel bir genetik anormalliği kalıtımsal olarak taşıyan aile erkekleri, kundakçılık ve ırza geçme teşebbüsü de dahil “fevri saldırganlıklar” göstermişlerdir. Maryland’deki NIH Nörogenetik Laboratuvarından Dr. David Goldman ve Helsinki Üniversitesinden Profesör Matti Virkkunen, insanların beyin kimyasallarını işlemelerine benzer, saldırganlıkla bağlantılı genetik varyasyonlar keşfediyor olduklarını söylüyorlardı. “İlaç şirketleri buluşlarımızla ilgilenmeye başladılar bile” diyordu Virkkunen. (The Financial Times, 14 Şubat 1995)
Steven Rose, konferansı “sıkıntı verici, rahatsız edici ve dengesiz” diye tanımlıyordu. Olay 15 bilimci tarafından bir mektupla kınandı. Durham Üniversitesi Adli Bilim Merkezi yöneticisi Dr. Zakari Erzinçlioğlu, konferansı “çok rahatsız edici, dar kafalı ve zararlı” diye niteliyordu. Ashley Montague, “suç işleten şeyin, «suç genleri» değil, birçok durumda «toplumsal suç koşulları» olduğuna” işaret ediyordu.
Richard Dawkins’in ilk olarak 1976’da yayınlanan Bencil Gen adlı kitabı bazı şaşırtıcı iddialar ortaya atar. “Bencil doğarız” der Dawkins. “Genler sağgörülü değildirler” ve “ileri dönük planlar yapmazlar” dese de, genleri bir bilinçle ve “bencil” bir kimlikle donatır. Genler, sanki bunun en iyi nasıl başarılabileceğini bilinçli olarak planlıyormuşçasına kendilerini kopyalamaya uğraşırlar:
Muhakkak ki prensipte, ve aynı zamanda gerçekte, gen bireyin beden duvarından geçerek dışarıya uzanır ve kimisi cansız, kimisi canlı varlıklar, kimisi de çok uzak olan dış dünyadaki nesneleri manipüle eder. Düşgücümüzü biraz çalıştırarak genin ışıldayan bir fenotip enerjisi ağının merkezinde oturduğunu görebiliriz. Ve dünyadaki bir nesne, birçok organizmada oturan birçok genlerden gelerek bir noktaya doğru yaklaşan bir etkiler ağının merkezidir. Genin uzun kolu görünür hiçbir sınır tanımaz.[6]
Dawkins’e göre, bireysel organizmalar bir kuşaktan diğerine aktarılarak ayakta kalmazlar, ama genler kalırlar, bunu da doğal seleksiyonun hayatta kalan şeyler, yani genler üzerinde etkide bulunduğu fikri izler. Bu yüzden tüm seleksiyon eninde sonunda DNA düzeyinde iş görür. Aynı zamanda, her gen diğer genlerle, kendisini bir sonraki kuşakta yeniden üretmek amacıyla bir rekabet içerisindedir. “Her şeye rağmen genleri bu denli özel yapan şey nedir? Yanıt, kopyacı olmalarıdır.”
Bu görüşe göre, yaşamı kopyalayan şey gendir; bu yüzden de organizma genler için sadece bir araçtır (“hayatta kalma makineleri: gen olarak bilinen bencil molekülleri korumak için körü körüne programlanmış robot araçlar” ... “bunlar devasa koloniler halinde toplaşırlar, kocaman hantal hantal yürüyen robotlar içerisinde emniyettedirler”). Butler’in, tavuk aslında sadece yumurtanın başka bir yumurta oluşturma biçimidir şeklindeki ünlü özdeyişinin yeni bir biçime sokulmasıdır bu. Dawkins’e göre bir hayvan, DNA’nın daha fazla DNA oluşturma biçiminden başka bir şey değildir. Dawkins genlere özünde teleolojik olan mistik nitelikler atfetmektedir.
