İçine girdiği krizden bir türlü çıkamayan kapitalist sistemi kurtarmak için çıkış yolu arayan egemenler geçtiğimiz yıl bu zamanlar koronavirüs salgınına sarıldılar ve “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemini ortaya attılar. Bu söylemle milyarlarca insana yaşattıkları ve daha da yaşatacakları cehennemi kabul ettirmek, kitleleri karamsarlığa sürüklemek ve o çok korktukları toplumsal patlamaların önüne geçmek istiyorlardı. Oysa milenyum dönemeciyle birlikte tarihsel bir sistem krizinin içine yuvarlanan kapitalist sistem zaten “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” bir döneme giriş yapmıştı. Elif Çağlı bu yeni dönemi şöyle tarif ediyordu:
“Sovyetler Birliği’nin ve benzerlerinin çöküşüyle birlikte, kapitalist sistem karmaşık bir denklemin bilinmeyenlerinin tamamen değiştiği yeni bir döneme adım atmış oldu. Dünya üzerinde tek egemen sistem konumuna geçen kapitalizm, bu yeni durumun moral açıdan getirdiği geçici hazla sarhoş olmuşken kendini aniden ürkütücü bir istikrarsızlık ve dengesizlik uçurumunun eşiğinde buluverdi. Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir.”[1]
Milenyum dönemecinden bu yana dünyamız kapitalist sistemin yarattığı yıkım, tahribat, kaos ve toplumsal çalkantılarla sarsılmaktadır. Hegemonya mücadelesi ve emperyalist savaş iyice kızışarak içinden çıkılmaz bir hal almıştır. İçinden çıkamama hali kapitalizmin krizleri için de geçerlidir. Öyle ki, kriz döngüleri artık eskisi gibi yaşanmamakta, cansız büyümelerle neredeyse sürekli bir durgunluk halinde olan kapitalist sistem bir krizden çıkamadan çok daha şiddetli bir başka kriz kapıyı çalmaktadır. Toplumsal eşitsizlik uluslararası kapitalist kurumları dahi ciddi endişelere sevk edecek denli büyümüş, onların bu endişesini haklı çıkaracak şekilde dünyanın her yerinde kitlesel isyanlar yaşanır olmuştur. Giderek şiddeti ve sıklığı artan isyanlara paralel olarak tüm dünyada burjuva demokrasisinden uzaklaşma ve otoriterleşme yönünde genel bir eğilim söz konusudur.
Kapitalizmin tarihsel krizinin ifadesi olan bu olgular özellikle 2008 krizinden bu yana çok daha belirgin bir hale gelmiştir. Nasıl ki 2008 krizinden sonra kapitalist sistemin çelişkileri ve toplumsal patlamalar daha da artmışsa, çok açık ki önümüzdeki dönem de geride bıraktığımız 10 yıldan daha çalkantılı ve sınıf mücadelelerinin daha keskin yaşanacağı bir dönem olacak. Bu noktada milenyum dönemecinden bu yana kapitalizmin insanlığı getirdiği noktayı ve sınıf mücadelesi alanında yaşananları bütünlüklü olarak ele almak faydalı olacaktır.
İnsanlık tarihinin yeni milenyumu: Kriz, savaş ve devrimci patlamalar
İnsanlık yeni milenyuma SSCB’nin çökmesinin ardından değişen dengeler, nüfuz alanlarının yeniden paylaşımı için yürütülen savaşlar, hegemonya sorunu ve küresel bir ekonomik durgunlukla girdi. İki kutuplu dünyada kendisini kapitalist dünyanın hegemon gücü olarak kabul ettiren ABD’nin konumu değişen durumla birlikte sarsılmaya başlamıştı. Üstelik ABD’nin tek rakibi AB değildi. Çin ve Rusya yeni emperyalist güçler olarak sivrilmeye başlamıştı. Elif Çağlı’nın dediği gibi “Hegemonu olmayan bir hiyerarşik sistem düşünülemez. Hegemon gücün yer değiştirmesi ise son derece karmaşık ve verili tüm dengeleri en derinden sarsan sıradışı bir olaydır. Bu tür yer değiştirmeler, sistemin olağan işleyişi içinde gerçekleşen periyodik ekonomik krizlerle açıklanamaz. Sistemi yeni bir hegemonya krizine sürükleyen koşullar büyük alt üstlükler ve adeta bir kaos dönemiyle kendilerini açığa vururlar. Bu türden tarih kesitleri dünya işçi sınıfına bu sistemden kurtulmayı mümkün kılacak devrimci fırsatlar sunarken, burjuvazi açısından ise yeni bir dengenin kurulmasını zorunlu kılar”.[2] Yeni bir dengenin kurulması zorunluluğu yeni bir emperyalist paylaşım savaşı demekti. Artık tek kutuplu dünyada, hegemonya mücadelesine eşlik eden ekonomik durgunluk dünya genelinde 80’lerle başlayan neoliberal saldırı politikalarına hız kazandırmış, sosyal hak gaspları, işsizlik ve yoksulluk artmıştı. Dünya yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru giderken neoliberal saldırı politikalarıyla adeta ümüğü sıkılan kitlelerde de bir hareketlenme yaşanıyordu. Bu hareketlenme 1999’un Aralık ayında ABD’nin Seattle şehrinde o güne kadarki en büyük küreselleşme karşıtı eylemlerde doruk noktasına çıktı. “Küreselleşme karşıtı” hareket Brezilya’ya ve oradan diğer ülkelere yayıldı. Ancak 11 Eylül saldırısıyla birlikte hareket geri çekildi. Zamanlaması manidar olan 11 Eylül saldırısı ABD tarafından büyük bir emperyalist paylaşım savaşının başlatılması için bahane olarak kullanıldı.
2001’de ABD’nin Afganistan’a saldırmasıyla başlayan bu savaş 2003’te Irak cephesinin açılmasıyla devam etti. İlerleyen yıllarda yayılıp genişledi ve bir dünya savaşı niteliği kazanarak bugüne kadar geldi. Elif Çağlı paylaşım savaşına ilişkin şunları söylüyordu: “Ortadoğu ve diğer bölgelerde çıkartılan emperyalist savaşlar, yalnızca üç beş savaş baronunu zengin etmek ya da o bölgelerdeki petrol rezervlerini kontrol altına almak gibi alışıldık ve neredeyse sıradanlaşmış gayelerin ötesine geçen büyük bir paylaşım savaşının halkalarıdır. İçinden geçtiğimiz süreçte ortaya çıkabilecek geçici yumuşama evreleri ve dönemsel ateşkes aralıkları bizleri yanıltmasın. Kapitalist sistemin birikmekte olan ve daha da birikecek sorunları çok ciddidir.”[3] Emperyalist paylaşım savaşının bugüne kadar izlediği seyir ve küresel krizin derinleştirdiği sorunlar bu tespiti doğrulamaktadır.
Emperyalist savaş ve çeşitli mekanizmalar aracılığıyla 2000-2001 krizinin küresel düzeyde büyük bir çöküşe dönüşmesi engellenebildiyse de krizin Latin Amerika ülkelerini ve Türkiye gibi ekonomisi kırılgan ülkeleri yere sermesinin önüne geçilemedi. Bu ülkelerde yaşanan ekonomik çöküşün faturasını emekçiler ödeyecekti elbette. Ama kapitalistler için faturayı emekçilere kesmek o kadar da kolay olmadı. 2000-2003 yılları arasında Ekvador ve Arjantin’de başlayan halk ayaklanması çeşitli düzeylerde Latin Amerika’nın geneline yayıldı. Genel grevler, “İşgal Et, Diren, Üret” sloganıyla fabrika işgalleri, kitlesel protestolar, halk isyanları kıtayı bir devrimci durumla karşı karşıya bırakmıştı. Ancak devrimci önderliğin yokluğu koşullarında bir devrime dönüşemeyen kitle hareketleri burjuva sol partilerin iktidara gelmesiyle geri çekildi. Ne var ki küresel bir çöküşü çeşitli mekanizmalarla erteleyen ve Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan devrimci durumları savuşturmayı başaran burjuvazinin rahatlaması uzun ömürlü olmayacaktı. Nihayetinde büyük bir çöküşün küresel düzeyde realize olmasının engellenmesi, çözülemeyen sorunların daha da büyüyerek bir sonraki krize devredilmesi anlamına geliyordu. Nitekim aslında onun devamı niteliğindeki 2008 krizi çok daha derin ve şiddetli bir şekilde, üstelik bu kez emperyalizmin kalbinde patlak verdi. Ve böylelikle aslında bu periyodik krizlerin daha büyük bir bütünün parçaları oldukları, yaşanmakta olanın çok daha büyük ve kapsamlı bir tarihsel sistem krizi olduğu teyit edilmiş oldu.
2008 krizi: Kapitalizmin kötüleşen hal ve gidişatı ve yeniden yükselişe geçen sınıf mücadelesi
2008’in ayak sesleri 2007’den duyulmaya başlamıştı aslında. 2007’nin yazından itibaren emperyalist ülkeler bankaları kurtarmaya ve faizleri düşürüp para pompalayarak piyasaları canlandırmaya çalışsalar da bu müdahaleler krizin daha da derinleşmesinden başka bir işe yaramadı. Elif Çağlı, çürüyen kapitalizmin sürekli bir istikrarsızlık dönemine girdiğini, bu koşullarda kriz korkusuyla kapitalist devletlerin uyguladığı anti-kriz ekonomi politikalarının ani ve büyük çöküşlerin yolunu döşediğini söylüyordu:
“Günümüzde açıkça gözlemlendiği üzere, kapitalist devletlerin uyguladığı merkezi para ve faiz politikalarıyla, kredilerin şişirilmesiyle vb. krizlerin yaşanması geciktirilmeye çalışılmaktadır. Her an patlak verebilecek bir kriz korkusuyla, neredeyse süreklilik arz eder biçimde anti-kriz politikalar uygulaması gündeme sokulmuştur. Ekonomik devrelere yapılan bu müdahaleler krizlerin dengeye getirici mekanizmalarını laçkalaştırıyor ve bu mekanizmaları büyük ölçüde işlevsizleştiriyor. Kısacası, kapitalizmin tarihsel açmazlarına rağmen yol alabilmek için başvurduğu araçların etkinliği gün geçtikçe azalmakta ve böylece ani ve büyük çöküşlerin yolu döşenmektedir.”[4]
Devletler eliyle ekonomiye müdahaleler sürerken işçi sınıfına yönelik hak gaspları da tırmandırılmaya başlanmıştı. Bunun anlamı düşen ücretler, artan yoksullaşma, işsizlik ve hayat pahalılığıydı. Elbette işçi sınıfı bu saldırıları yanıtsız bırakmayacaktı. 2007’nin son aylarında, Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik reformu adı altında hayata geçirilmek istenen hak gasplarına karşı Avrupa genelinde milyonlarca işçinin katıldığı yaygın grevler yaşandı. O günlerde ABD’de ise 73 bin General Motors işçisi 37 yıl sonra ilk kez ulusal ölçekte greve çıkmıştı. Keza Mısır da işçi sınıfı tarihinin en hareketli günlerini yaşıyordu aynı yıl. Devlete ait bir tekstil fabrikasında haklarına yönelik saldırılara fabrika işgali ve grevle karşılık veren 27 bin tekstil işçisinin mücadelesi ülke genelinde farklı sektörlere yayılan grevlerle büyüdü ve on binlerce işçiyi içine çekti. Mısır’daki hareketlenme birkaç yıl sonra Arap coğrafyasını sarsacak olan kitlesel isyanların işaretini veriyordu. 2007-2008 yıllarında başta Afrika ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere Bangladeş, Meksika, Haiti gibi ülkelerde gıda isyanları patlak verdi. Güney Kore, Peru, Hindistan, İtalya, Kolombiya ve Şili’de kitlesel grevler yaşandı. Bu dalgaya, kapatılan ya da işgücünün daha ucuz olduğu ülkelere taşınan fabrikalarda çalışan Avrupalı işçilerin eylemleri ve grevleri eşlik etti. Ama bunlar daha başlangıçtı.
2008 yılının Mart ayında kapitalizmin derinleşen krizinin yol açacağı durumlara ilişkin şunları söylüyordu Elif Çağlı: “Kapitalist sistemin küresel krizi öyle ya da böyle hükmünü sonuna dek icra edecektir. Hiçbir ülke, bu durumun dünya ölçeğinde yaratacağı yıkıcı sarsıntılardan muaf değildir ve de muaf olamayacaktır. (…) Önümüzdeki süreçte yaşanacak olayların detayları konusunda kuşkusuz fal açamayız. Ne var ki dünyadaki genel gidişat apaçık ortada. (…) Kapitalist sistemin derinleşen krizi devrimci durumlar gibi olumlu olasılıklara olduğu kadar, faşizm ve emperyalist savaşlar gibi olumsuz olasılıklara da işaret ediyor!”[5] Nitekim 2008’in Eylül ayında finans balonunun patlamasıyla artık inkâr edilemez şekilde açığa çıkan ekonomik kriz yeni bir mücadele döneminin kapısını açtı. Bu dönem aynı zamanda hegemonya krizinin ve emperyalist savaşın kızıştığı, dünya genelinde otoriterleşme dalgasının da büyüdüğü bir dönem olacaktı.
Yeni mücadele döneminin işaret fişeği 2008 yılının Aralık ayında Yunanistan’dan geldi. Böylece dünya 2009’a kitlesel protestolarla giriyordu. 15 yaşında bir gencin polis tarafından katledilmesinin ardından başlayan protestolar hızla büyüdü. O zaman protestolara ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştık:
“Yunanistan’da patlak veren isyan … dünya ölçeğinde açılmakta olan yeni mücadele döneminin bir işaret fişeği gibidir. Bu isyan bir yanıyla 2000’lerin başından beri kesik kesik gelen mücadeleler sürecinin yeni bir halkasını oluşturmaktayken, diğer taraftan da, devreye giren yeni ve çok önemli bir olgu olarak dünya ekonomik kriziyle hem çakıştığı hem de bağlantılı olduğu için, yeni bir evreye geçişi de temsil etmektedir. Demek oluyor ki hem bir süreklilik hem de daha önemli olarak yeni bir düzleme sıçrayış vardır.”[6]
Yunanistan’da isyan devam ederken Nisan 2009’da Londra’da toplanan G-20 zirvesi, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Norveç, İrlanda ve ABD’de kitlesel eylemlerle, sektörel ve genel grevlerle protesto edildi. Ekim ayında Avusturya’da banka ve şirketleri kurtarmak için milyarlarca euro ödenek ayıran hükümetin eğitim bütçesini kısması ve eğitim kalitesindeki düşüş nedeniyle binlerce öğrencinin katıldığı ve ülke geneline yayılan amfi işgal eylemleri patlak verdi. İşgal eylemlerini kitlesel öğrenci mitingleri takip etti.
2010: Kriz derinleşiyor, işçi sınıfı cephesinde sular ısınıyor
Burjuva iktisatçılar ekonomik krizin sonuna gelindiğini söyleyerek, “U şeklinde mi V şeklinde mi çıkacağız” tartışmalarını yaparken Marksist Tutum sayfalarında gerçeklik şu sözlerle ortaya konuyordu:
“Bu koşullarda, krizden şu ya da bu tempoyla (ister V ister U şeklinde olsun) çıkılmasından değil de, en iyi ihtimalle kısa ve cılız bir canlanma evresinin ardından uzun ve sancılı bir durgunluk dönemine saplanılıp kalınmasından, yani depresyondan resesyona (durgunluk) geçişten, krizin bu anlamda devam edeceğinden bahsetmek çok daha mümkün görünüyor. (…) 1989’daki çöküşten sonra Japon ekonomisinin tüm 90’lı yıllar boyunca içine sürüklendiği durum, bugüne de belli ölçülerde ışık tutabilir. Önemli bir farkla ki, bu kez söz konusu olan, birkaç istisnasıyla tüm dünya ülkelerini kapsayan bir resesyon olacaktır. Bunun anlamı ise önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin keskinleşme dinamiklerinin devam ediyor olacağıdır.”[7]
Gerçekten de 2010 yılına gelindiğinde kriz derinleşerek devam ederken krizin faturasını ödemek istemeyen işçi sınıfı cephesinde de sular ısınıyordu. Örneğin 2008 yılında yüzde 2 oranında büyüyen Yunanistan ekonomisi 2009’da yüzde 1,2 oranında küçülme yaşamıştı. Bütçe açığı ve cari açık büyümüş, toplam dış borç GSYH’nin yüzde 113’üne ulaşmıştı. Bu durum krizin faturasının emekçilere kesilmesi için yeni adımların atılmasını beraberinde getirdi. Kamu harcamalarının kısılması, kamuda istihdamın daraltılması, esnek çalışma, çalışma saatlerinin uzatılması, düşük ücretler, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve emekli maaşlarının düşürülmesi gibi saldırılardan oluşan bir paketi hayata geçirmek isteyen hükümete emekçiler genel grevlerle yanıt verdiler. Mayıs ayında Atina’da gerçekleştirilen gösteriler, 1974 yılında faşist Albaylar Cuntasının devrilmesine yol açan kitlesel protestolardan beri gerçekleşen en geniş katılımlı gösterilerdi. Kitlesel protestolar, genel grevler aylarca devam etti.
2010 yılının Nisan ayında Kırgızistan’da yolsuzluklar, talan ve fahiş zamlar karşısında ülke genelinde patlak veren protestolar karakolların basıldığı, devlet binalarının işgal edildiği, 100 kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin yaralandığı bir halk ayaklanmasına dönüştü ve hükümet devrildi.
Aynı yıl Mayıs ayında dünyanın atölyesi Çin’de de grevler patlak verdi. Honda ve Foxconn’da başlayan grev dalgası yayılarak başka fabrikalara da sıçradı ve kimi işletmelerde ücret artışlarıyla sonuçlandı. Küresel kriz tüm dünyayı kasıp kavururken Çin ekonomisinin kesintisiz büyümesinin kapitalizme nefes aldırdığı bir dönemde bu grevler uluslararası sermayeyi ve Çin burjuvazisini tedirgin edecekti.
Küresel ekonomik krizin etkileri burjuva siyaset sahnesine de yansıyacaktı. Yıllarca istikrar unsuru olarak görülen siyasi partiler seçimlerde büyük bir yenilgi alacak, buna karşılık faşist ve ırkçı partiler ile radikal sol görünümlü partiler oy oranlarını arttıracaktı. Bu eğilimin ilk belirtileri 2009 yılında ortaya çıkarken 2010’da ve ilerleyen yıllarda gözle görülür hale gelecekti. Örneğin İngiltere’de 2010 genel seçimleri 13 yıldır iktidarda olan İşçi Partisi hükümetinin sonunu getirmişti.
2010 yılı boyunca Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da milyonlarca emekçi krizin faturasını ödememek için kitlesel mücadeleler yürüttü. Başta Fransa olmak üzere İrlanda, İspanya, Portekiz, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde kitlesel protestolar, sektörel ve genel grevler yaşandı. Fransa’da milyonlarca emekçinin katıldığı protestolar aylarca sürdü. Yüz binlerce liseli ve üniversiteli genç, işçilerle birlikte protesto yürüyüşlerine katıldı. 29 Eylülde 30 Avrupa ülkesinde işçilerin dâhil olduğu bir günlük genel grev örgütlendi. Bu ülkelerden biri olan İspanya’da uzun yıllar sonra ilk kez bir genel grev yapılmış ve bu greve 10 milyon civarında işçi katılmıştı. 2010 yılının kapanışını Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasına yayılan, etkileri ABD ve Avrupa’ya ulaşacak olan bir isyan dalgasını başlatan Tunuslu emekçiler yapacaktı.
Arap coğrafyasından dünya geneline yayılan yeni isyan dalgası
Dünya 2011 yılına Tunuslu emekçilerin isyanıyla girdi. Tunus’ta Aralık ayında işsiz bir gencin kendini yakmasıyla tetiklenen isyan ateşi kısa sürede tüm ülkeye yayılarak 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali diktatörlüğünü devirdi. İsyan ateşi ardından Cezayir’e ulaştı ve Ocak ayının ilk haftasında temel gıda maddelerine yapılan zamları protesto etmek için binlerce Cezayirli emekçi sokaklara döküldü. Peşi sıra Ürdün ve Mısır isyanları geldi. Mısır’da yüzlerce insanın öldürüldüğü ve sonunda Mübarek rejimini deviren halk ayaklanması, Yemen, Libya, Bahreyn, Suriye ve diğer Arap ülkelerine de sıçradı. İsyanların altında yatan temel neden aynıydı: Baskı rejimlerine duyulan öfke ve demokrasi talebi, yoksulluk ve işsizlik… Uzun yıllar boyunca biriken bu sorunlar Tunuslu ve Mısırlı emekçilerin “Ekmek, Özgürlük, İnsanlık Onuru!” sloganında dile gelmişti. Arap coğrafyasında isyan ateşi büyümeye devam ederken Marksist Tutum’da şu değerlendirmeyi yapmıştık:
“Bu yeni isyan dalgası münferit değildir. Yaklaşık olarak 2000’li yılların başından bu yana dünyanın değişik bölgelerinde kendini gösteren isyan ateşinin yeni bir harlanışıdır. (…) Ateş aynı ateştir, süreç aynı süreçtir. (…) 2000’li yıllarla birlikte içine girilen kapitalizmin tarihsel bunalımı ve yeni sınıf mücadeleleri döneminde, Tunus ve Mısır’daki halk isyanlarıyla yeni bir sayfa açılmıştır. Bu sayfa sadece Tunus ve Mısır’la kapanmayacaktır. