Büyüyen emperyalist savaş, yükselen faşizm ve işçi sınıfına yönelik saldırıların artması
Kapitalist işleyişin uzun dönemde giderek daha yıkıcı bunalımları hazırlayan ve yeniden dengeye getirici mekanizmaları da giderek tehlikeli biçimde aşındıran bir tarihsel eğilim sergilediğini söyleyen Elif Çağlı gelinen noktada kapitalizmin geçmişte olduğu gibi büyük bir yapısal dönüşüm yaşayarak sistem krizini atlatabilme şansının olmadığını belirtiyordu. Bunun anlamı yaşanmakta olan büyük kriz döneminden çıkma çabalarının çok daha yıkıcı ve ağır sonuçlar yaratacak olmasıydı. “Dünyamız kapitalizmin elinde kaldığı sürece geçmişte yaşananlardan çok daha şiddetli rekabet savaşlarına, militarizmin ve burjuva gericiliğin çok daha vahşi bir yükselişine ve insanlığa öncekilerden misliyle felaket getirecek emperyalist yeniden paylaşım savaşlarına sahne olacak. Fakat diğer yandan kapitalizmin yeterince olgunlaşıp köhnediği ve bu düzenin yerini üretici güçlerin toplumsallaşma düzeyine uygun yeni bir düzene bırakmasının nesnel açıdan zorlayıcı hale geldiği de bir gerçek. Zaten dünya ölçeğinde kendini ortaya koyan toplumsal huzursuzluk ve kaynama hali de bu durumun bir yansıması.”[1] 2012’den günümüze dek yaşananlara baktığımızda Çağlı’nın işaret ettiği olguların giderek belirginleştiğini, keskinleştiğini ve yıkıcı sonuçlarının büyüyerek bugüne kadar geldiğini görmek mümkündür.
Krizin derinleşmesi kaçınılmaz olarak rekabeti ve emperyalist paylaşım savaşını kızıştırırken, bu tabloyu tamamlayan sosyal ve siyasal unsurlar göçmen krizi, kanlı provokasyonlar, yükselen faşizm ve ırkçılık, İslamofobi, burjuva siyaset sahnesinde şiddetli sarsıntılar, artan otoriterleşme, hak gaspları, toplumsal eşitsizliğin büyümesi, baskı ve yasaklar oldu. Tüm bu sorunlar büyüyerek iyice içinden çıkılmaz hale gelirken, sınıf mücadelesi dünyanın dört bir yanında yükselişini sürdürdü.
2013’te IMF ve Dünya Bankası ekonomistlerinin yaptıkları çalışma krizin devam ettiğini gösteren veriler içeriyordu. Bu çalışmada son 40 yıldır ilk kez dünya ekonomisinden daha yavaş büyüyen dünya ticaretinin 1987-2007 yılları arasında yüzde 7,1 olan artış hızının 2012 ve 2013 yıllarında yüzde 3’ün altında kaldığı, bu yavaşlamanın döngüsel değil yapısal ve kalıcı olduğu tespiti yapılmıştı. Bir yandan devam eden krizden çıkma çabaları diğer yandan hegemonya mücadelesi, işçi sınıfına yönelik saldırıların arttırılması ve emperyalist savaşın yayılıp genişlemesi anlamına geliyordu. Emperyalist ülkeler hem emperyalist savaşı meşrulaştırmak hem de saldırıların hedefindeki emekçilerin öfkesini başka yerlere çekmek için milliyetçiliği ve İslamofobiyi kışkırttılar. Bunun için türlü provokasyonlara başvurmaktan çekinmediler. Bu provokasyonlar aynı zamanda toplumda “hiçbirimiz güvende değiliz” duygusu oluşturarak otoriterleşmeye zemin hazırlamak için kullanıldı.