“Sanırım” der Dawkins savunmasında, “hem Rose hem de Gould, tüm eylemlerimizin fiziksel, materyalist bir temeli olduğuna inanmakla birer deterministtirler. Ben de öyleyim ... insan determinizm sorununda hangi görüşü savunursa savunsun, «genetik» sözcüğünün devreye girmesi hiçbir şeyi değiştirmez.” Sonra da şunu ekler, “safkan bir deterministseniz, tüm eylemlerinizin geçmişteki fiziksel nedenlerce belirlendiğine inanırsınız... bu fiziksel nedenlerin bazılarının genetik olup olmaması nasıl bir farklılık teşkil edebilir ki? Neden genetik deterministler «çevreciler»den daha katı ya da daha affedici olarak düşünülsünler?”[7]
Tabiattaki her şeyin bir nedeni ve bir sonucu vardır, sırası geldiğinde sonuç nedene dönüşür. Dawkins determinizmi kadercilikle karıştırır: “Organizma DNA’nın bir aletidir.” Genetik determinizm kesin bir anlamı vardır ve genlerin “fenotip”in kesin doğasını “belirlediği” söylenir. Genlerin organizmanın biçiminde güçlü bir etkiye sahip olduğuna hiç kuşku yoktur, ancak organizmanın karakter özellikleri çevre tarafından kesin bir biçimde etkilenir. Örneğin iki tek yumurta ikizi birbirinden tümüyle farklı iki çevre içine konulsa, iki farklı karakter oluşur. Rose’un açıkladığı gibi, “ne var ki gerçekte, seleksiyon birçok düzeyde etkide bulunmalıdır. DNA’nın gen boyutlu tekil parçaları kendi adlarına seçilebilirler ya da seçilmeyebilirler, ama o DNA tüm genotipin arka planına göre ifade bulur; özgül gen demetleri ya da tüm genotipler bizzat başka bir seçilim düzeyini temsil etmek zorundadırlar. Dahası genotip bir fenotip içerisinde varolur ve bu fenotipin hayatta kalıp kalmayacağı onun diğerleriyle etkileşimine bağlıdır. Dolayısıyla o yalnızca, içine gömülü olduğu popülasyonun arka planına göre seçilecektir.”[8]
Dawkins Bencil Gen adlı kitabının daha sonraki baskılarında (1989) ve The Extended Phenotype (1982) adlı kitabında, ileri sürdüğü argümanları biraz değiştirerek belli ölçülerde geri adım atmak zorunda kaldı. Gösterişli üslubunun kendisini yanlış tanınmaya ve yanlış anlaşılmaya açık bir hale getirdiğini söyler: “Farazi genlerin kendi «strateji»lerini planlamaktaki bilişsel bilgeliğine ve öngörülülüğüne kapıları açmak ve bu noktaya sürüklenmek çok kolay.” Yine de kendisinin temel iddiasını savunmaya ve yaşamı “genişletilmiş fenotipleri aracılığıyla kendilerini koruyan genetik kopyacılar olarak” görmeye devam eder. Ve “doğal seleksiyon genlerin farklılaşarak hayatta kalışıdır.” Dawkins artık şunları savunuyor, “genler diğer genlerin ve çevrenin etkilerini değiştirebilirler. Hem iç hem de dış çevresel olaylar genlerin etkilerini değiştirebilir ve diğer çevresel olayların etkilerini de değiştirebilir.” Fakat bu itirafın yanı başında Dawkins’in temel tezi varlığını sürdürmeye devam eder. Meselâ der ki:
Gebelikten korunmaya kimi zaman “doğal olmayan” bir şey olduğu gerekçesiyle saldırılır. Gerçekten de öyledir, son derece doğal olmayan bir şeydir. Mesele tıpkı refah devleti meselesine benzer. Birçoğumuzun refah devletinin son derece arzu edilir bir şey olduğunu düşündüğünü sanıyorum. Ama doğal olmayan bir doğum kontrolüne sahip olmadığınız sürece doğal olmayan bir refah devletiniz de olamaz, aksi takdirde sonuç, doğadakinden daha beter bir sefalet olur. Refah devleti belki de hayvanlar âleminin şimdiye dek gördüğü en fedakâr sistemdir. Ama her fedakâr sistem doğası gereği kararsızdır, çünkü sistemi sömürmeye hazır bencil bireyler tarafından suiistimal edilmeye açıktır. Bakabileceğinden daha fazla çocuğa sahip insanlar muhtemelen birçok durumda bilinçli bir kötü niyetli sömürüyle itham edilemeyecek kadar cahildirler.
