İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, ikinci emperyalist paylaşım savaşının ardından, 10 Aralık 1948’de, Birleşmiş Milletler tarafından kabul edildi. Bundan dolayı 10 Aralık haftası “dünya insan hakları haftası” olarak kutlanıyor. Fakat “insan hakları haftası” diye ne polis daha nazik davranıyor insanlara, ne patronlar daha cömertleşiyor, ne de bombalar ve kurşunlar insan öldürmeye ara veriyor. Meselâ şimdiye kadar hiçbir kapitalist devlet “insan hakları günü”nde silahları susturmadı. Hiçbiri “bugün bari insan öldürmeyelim” demedi.
Türkiye’de de her gün sayısız insan hakkı ihlali yaşanmaktadır. Sırf Kürt olduğu için insanlar polis şiddetine maruz kalıyor. Üniversitelerde polis tarafından tartaklanarak, coplanarak gözaltına alınan gençlerin sayısı artıyor. İnsanlar asılsız suçlamalarla hapislerde çürütülüyor. Alevilere, gayrimüslimlere yönelik ayrımcılıkta sınır tanınmıyor vb.
Geçtiğimiz yıl Başbakan Erdoğan, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edilişinin 64. yıldönümünde, hiç utanmadan, Türkiye’nin örnek ülke olduğunu söylemişti. Peki Erdoğan başkalarını “siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye suçlarken, kameralar karşısında racon keserken, sefaletin kol gezdiği coğrafyalara gidip gözyaşı dökerken Türkiye’de neler oluyordu?
Hrant Dink 19 Ocak 2007’de Agos gazetesinden çıktıktan sonra sokak ortasında vuruldu. “Türklüğü aşağılamak” iddiasıyla hakkında davalar açılmıştı. Öldürülmeden bir süre önce de İstanbul Valiliğinde tehdit edilmişti. Kendisini tehdit edenler ölümünden sonra taltif edilmiş, devletin üst kademelerine terfi ettirilmişlerdi. Devletin kirli işlerini birileri görmüş ve işi asıl verenler hâlâ yargılanmamıştır.
28 Aralık 2011 akşamı, çoğu çocuk 34 Kürt köylüsünün TSK jetleriyle havadan bombalanarak katledilmesinin emrini verenler ortaya çıkartılmadı. Muktedirler Roboski’de üç maymunu oynadılar. “Kaçakçı”, “terörist” gibi karalamalarla gündemden düşürülüp unutturulmaya çalışılsa da bu toplu katliamın acısı hafızalarda tazedir.
2012 yılında Adana Pozantı Çocuk Cezaevinde “eylemlerde taş attıkları” gerekçesi ile tutuklanan çocuklara yapılanlar acımasızcaydı. Bu çocuklar küçücük elleriyle taş atarak devleti yıkmaya kalktıkları gerekçesi ile hapse atılarak cezalandırılmışlardı. Bu da yetmezmiş gibi bir de içerideki çakallar devreye girmişti. Hapishane müdüründen gardiyanına, koğuş ağalarından diğer adi suçlulara kadar geniş bir saldırgan çetenin kucağına itilmişlerdi. Tecavüzden fiziksel şiddete, aşağılamaktan küçük düşürmeye kadar onların küçücük bedenlerinde kalıcı izler bırakan işkencelere maruz kalmışlardı. Hapishane müdürünün “burada yaşananları kimseye söylemeyin, daha sonra bir daha yolunuz düşer” diye tehdit ettiği çocuklardan bazıları oralara geri gönderildi.
İnsan hakları ihlallerinin en yakın örnekleri Gezi davalarında yaşanıyor. Gezi protestoları sırasında ölen gençlerin davalarında, devlet katil polisleri korumak için elinden geleni yapıyor. Deliller karartılıyor, katil polisler davalardan kaçıyor, acılı ailelere polislerden daha yüksek cezalar isteniyor…
Kobani protestoları sırasında polis kurşunlarıyla ya da devletin organize ettiği faşist güruhlar eliyle onlarca insanın katledilmesi ise, devlet terörünün ulaştığı boyutun çarpıcı bir başka örneğini oluşturmaktadır.
Kadınlara yönelik ayrımcı yasalar, uygulamalar ve tutumlar da insan hakları ihlallerinin bir parçasıdır. AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan, kadınların kaç çocuk doğuracağından kürtaj hakkına, yaşam tarzından nasıl güleceğine varıncaya dek her şeye burnunu sokarak bu ihlalleri yaygınlaştırıyor. Hükümet bu tutumuyla kadına yönelik şiddeti de körüklüyor ve kadın cinayetlerinin sayısı artıyor.
Burjuvazinin “insan hakları” söylemi sadece bir asma yaprağı işlevi görmektedir. “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (…) kapitalist üretim ilişkilerini ve sınıf farklılıklarını temel veri alır ve bu zemin üzerine genel ve soyut bir insan eşitliği ve özgürlüğü inşa eder. Ancak toplumun sınıflara bölündüğü, sınıf farklılıklarının toplumsal yaşamın her alanına damgasını bastığı kapitalist düzende, insanların «hukuken eşit» ve «özgür» oldukları söyleminin gerçek bir karşılığı yoktur.” (Akın Erensoy, İnsan Hakları ve İşçi Sınıfı, www.marksist.com)
Eşitlik, özgürlük, onur ve haklar meselesinin kapitalist toplumda karşılığı ve içerdiği anlam çok somuttur. Burjuvazi özgürlüğü sadece kendisi için ister. Burjuva sınıfa mensup bireyin özgürlük alanı alabildiğine geniş ve pervasızlıklarla doludur. Onun ahlâkından, namusundan, fıtratından sual olunamazken, işçi ve emekçi sınıflara mensup olanların özgürlük alanı her yandan engeller ve yasaklamalarla çevrilidir. Bir burjuva için özgürlük alanı ancak bir başka burjuvanın özgürlükleriyle sınırlanmaktadır. İşçi sınıfı söz konusu olduğunda ise burjuvazi onun haklarına her türlü ihlali gerçekleştirebilir.
“Tam da bu noktada, burjuva «insan hakları» beyannamelerinden tümüyle farklı olan, 1917 Ekim proleter devriminin can verdiği Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi’ni anmak gerekiyor. Lenin tarafından kaleme alınan ve Sovyet anayasasının temel bir bölümü haline getirilen bu bildirgede, somut yaşamda eşitsizliklerin kaynağı olan ve geniş işçi-emekçi kitleleri esaret zinciriyle bağlayan insanın insan tarafından sömürülmesine, dolayısıyla da sınıfsal farklılıklara son verileceği ilan ediliyordu. Bu iki bildirge arasındaki temel fark, işçi sınıfının «insan hakları» meselesine nasıl bir perspektiften yaklaşması gerektiğini de ortaya koyar. İşçi sınıfı için «insan hakları» istemi sınıfsız bir toplum kurma yolunda verdiği demokratik haklar mücadelesinden ayrılamaz. Daha doğrusu «insan hakları» meselesi demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesinden başka bir anlama gelmemektedir.” (age)
link: Derya Çınar, Burjuvazinin “İnsan Hakları” Sahtekârlığı, 2 Aralık 2014, https://marksist.net/node/3797
Savaştan Kaçılsa da Yaşam Savaşından Kaçılmıyor
Yurtta Barınma Problemleri Bitmek Bilmiyor