İslamofobik provokasyonların ilki 2012 Eylülünde İslam dinine ve onun peygamberine dönük aşağılamalar ve hakaretler içeren ABD yapımı bir filmin internette yayınlanması oldu. Müslüman ülkelerde büyük tepkiyle karşılanan film barışçıl protesto gösterilerinin yanı sıra onlarca insanın hayatını kaybettiği çatışmalara da yol açtı. Hatta Libya’da ABD büyükelçisinin öldürüldüğü bir saldırı gerçekleşti. Daha bu olaylar etkisini kaybetmeden bu kez Fransa’da mizah dergisi Charlie Hebdo filme verilen tepkileri alaya alan ve İslam peygamberi Muhammed’le ilgili cinsel imalar içeren karikatürler yayınladı. ABD’de ise “Uygar insan ile barbar arasındaki her savaşta uygar insanı destekle. İsrail’i destekle. Cihadı mağlup et” yazılı afişler New York metrosunun bilboardlarında yer aldı. Suriye’deki iç savaşın kızışması, hem Suriye’de hem de Libya’da radikal İslamcı grupların palazlanarak Batılı emperyalistlerin denetiminden çıkmaya başlaması bu provokasyonlarla aynı zamana denk geliyordu.
2014’te emperyalistlerin beslemesi IŞİD denilen radikal İslamcı örgüt sahneye çıktı. IŞİD’in kısa sürede (hiçbir engelle karşılaşmaksızın) Irak ve Suriye’nin bir bölümünde hâkimiyetini sağlaması ve giriştiği vahşi katliamlar emperyalist ülkelerin “IŞİD’le mücadele” adı altında Ortadoğu’daki paylaşım savaşını körüklemelerinin bahanesi yapıldı. Savaşın genişlemesi silah harcamalarında muazzam artışı beraberinde getirdi. İşçi ve emekçiler giderek yoksullaşırken dünya genelinde silahlanmaya ayrılan bütçe 2014 yılında 2 trilyon dolara varıyordu. IŞİD ve türevlerinin Avrupa’da gerçekleştirdiği kanlı saldırılar ise emperyalistler tarafından çok amaçlı olarak kullanıldı. Örneğin 2015’te Fransa’daki Charlie Hebdo dergisine radikal İslamcılar tarafından gerçekleştirilen ve 12 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan saldırı Avrupalı emperyalistler için adeta “Allahın bir lütfu” oldu. Avrupa genelinde şok etkisi yaratan bu saldırı başta Fransa olmak üzere polis devleti uygulamalarının, baskı ve yasakların arttırılmasının bahanesi yapıldı. İslamofobi körüklenerek ırkçı ve faşist hareketlerin güçlenmesinin önü açıldı. Örneğin Almanya’da PEGIDA denilen faşist hareket bu saldırıyı bahane ederek binlerce kişinin katıldığı bir miting düzenleyebildi. 350 kişiyle kurulan bu faşist örgüt, İslamofobiyi kullanarak kısa sürede on binlerce kişiyi peşinden sürükleyecek kadar büyüdü. Fransa’da ise saldırıyı takip eden günlerde Müslümanların işyerlerine ve camilere yönelik saldırılar gerçekleşti.
Charlie Hebdo saldırısı aynı zamanda büyümekte olan toplumsal öfkeyi başka mecralara kanalize etmek isteyen Avrupalı egemenlerin elini güçlendirdi. 2015’te Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere savaş, işsizlik ve yoksulluk yüzünden göç yollarına düşen 1,5 milyon insan Avrupa’ya gelmişti. Savaş cehenneminden kaçıp gelen insanların sayısındaki artışın üzerine gelen bu saldırı Müslüman göçmenleri ırkçı siyasetin kolay hedefi haline getirdi. Böylece işsizlikten “terör” saldırılarına dek yaşanan her türlü sorunun ve kötülüğün baş sorumlusu Müslümanlar oluyordu. Charlie Hebdo saldırısını başka saldırılar takip etti. 2015-2017 yılları arasında başta Fransa olmak üzere Almanya, İngiltere, Belçika, Danimarka ve İsveç’te radikal İslamcı gruplar tarafından gerçekleştirilen ve yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan kanlı saldırılar Avrupa toplumunda şok ve dehşet etkisi yarattı. Yaratılan korkuyla felçleştirilen kitleler içeride baskı yasalarına, dışarıda ise Ortadoğu’ya yönelik savaş politikalarına razı edildiler.
Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi kriz koşullarında kitlelerdeki düzen dışı arayışlar artar. Burjuva siyaset sahnesinde derin sarsıntılar yaşanır. Devrimci bir önderliğe sahip olmayan kitleler ya reformizm tuzağına çekilirler ya da milliyetçi, faşist söylemlerin cazibesine kapılırlar. 2008 krizinden bu yana yaşananlar bu gerçeği defalarca doğrulamıştır. Özellikle 2012 yılından itibaren emperyalist savaşın kızışarak genişlemesi ve radikal İslamcı grupların kanlı saldırılarıyla savaşın alevlerinin Avrupa’ya sıçraması, giderek artan işsizlik ve yoksullaşma, büyüyen göçmen krizi kitlelerdeki öfkeyi hem büyütecek ama hem de örgütsüzlüğün sonucu olarak faşist eğilimleri güçlendirecekti. Ağırlıklı eğilim faşizmin yükselmesi olmakla birlikte yeni, daha radikal söylemleri barındıran sol partilere ve figürlere olan ilgi de artacaktı.
Fransa’da 2012’de 17 yıl aradan sonra ilk kez bir “sosyalist” aday Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanırken aynı zamanda faşist Ulusal Cephe partisinin oy oranının artması bunu gösteriyordu. Keza Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelişi ile faşist Altın Şafak’ın oylarının artması aynı sürece denk geliyordu. İspanya’da henüz yeni kurulmasına rağmen sol parti Podemos’un girdiği ilk seçimlerden ikinci parti olarak çıkması geleneksel burjuva siyasetini sarsmıştı. İngiltere’de 1997 yılında kurulan faşist Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) ilk kez 2015 yılında seçimlerde meclise girmeyi başarmıştı. Aynı yıl İşçi Partisinin liderliğini açık ara farkla “sosyalist” aday Jeremy Corbyn’in gençlerin yoğun ilgisi ve desteğiyle kazanması siyasette yeni arayışların bir ifadesiydi.
ABD’de Trump gibi bir faşistin başkanlık seçimlerini kazanması, ama aynı zamanda Demokrat Parti saflarında sol eğilimin güçlenmesi de kapitalizmin tarihsel sistem krizinin keskinleştirdiği çelişkileri ortaya koyan en çarpıcı örneklerden biridir. 2016 Kasım seçimlerinde Trump’ın ABD başkanlığını kazanması “şaşkınlık” yaratmıştı. Oysa bunda şaşıracak bir şey yoktu. Oktay Baran, Trump’ın “zaferinin” arka planını şöyle anlatıyordu: “Trump, zenginlerin ve güçlülerin borusunun öttüğü yozlaşmış ve kokuşmuş bu sistemin değiştirilmesi gereğinden, ABD’nin imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarının iptal edileceğinden, ülkeyi işgal eden Çin mallarına yüksek vergiler koyacağından, finans şirketlerinin başlarındaki CEO’ların kokuşmuşluğundan dem vuruyor, sanayi işletmelerini Amerika’ya geri getireceğinden, ABD’nin tekrar büyük bir sanayi gücüne dönüştürüleceğinden, işsizliğe son verileceğinden bahsediyor, bu konular konuşmalarında epey ağırlıklı bir yer tutuyordu. (…) Obama’ya büyük bir beklentiyle bel bağlayan işçiler, emekçiler, büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Tam da bu yüzden, hoşnutsuzluk ve hep zenginlerin lehine işleyen sisteme dönük öfke gün geçtikçe birikti. Kitlelerin bu hoşnutsuzluğuna hiçbir şekilde dokunmayıp, Trump’ın kabalığı, patavatsızlığı, ırkçılığı, göçmen düşmanlığı vb. üzerinden onu köşeye sıkıştırmaya çalışan Clinton, tuzukuru bir seçkin algısını daha da derinleştirdi. Trump ise, faşist demagojinin temel yaklaşımlarını sergileyerek, kitlelerin birikmiş öfkesine bir «çıkış yolu» göstermiş (kuşkusuz büyük bir yalandır) ve bununla o kitlelerden artan bir destek sağlayamamış olsa da en azından bu kitlelerin Clinton’a oy vermesini engellemiş oldu.”[2] İşin aslı Trump “Eski statükonun tümüyle bozulduğu, dengelerin tümüyle değiştiği, düzenin çatırdamaya başladığı, emperyalist rekabet ve paylaşım kavgasının had safhaya ulaştığı, toplumların siyasal krizlerle sarsıldığı, sosyal buhranların derinleşip toplumsal kutuplaşmanın arttığı bir dönemin”[3] ürünüydü.
Diğer taraftan Trump başkanlık koltuğuna oturduğu gün kitlesel gösterilerle protesto edilmişti. Üstelik sadece ABD’de değil, dünya genelinde tam 600 kentte... Demokrat Partide adaylık yarışında Bernie Sanders’ın ilgi görmesi ve hatta yarışı kıl payı kaybetmesi de sosyalizme olan ilginin arttığının işaretiydi. “Sanders’ın kampanyasının dikkat çekilmesi gereken bir özelliği şuydu: Kampanya çok büyük oranda gençlerin aktif ve örgütlü bir seferberliği temelinde yürütülmüştü. Kendini adamış çok geniş bir genç kitle, dört bir yana koşturarak, Sanders fenomeninin hayat bulmasını sağlamışlardı. Bu ABD başkanlık ve başkan adaylığı kampanyalarında çok uzun yıllardır bu derecede pek görülmeyen bir şeydi. Medya son derece eşitsiz biçimde yer verse de, Sanders’ın etkisinin sanılandan çok daha büyük olmasının temel nedenlerinden biri bu aktif, örgütlü genç seferberlikti. Örneğin bütün burjuva medya Clinton’ı ışıklar altında gösterirken, aynı kentte ondan birkaç kilometre ötede konuşma yapan ve Clinton’dan misliyle daha fazla kitle toplayan, ondan misliyle daha coşkulu olan Sanders mitinginden hiç söz etmemeyi tercih ediyordu. Sanders kampanyası sırasında ve sonrasında ABD’deki yerel ve ulusal düzeydeki sosyalist ve anti-faşist yapıların/grupların birçoğunda katlamalı büyüme yaşandı.”[4]
Sürekli olarak vurguladığımız gibi Marksist bakış, olayları, eğilimleri çok yönlü olarak görmeyi gerektirir. Dolayısıyla kapitalizmin tarihsel krizi bir yandan gerici, şoven eğilimleri beslerken diğer yandan kapitalizmin sorgulanmasını, anti-kapitalist, anti-faşist, sosyalizan eğilimleri de güçlendirir. ABD’de kapitalizmden umudunu kesen ve sosyalizme yönelen gençlerin sayısındaki artış, bunun başkanlık seçimi yarışında Bernie Sanders’a artan destekte ifadesini bulması gibi mesela… Bir başka örnek ise Charlottesville kasabasında yaşananlardır. 2017 Ağustosunda, Virginia eyaletinin Charlottesville kasabasında faşistler bir gövde gösterisi yaptılar. Ülkenin dört bir yanından kasabaya akan faşistler, ırkçı ve kölecilik yanlısı generallerden birinin heykelinin belediye meclisinin kararıyla kaldırılacak olmasını protesto edeceklerdi. Ancak meydanı faşistlere bırakmak istemeyen anti-faşistler aynı gün karşı gösteriler örgütlediler. Sonraki günlerde ülke çapında birçok kentte yapılan iki taraflı eylemlerde faşist kitle cılız kalırken, anti-faşist kitlenin on binleri bulduğu görüldü. Yaşananlar ABD’de düzen karşıtı, sol yönelimli ve anti-faşist bir eğilimin güçlendiğini gösteriyordu. Irkçı bir generalin heykelinin yıkılmasına karşı çıkan faşistler cevabını almıştı ama asıl büyük cevap 2020’de ABD’yi sarsan isyanlarda bu heykel gibi onlarcasının yıkılmasıyla verilecekti.
Aynı yılın Eylül ayında ABD’de Emek Günü’nde yapılan eylemler işçi sınıfının kapitalizme olan öfkesinin biriktiğinin ve büyüdüğünün işaretiydi. O zamana kadar bir mücadele günü olmaktan çok tatil günü olarak algılanan Emek Günü ilk kez kitlesel eylemlere tanık oluyordu. O gün 400 civarında kentte Beyaz Amerikalılar, Siyahlar, Hispanikler, göçmenler yan yana yürüdüler; ücretlerin arttırılması, herkes için sağlık güvencesi ve emeklilik hakkı, sendikal hakların tanınmasını talep ettiler. İşsizliğin artmasını, ücretlerin düşmesini, iş yükünün artmasını protesto ettiler. Ama sadece ekonomik taleplerini haykırmadılar. Aynı zamanda Trump yönetiminin yaşanan sorunların kaynağı olarak göçmenleri göstermesine, ırkçılığı, milliyetçiliği ve İslamofobiyi körüklemesine rağmen göçmen düşmanlığına ve ırkçılığa karşı mücadele çağrısı yaptılar.
Büyüyen kriz ve toplumsal eşitsizlik yeni bir isyan dalgasını hazırlıyor
Toplumsal eşitsizliğin büyümesi, servetin giderek daha az sayıda elde toplanması kapitalizmin tarihsel eğilimidir ve bundan kaçış yoktur. Nitekim Oxfam raporuna göre, toplam servetleri dünya nüfusunun en yoksul yarısının toplam zenginliğine eşit olan kişilerin sayısı 2010’da 388 kişi iken bu sayı 2011’de 177 kişi, 2012’de 159 kişi, 2013’te 92 kişi, 2014’te 80 kişi, 2015’te 62 kişi, 2017’de 43 kişi ve 2018’de 26 kişiye düşmüştür! Bir tarafta 26 kişi, diğer tarafta 3 milyar 800 milyon insan! Eşitsizlik bu denli büyüyünce doğal olarak toplumsal öfke de büyür. Toplumsal öfkenin büyümesi kitlesel isyanların yaşanması demektir.
Toplumsal isyanlardan duyulan korku burjuva sınıf cenahında toplumsal eşitsizlik sorununun dillendirilmesini de beraberinde getirmiştir. 2014’te ABD’de üç bilim insanının hazırladığı bir raporda şöyle deniyordu: “Devasa miktarda zenginliğin elitlerin elinde toplanması ve sayıca çok daha fazla olan ve çalışarak onları besleyen kesimlere fazla bir şey kalmaması toplumu istikrarsızlığa ve sonunda çöküşe sürükleyebilir. (…) Nüfus artışı belli bir dengeye kavuşur, insan başına kaynak tüketimi azaltılır ve kaynaklar daha eşitlikçi biçimde dağıtılabilirse toplumsal çöküş engellenebilir.” Burjuva iktisatçısından, yazar-çizerine ve hatta kapitalistine kadar kimileri daha vicdanlı bir kapitalizm önerirken kimileri ise buna “kapsayıcı kapitalizm” diyordu. Defalarca dile getirdiğimiz gerçek şuydu ki kapitalizmin vicdanlısı vicdansızı olmazdı. Esas sorun bizzat kapitalist sistemin kendisiydi zaten. Nitekim kapsayıcı kapitalizm söylemine destek veren isimlerden biri olan Kale Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Bodur Okyay’ın söyledikleri bu gerçeğin ifadesiydi: “Kapitalizmin insanileştirilmesi konusunda düşünmek gerekiyor. Bunda ben de hemfikirim. Ama piyasa kuralları var. Ve buna müdahale de doğru olmaz.”[5]
Krizin derinleşmesiyle birlikte Keynesçi politikaların hayata geçirilmesi, gelir eşitsizliğinin giderilmesi, adil vergilendirme gibi öneriler çeşitli raporlarda, ekonomik forumlarda çok daha fazla dillendirilir oldu. Oysa çözüm diye sunulan öneriler kapitalizmin doğasına aykırıydı. Levent Toprak’ın söylediği gibi: “Eğer 20 yıldır dünya sermaye düzeninin genel çıkarları açısından da tehditkâr hale gelen biçimde bir vahşi sömürü, zulüm, kan ve ateş gezegeni haline gelmekteyse, protesto hareketlerinden tutun saygın kapitalist uzmanlara kadar nice kesimin talep ve önerilerine rağmen sistem bu talep ve öneriler doğrultusunda dişe dokunur hiçbir adım atmayıp, aksine şikâyetlere neden olan sorunları daha da şiddetlendiriyorsa, bunun anlaşılması hiç de zor olmayan çok basit bir anlamı vardır: sistem bunları yapamamaktadır!”[6]
Bir taraftan önlenemeyen ekonomik kriz, diğer taraftan büyüyen toplumsal eşitsizlik ve tüm bunların yarattığı sorunlar işçi emekçi kitlelerdeki öfkeyi kaçınılmaz olarak büyütüyordu. Toplumda biriken öfke 2018 yılında açığa çıkacak, giderek büyüyen kitle hareketi asıl olarak 2019’da tüm dünyayı sallayacaktı. 2018 yılında isyan dalgasının açılışını İranlı emekçiler yapmış, sonrasında İspanya’dan ABD’ye, Ermenistan’dan Meksika’ya, Bulgaristan’dan Fransa’ya dünyanın dört bir yanında işçilerin ayak sesleri duyulmuştu.[7] Fransa’daki Sarı Yeleklilerin eylemleri Belçika, Macaristan, İsrail, Fas, Lübnan, Tunus, ABD ve Hollanda’da benzer eylemleri tetiklemişti.
2018 yılının kapanışını ve aynı zamanda 2019 yılının açılışını Sudanlı emekçiler yaptılar. 19 Aralıkta ekmek zammına tepki olarak başlayan protestolar 25 Aralıkta ülke geneline yayılarak diktatör Ömer El Beşir’in istifasını talep eden politik bir içeriğe büründü. Kadınların ve gençlerin başını çektiği protestolar Nisan ayında 30 yıllık diktatörü devirdi. Ömer El Beşir’i deviren gerçekte kitlelerdi ancak ayaklanmayı bastırmak isteyen ordunun devreye girmesi ve bir darbeyle El Beşir’i görevden alması olayların gidişatını belirledi. Diyebiliriz ki Sudan’da yaşananlar bir anlamıyla Mısır’da yaşananlara benziyor. Ayağa kalkan, kararlı bir mücadele yürüten, polis ve ordu şiddetine rağmen taleplerinden geri adım atmayan Sudanlı emekçiler devrimci bir önderlikleri olmadığı için mücadelelerini sonuçlandıramadılar. Ama daha önce söylediklerimiz Sudan için de geçerlidir. Sorunlar olduğu yerde duruyorsa ve hatta büyüyorsa öfke de birikiyor demektir, yeniden açığa çıkacağı güne dek…
2018 yılındaki protestolar işçi ve emekçiler için bir nevi ısınma turuydu. Asıl büyük dalga 2019’da gelecekti. 2019’un Şubat ayında Dünya Hükümet Zirvesinde konuşan IMF Başkanı Christine Lagarde kapitalist sistemi bekleyen tehlikeye dikkat çekmek için fırtına benzetmesi yapmıştı: “Havada çok fazla bulut olduğunda, fırtınanın çıkması için gereken tek şey bir yıldırımdır.” Neydi bu bulutlar? Ticaret savaşı, Brexit, Çin ekonomisinin küçülmesi, devasa boyutlara varan küresel borçluluk. Bu kara bulutlar dağılmadı, aksine giderek büyüdü, yoğunlaştı ve kriz rüzgârları yeniden sert bir şekilde sistemin tepesinde esmeye başladı. Levent Toprak gelmekte olanı şöyle yazıyordu: “Kapitalizmin dev gemisi bilinmeyen sularda (öncekilerden farklı olarak bir tarihsel kriz) pusulasız vaziyette yol almaktadır. Bu koşullarda egemen sınıf sistemin işleyişini yeniden tesis etmek ya da bunu sağlama bağlamaktan ziyade, isyanı bastırmaya, egemenliğini yitirmemeye giderek daha fazla odaklanıyor… Dünya genelinde daha baskıcı yönetimlerin işbaşına gelmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin çeşitli bahanelerle ortadan kaldırılması, militarizmin, silahlanmanın yükselişi, savaşın körüklenişi gibi eğilimler buna işaret ediyor. Ancak kapitalizmin çıkmazı karşısında ıstırap içindeki emekçi kitleler tek çıkar yolun mücadele olduğunu her geçen gün daha çok anlıyor ve bunu gösteriyorlar. Burjuvaların korktuğu gibi bu mücadeleler daha da yayılacak, sertleşecek. Bundan kaçış yok, kimse birtakım düzeltmelerin, reformların yapılabileceği ve kapitalist sistemin topluma refah ve huzur getirebileceği hayaline kapılmasın. Önümüz kavga!”[8]
Ve öyle de oldu. 2019 yılında kapitalist gemi bir yandan 2020’de kasırgaya dönüşecek olan kriz fırtınasının estirdiği rüzgârlarla, diğer yandan dünya geneline yayılan protestolarla sallandı. Çevre sorunu, siyasal talepler ve ekonomik sorunları içeren ve kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye yayılarak büyüyen protestolar dev bir isyan dalgasına dönüştü. Her ne kadar kitleler içerik olarak farklı taleplerle sokağa çıkmış olsalar da bütün protestoları birleştiren ortak yön kapitalizmin yarattığı ve tarihsel sistem krizinin derinleştirdiği sorunlara duyulan öfkeydi. Protestolarda ağırlığı oluşturan tetikleyici unsurlar ise işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılar, yolsuzluk, işsizlik ve yoksulluk, zamlar, hayat pahalılığı idi. Ekonomik sorunlara ilişkin taleplerle başlayan protestolar bazı ülkelerde siyasi iktidara yönelik protestolara dönüştü. Hemen bütün ülkelerde siyasi iktidarlar protestolar karşısında baskı, şiddet ve tehdit ile “dış güçlerin müdahalesi” gibi milliyetçi ve kutuplaştırıcı söylemlere sarıldılar. Ancak bu yöntemler çoğunlukla ters tepti, öfkesi artan kitleler daha büyük kalabalıklarla ve daha uzun süre meydanlarda kaldılar. Zorbalık işe yaramayınca bu sefer çeşitli vaatlerle oyalama, kırıntı kabilinden düzenlemeler yapma, saldırı yasalarında geri adım atma gibi yollara başvuran egemenler yine de kitleleri yatıştırmayı başaramadılar. Kitle eylemlerinin süreç içinde sönümlenmesinin ya da geri çekilmesinin arkasında yatan asıl neden kitlelerin önderlikten yoksun oluşuydu.
2018’in kapanışını ve 2019’un açılışını yapan Sudanlı emekçilere Hindistanlı işçiler Modi hükümetinin işçi sınıfına yönelik saldırı yasalarını hayata geçirmek istemesine karşı düzenledikleri ve 200 milyon işçinin katıldığı iki günlük grevle eşlik ettiler. Şubat ayında ise sıra Cezayir halkındaydı. 8 yıllık aradan sonra sokaklara dökülen Cezayirli emekçiler diktatör Buteflika’yı devirdiler. Cezayir’deki protestolar dönem dönem yavaşlama eğilimi gösterdiyse de yıl boyunca etkisini sürdürdü. Yeri gelmişken halkın taleplerinin karşılanmadığı Cezayir’de suların halen tam olarak durulmuş olmadığını belirtelim.
Kapitalizmin krizi derinleştikçe artan eşitsizlik ve saldırılar karşısında emekçilerin sokağa döküldüğü ülkelere hızla yenileri eklendi. Irak’ta emekçiler, işsizliğe, yolsuzluğa ve son derece yaşamsal olan kamu hizmetlerinin yetersizliğine karşı sokağa dökülürken, İran’da benzin fiyatlarına yapılan zam protestoların tetikleyicisi oldu. Lübnan’da ise milyonlarca insanın sokağa dökülmesine yol açan kıvılcım, hükümetin cep telefonlarındaki WhatsApp ve FaceTime gibi uygulamalar üzerinden iletişime vergi getirileceğini açıklaması oldu. Dahası vergilerin geri çekilmesi talebiyle başlayan protestolar hükümetin istifasını talep eden protestolara dönüştü.
Aynı yıl Porto Riko ve Haiti’de yolsuzluğa karşı, Honduras’ta reform adı altında sağlık ve eğitimde özelleştirme ve işten atma saldırısına karşı kitlesel ve şiddetli protestolar yaşandı. Ardından Şili, Ekvador ve Kolombiya’da emekçiler isyan bayrağını yükseltti. Şili’de ulaşım zammına karşı öğrencilerin protestosuyla başlayan isyan giderek genişledi ve grevlerle devam etti. Ekonomik taleplere bir süre sonra faşist anayasanın değiştirilmesi talebi de eklendi. Ekvador’da ise emekçiler, kamu harcamalarında kesintiye giden, çalışanların kazanılmış haklarını gasp eden, akaryakıtta sübvansiyonların kaldırılmasını ve sermayeye vergi indirimleri getirilmesini içeren saldırı paketine karşı sokağa dökülmüşlerdi. Kolombiya’da da emekçiler sağcı hükümetin benzer saldırı planına karşı genel grev örgütlediler, kitlesel protesto gösterileri düzenlediler. Hükümetin 8’i çocuk 15 sivili “terörist” olduğu gerekçesiyle öldürmesinin ardından büyüyen öfke daha kitlesel bir genel grev ve yaygın protestolara dönüştü.
Hong Kong baskıcı rejime karşı demokratik taleplerle ayağa kalkan yüz binlerin şiddetli protestolarına sahne olurken, İspanya’nın Katalonya özerk bölgesinde milyonlarca insan siyasal haklarının gasp edilmesi ve siyasal temsilcilerinin tutuklanmasına karşı ayağa kalktı. Endonezya’da ise hükümetin toplum üzerinde baskıyı arttırarak demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayan, sermayeyi büyütüp yoksulluğu ve toplumsal eşitsizliği derinleştiren yasa tasarılarına karşı fitilini üniversiteli gençlerin ateşlediği kitleselleşip yayılan protestolar yaşandı. Fransa’da emeklilik yaşının yükseltilmesi ve emekli maaşlarının düşürülmesini içeren saldırı yasasını protesto eden milyonlarca işçi hem genel greve çıktı hem de gösteriler düzenledi.
Diğer taraftan 2019 yılı küresel iklim değişikliği protestolarına da şahit oldu. Eylül ayında toplam 150 ülkede başını gençlerin çektiği milyonlarca insan kapitalizmin yarattığı küresel ısınma ve iklim krizine karşı sokaklara döküldü.
(devam edecek)
[1] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com
[2] Oktay Baran, Kriz, Savaş ve Yükselen Faşizmin Bir Ürünü: Trump, marksist.com
[3] Oktay Baran, age
[4] Levent Toprak, Tarihsel İyimserlik, Gençlik ve Alametler, marksist.com
[5] Zeynep Güneş, “Kapsayıcı Kapitalizm”in Çekim Gücü Nereye Kadar?, marksist.com
[6] Levent Toprak, Kapitalist Sistemin Sancısı, marksist.com
[7] Ayrıntılı bilgi için bkz. İlkay Meriç, Dünya İsyanda, marksist.com
[8] Levent Toprak, age
link: Demet Yalçın, Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi /2, 12 Temmuz 2021, https://marksist.net/node/7403