Dawkins’e göre çocukların evlat edinilmesi “bencil genlerimiz”in içgüdülerine ve çıkarlarına aykırıdır:
Ne kadar dokunaklı görünürse görünsün, çoğu durumda evlat edinmeyi yerleşik bir kuralın bozulması olarak değerlendiririz. Çünkü cömert dişi öksüze bakım gösterdiğinde kendi genlerine yararı dokunmuyor. Zamanını ve enerjisini boşa harcıyor; bunları kendi akrabalarının yaşamlarına, özellikle de gelecekteki kendi çocuklarına harcayabilirdi. Belki de bu, doğal seleksiyonun analık içgüdüsünü daha seçici hale getirmeye “uğraşmasına” değmeyecek kadar az görülen bir yanlıştır.
Diyor ki, “eğer bir dişiye, bir kıtlığın beklendiğine dair güvenilir kanıtlar sunulursa, kendi doğum oranını düşürmek kendi bencil çıkarları lehine olur.” Dawkins aynı zamanda, doğal seleksiyonun, hile yapan, yalan söyleyen, aldatan ve sömüren çocukları tercih edeceğine inanır ve der ki, “yabanıl topluluklara baktığımızda aileler içerisinde bencillik ve hile görebileceğimizi söylüyorum. «Çocuk hile yapmalıdır» ifadesi, çocukları hile yapmaya yatkın kılan genlerin, gen havuzunda bir üstünlüğe sahip olduğu anlamına gelir.”[9] Dawkins bütün bunlardan organizmanın başka bir şeyin değil de DNA’nın bir kuklası olduğu sonucunu çıkarır.
Bu yorumlar genler hakkında bize anlattığı şeyler açısından değilse de 20. yüzyılın son on yılında toplumun ne hale geldiğini açığa vurması bakımından ilginçtirler. Bazı toplumlarda, güçlü kaslar ya da hızlı koşma yeteneği insanlara genetik bir üstünlük sağlayabilir. Ama eğer yalan söyleme, hile yapma ve sömürme eğilimine de benzer bir üstünlük atfediliyorsa, bu, böylesi özelliklerin modern toplumda hayatta kalmak için son derece gerekli nitelikler olduğu anlamına gelmelidir ve işin aslında bu durum “piyasa değerleri” savunucularının bakış açısından kusursuz ölçüde doğrudur. Böylesi niteliklerin gerçekte genetik mekanizmayla kuşaktan kuşağa geçip geçemeyeceği son derece tartışılır olsa da, bu niteliklerin burjuva egoizminin en asli özelliklerini oluşturduğu kuşkusuz bir gerçektir. Yaşlı Hobbes’un koyduğu gibi, “herkesin herkese karşı savaşı”, kapitalist toplumun temel bakış açısıdır.
Böylesi bir zihniyetin “insan doğasının” genetik olarak koşullanmış bir parçası olduğu doğru mudur? Kapitalizm ve onun değerlerinin, yaklaşık 5000 yıllık yazılı tarihin ve 100.000 yıllık insan gelişiminin olsa olsa son 200 yılında varolduğunu hatırlayalım. İnsan toplumu, varoluşunun ezici bir çoğunluğu boyunca işbirliği ilkesine dayanmıştır. Aslında insan bu olmaksızın kendisini hiçbir zaman hayvanların düzeyinin üstüne çıkaramazdı. Rekabet insan ruhunun asli bir bileşeni olmak şöyle dursun, yepyeni bir olgu, meta üretimine dayanan bir toplumun yansıması olan, insan doğasını çarpıtan ve onu geçmişte tiksindirici ve doğal olmayan davranışlar olarak görülen davranış kalıplarına saptıran bir olgudur.
Piyasanın bencil ahlâkını kavramak için sorunu “genlerimiz” gibi bazı gizemli olguların üstüne yıkmak çok kolaydır. Üstelik mesele bir zooloji meselesi değil toplumsal sınıflar meselesidir. Tek tek kapitalistler birbirleriyle rekabet ederler ve kendi rakiplerini mahvetmek için her türlü yöntemi kullanmaktan çekinmezler; yalan söylemek, dolandırmak, sınai casusluk, içeriye adam sokmak, yağmalamak, tüm bunlar normal ticari uygulamalar sayılırlar. İşçi sınıfı açısından ise durum bambaşkadır. Sorun bireysel ahlâk sorunu değil, özellikle toplumsal olarak hayatta kalış sorunudur (“en uygun olanın hayatta kalması”nın sosyolojik eşdeğeri). İşçi sınıfının patronlara karşı sahip olduğu yegâne güç, birlikten, yani tam da işbirliğinden doğan güçtür.
Sendikal düzeyden başlayarak bir örgütlülük olmadığı sürece, işçi sınıfı yalnızca bir sömürü hammaddesidir. İşçilerin kendi çıkarlarını savunmakta birleşme ihtiyacı tekrar tekrar öğrenilmesi gereken bir derstir. Bencillik ve (kelimenin burjuva anlamında) “bireycilik”, işçi sınıfı açısından tam olarak kendi kendini yıkıma uğratmak demektir. Her grev kırıcı, milyonerlerin basını tarafından “bireysel özgürlüğün” büyük bir savunucusu olarak sunulur, çünkü işçi sınıfını atomize etmek, onu kendisini oluşturan parçalara, düpedüz sermayenin insafına kalmış bir duruma indirgemek patronların çıkarınadır. Burada da diyalektiğin yasaları çok iyi işler: bütün, parçaların toplamından daha büyüktür. Bencilliği ideal durum ya da en azından “insan doğası” olarak sunanlar, ücretli emek ile sermaye arasındaki mücadelede, ister bilinçli ister değil, kesin bir tutum takınmıştırlar ve eğer Thatcher’ın değirmenine su taşımakla eleştiriliyorlarsa bundan şikayet edemezler.
Dawkins evrimi organizmaların mücadelesinin sonucu olarak değil, kendisini kopyalamaya çabalayan genler arası bir mücadele olarak görür. Genlerin içinde ikamet ettikleri bedenler ikincil önemdedir. Dawkins bireylerin seleksiyon birimi olduğu şeklindeki Darvinci ilkeyi ıskartaya çıkarır. Bu kökten yanlış bir düşüncedir. Doğal seleksiyon organizmalarla, bedenlerle ilgilidir. Bazı bedenleri tercih eder çünkü onlar çevrelerine daha iyi uyum sağlarlar. Gen, bedenin birçok parçasının gelişimine katkıda bulunan, hücre çekirdeğine hapsolmuş DNA’nın bir parçasıdır. Bu da sırası geldiğinde bir dizi iç ve dış çevresel koşullardan etkilenir. Seleksiyon doğrudan doğruya parçalar üzerinde iş görmez. Doğal seleksiyon beden üzerinde iş görür, çünkü bir şekilde “daha uygun olan”, yani daha güçlü, daha azgın, daha hararetli vs. olan odur. Eğer güç ya da böylesi diğer belirli niteliklerin özel genleri olsaydı, Dawkins haklı olabilirdi. Ama durum öyle değildir. Anatominin herhangi bir parçası için tek bir gen yoktur. Örneğin kulağın oluşumu için gerekli bilgiler ayrı ayrı birçok gen içinde muhafaza olmakta ve bu genlerin yarısı anadan diğer yarısı da babadan gelmektedir.
Stephen Jay Gould’un açıkladığı gibi: “(doğal seleksiyon) tüm organizmayı kabul ya da reddeder, çünkü karmaşık yollardan etkileşen parça takımları çeşitli avantajlar sağlarlar... Organizmalar genlerin karışımından daha fazlasıdırlar. Kendilerince bir tarihleri vardır; parçaları karmaşık biçimler altında etkileşirler. Organizmalar uyum içinde çalışan, çevre tarafından etkilenen, seleksiyonun gördüğü ve göremediği parçalara tercüme edilen genler tarafından inşa eidlirler. Suyun özelliklerini belirleyen moleküller benzetmesi, zayıf da olsa gen ve beden ilişkisine uyar.”[10]
Steven Rose da Dawkins’i eleştirirken bu analizi sahiplenir: “Ne var ki gerçekte, seleksiyon birçok düzeyde etkide bulunmalıdır. DNA’nın gen boyutlu tekil parçaları kendi adlarına seçilebilirler ya da seçilmeyebilirler, ama o DNA tüm genotipin arka planına göre ifade bulur; özgül gen demetleri ya da tüm genotipler bizzat başka bir seçilim düzeyini temsil etmek zorundadırlar. Dahası genotip bir fenotip içerisinde varolur ve bu fenotipin hayatta kalıp kalmayacağı onun diğerleriyle etkileşimine bağlıdır. Dolayısıyla o yalnızca, içine gömülü olduğu popülasyonun arka planına göre seçilecektir.”[11]
Dawkins’in yöntemi, onu idealizmin bataklığına sürükler. Dawkins insan kültürünün, görünüşte tıpkı genler gibi kendini kopyalayan ve hayatta kalmak için rekabet eden, mem olarak adlandırdığı birimlere indirgenebileceğini iddia etmeye çalışır. Bu açıkça yanlıştır. İnsan kültürü kuşaktan kuşağa, memler sayesinde değil, en geniş anlamıyla eğitim sayesinde aktarılır. Bu kültür biyolojik olarak aktarılmaz, tersine her kuşak tarafından zahmetli bir biçimde yeniden öğrenilmesi ve geliştirilmesi gerekir. Kültürel çeşitlilik genlerle değil toplumsal tarihle sıkı sıkıya ilişkilidir. Dawkins’in yaklaşımı özünde indirgemecidir.
Toplumlar organizmalara ayrışırlar, organizmalar hücrelere, hücreler moleküllere ve moleküller de atomlara. Dawkins’e göre insan doğası ve motivasyonu insan DNA’sının çözümlenmesiyle anlaşılacaktır. Aynı fikir “atomlardan başka ne var?” diyen James Watson (Crick ve Franklin’le birlikte ikili sarmalın kâşifi) tarafından da savunulur. Onlar hiçbir zaman çoklu analiz düzeylerinin ya da karmaşık tespit tarzlarının varlığını kabul etmezler. Hücrelerle bir bütün olarak organizma arasındaki esas ilişkiyi ihmâl ederler. Kapitalizmin doğuşundaki bilimsel devrimle ortaya çıkan bu ampirik yöntem o gün ilericiydi, ama artık bilimin ilerleyişi ve doğanın anlaşılması karşısında bir engel haline gelmiştir.
Genetiğin Geleceği
“Çok yakın bir zamana kadar, doğal dünyayı şekillendiren genlere erişmenin tek yolu çevresel değişimlerdi. Artık bu genler doğrudan doğruya manipüle edilebilmektedir. Böylece bir değişiklik daha kolay, dolaysız ve anlaşılabilir olmaktadır; doğrudan genetik manipülasyonu mümkün kılan teknoloji genlerin etkinliğini denetime de açmaktadır. Ama bu değişikliği aynı zamanda keyfi kılmaktadır, çünkü hiçbir hayvanın kendiliğinden geliştirmeyeceği genler mümkün hale gelmektedir. Bu yeni teknikler insanlığa dünyayı –ve kendini– değiştirmek için eşsiz güçler sunmaktadır.” (The Economist, 25 Şubat 1995.)
Son otuz yılda moleküler genetik alanında muazzam ilerlemeler kaydedildi. 1972’de ilk gen ayrıştırıldı ve laboratuvarda yeniden üretildi (“klonlandı”). Bunun sonuçları o kadar kaygı vericiydi ki, bilimciler klonlanmış genlerin diğer organizmaların DNA’larıyla birleştirilmesini gönüllü olarak ertelemeyi düşündüler. Ama artık klonlanmış genlerin insanlara aşılanması neredeyse rutin bir iş haline gelmiştir. Gelecek yüzyılın ilk on yılında bilimciler insan vücudundaki tüm proteinlerin gerçek adlarını tanıyacaktır. Böyle bir bilginin gelecek açısından muazzam anlamları vardır, iyi ya da kötü.
Şu ana kadar gen bir sır perdesiyle kaplıydı, tıpkı Kant’ın kendinde-şeyi gibi. Gen insan kaderinin acımasız efendisiydi, amansız, değiştirilmesi imkânsız ve sırrına vakıf olunmaz bir şeydi. Genlerimizden bahsetmek yalnızca kalıtımımızdan bahsetmek değildi. Kaderimizden de bahsetmekti. Ve kader temyiz edilemez bir mahkemedir. Şimdiye kadar. Ama artık gezegenimiz üzerindeki yaşamın tarihi boyunca ilk kez insanoğlunun kendi yazgısını en derin düzeyde denetleme olanağı mevcuttur. Genetik gericilerin saçmalıklarının tersine, genlerin insan evrimini tamamen belirlediği asla doğru değildir. Genler insan hayatında büyük bir rol oynamalarına rağmen onu kontrol etmezler. En fazla, sınırlayıcı ya da ön açıcı belli parametreleri oluştururlar. Ama artık bizzat genotip, ilk kez denetim altına alınmaktadır. Bu, insanlığın geleceği açısından büyük sonuçlara gebe devrimci bir gelişmedir.
Yaşamın inorganik maddeden ortaya çıkışı devasa bir evrimsel sıçramaydı. Tüm bir dönüşümler dizisinden sonra toplumsal yaşamın ve kolektif emeğin bir ürünü olarak düşünen bir beynin gelişimi de diğer bir devasa adımdı. Madde kendisinin bilincine varmaktadır. Şimdi, dört milyar yıldır ilk kez, insanoğlu bizzat kendi evriminin gizlerine hükmetme sürecine girmiştir. Doğal seleksiyon kör, gizemli bir güç olmaktan çıkıyor. Her şeye kadir genotip, fenotipin denetimi altına sokulabilir. İnsanlık kendi kaderini belirleme ve doğal seleksiyonun haşin dayatmalarını değiştirme potansiyeline sahiptir. Şöyle yazıyor Oliver Morton:
Tıpkı organizmaların özel bir çevre içindeki genetik bilginin yorumlanışı olması gibi, bu genetik bilginin kullanılışı da, içinde gerçekleşeceği çevreye –ekonomik ve etik, kişisel ve politik– bağlı olacaktır. Fakat bu kullanımlar, iyi ya da kötü, kesinlikle gerçekleşecektir. Eskiden buyurgan bir sınırlayıcı ya da ön açıcı olan genler, insan iradesinin önünde eğilecektir; sınırlar yerinden oynatılabilecek, kısıtlamalar esneyecektir. Genler asla insan yazgısının mutlak efendisi olmadılar, ama insanlığın hizmetkârı da olmadılar. Ta ki bugüne kadar. (The Economist, 25 Şubat 1995)
Bu keşifler karşısında ağlayıp sızlanmak, Sanayi Devriminin ilk günlerinde makineleri kıran ümitsiz duruma düşmüş işçi gruplarınınki kadar nafile bir iştir. Bilimin ve teknolojinin keşifleri, doğanın dayattığı sınırlamalar üzerinde daha büyük bir denetim sağlamayı insanlık açısından mümkün kılan toplumun gelişiminin hayati bir parçasıdır. Ancak bu yolla insanlık gerçekten özgürleşebilir. Sorun insanlığın ne keşfettiği değildir. Sorun keşiflerin nasıl kullanıldığıdır. Bilimin ilerleyişi insanın sınırsız gelişiminin önünde yeni ve nefes kesici bir ufuk açmaktadır. Ama tüm bunların başka ve karanlık bir yüzü de vardır. 20. yüzyıl, tarihsel çöküş çağındaki kapitalizmden ne gibi dehşet verici şeylerin kaynaklanabileceğinin de korkunç mesajlarını taşımaktadır. Sadece büyük kârlar elde etmekle ilgilenen kontrolsüz tekellerin elindeki genetik mühendislik teknikleri, insanın betini benzini attıran bir tehdit oluşturmaktadır.
Sürekli olarak tüm engelleri yıkan ve dünyayı daha önce hiç görülmedik bir tarzda birleştiren tüm teknolojik gelişme, planlı bir dünya ekonomisi lehine bir kanıttır. Stalinizmin ucube bir karikatürü değil, insanların kendi yaşamları ve kendi yazgıları üzerinde bilinçli bir denetim sağlayacakları demokratik olarak işleyen bir toplum. Tüm gezegenin kaynaklarını birleştiren uyumlu bir planlı ekonomi temelinde sınırsız bir gelişim manzarası açılıyor. Bir tarafta, kendi dünyamızı iyileştirme, onu insanlar için daha elverişli bir hale getirme, sorumsuz çokuluslu şirketlerin açgözlülüğünden kaynaklanan tahribatları onarma görevimiz var. Diğer tarafta ise, önümüzde türümüz tarafından şimdiye kadar tasarlanan en büyük meydan okuma duruyor: insanlığın gelecekte hayatta kalması sorunuyla bağlantılı olarak uzayın araştırılması. Henüz çocukluk dönemini yaşayan genetik mühendislik bilimi, gelecekte uzun uzay yolculuklarının talepleriyle bağlantılandırılabilir. Şu anda bu sorun spekülasyon alanına giriyor. Yine de geçen yüzyılın tarihi, hayal ürünü olarak görülen düşüncelerin ne denli büyük bir hızla gerçeklik tarafından sollanıp geçildiğini göstermiştir.
Şu anda gördüğümüz şey muazzam bir potansiyeldir. İnsanların kendi yazgılarını özgürce ve bilinçli olarak belirlediği demokratik ve uyumlu bir şekilde planlanmış bir ekonomi bağlamında, genetik bilimi insanın ilerleyişi karşısında bir engel olmaktan çıkacak ve bizzat yaşamın incelenmesi ve dönüştürülmesinde hak ettiği yeri alacaktır. Bu bir fantezi değildir, tersine gerçek olanaklara dayanmaktadır. Oliver Morton’un sözleriyle:
Bu biyolojinin olanakları neredeyse sınırsızdır. İnsan vücudu ve aklını da içeren doğal dünya uysallaşacaktır. Organ nakilleri beyni yeniden şekillendirebilir, tasarımcı virüsler eski dokuları yenileyebilir. İnsan organlarının nakledilmek üzere hayvanlar üzerinde büyütülmeleri çoktan tasarlanmış durumda. Yeni tip yaratıklar ortaya çıkabilir; hayret edilecek yaratıklar. İnsanlık yıldızlar arasında bir benzerini bulamasa da dünya üzerinde yeni zeki varlıklar yaratabilir. İnsan ve şempanze arasındaki genetik fark küçüktür; sezgi sahibi yeni türler hayal edilemez değildir.
Genetik, tüm bunlar mümkün kılacaktır. Ama aynı zamanda genin üstünlüğü yavaşça yok olup gidecektir. Genler bilgi taşıyıcıları olarak sahip oldukları ayrıcalıklı konumu yitirmişlerdir. Biyolojik bilgi genlerde olduğu kadar akılda ve bilgisayarlarda da depolanacak ve genler dünyayı kurcalamanın, tıpkı tedavi edici proteinler gibi bazı şeyler için uygun olan ama başka şeyler için elverişli olmayan birçok aracından yalnızca biri haline gelecektir...
Bir zamanlar genlere has olan şeyler artık insanlığın çıkını içindedir. Bu çıkın pek yakında bir zamanlar genlere atfedilen tüm gücü ve hatta daha da fazlasını içerebilecektir. Aynı zekâ, tüm organizmaları ne ise o yapan gen ve çevreyi de şekillendirebilecektir. Biyolojik bilginin bu ölçekte –ham bilgi ve bu bilginin işlenme tarzı ölçeğinde– denetim altına alınması, biyolojinin bizzat yaşamın denetim altına alınması anlamına gelir. (The Economist, 25 Şubat 1995)
* Bunun doğruluğu kısa süre sonra meşhur klonlama deneyiyle kesin olarak kanıtlanmıştır. (ç.n.)
* Bu kitap Türkçeye Gen Bencildir adıyla çevrilmiştir. (ç.n.)
** Lisenkoculuk: Bitkilerin kalıtımsal modifikasyonunu belli işlemlerle etkilemeye çalışan Lisenko’nun SSCB’de geliştirdiği, Lamarkçılığın (kazanılan özelliklerin kalıtımla aktarılabileceğini ve her yeni genetik varyasyonun Darwin tarafından konulduğu gibi “tesadüfi” olmaktan ziyade uyum sağlayıcı olma eğiliminde olduğunu savunan teori) yeniden canlandırılması yaklaşımı. Araştırmaları çok kısa bir süre sonra tüm itibarını kaybetti, ama zamanının Stalinistleri tarafından çok fazla methedilmişti.
[1] T. Dobzhansky, Mankind Evolving, s.21.
* Öjenik: Toplumda “cazip” olmayan özellikleri kökünden söküp atmak için üremenin seçmeci bir şekilde denetim altına alınmasıyla insan ırkının “ıslah edilebileceği”ni savunan öğreti. Öjenik taraftarları, toplumsal sorunların insanlardaki kalıtsal genetik özelliklerden kaynaklandığını ve bunların gelecek kuşaklar açısından teşkil edeceği sorunları çözmek için ayıklanabileceğini savunurlar. Bu teorinin mantıksal sonucu, güvenilmez araştırmalara ve önyargılara dayandırılan koyu bir ırkçılık ve gericiliktir.
** intelligent quota: zekâ kotası. (ç.n.)
[2] E. O. Wilson, Sociobiology—The New Synthesis (Sosyobiyoloji – Yeni Bir Sentez), s.575.
[3] T. Dobzhansky, Mankind Evolving, s.264.
[4] bak. Rose, Kamin ve Lewontin, Not in our Genes (Genlerimizde Değil), s.84, 86, 87, 96, 116 ve 95.
[5] Dawkins, The Selfish Gene, s.108. [Gen Bencildir, TÜBİTAK Y., Mayıs 1995, s.168]
[6] Dawkins, The Selfish Gene, s.3 ve 265-6.
[7] Dawkins, The Extended Phenotype (Genişletilmiş Fenotip), s.10-11.
[8] S. Rose, Molecules and Minds, s.64-5.
[9] Dawkins, The Selfish Gene, s.126, 109, 129 ve 150. [Gen Bencildir, s.197, 171, 201 ve 230]
[10] S. J. Gould, The Panda’s Thumb, s.77-8.
[11] S. Rose, Molecules and Mind, s.64-5.
link: Alan Woods - Ted Grant, 15. BENCİL GEN?, Mayıs 1995, https://marksist.net/node/1329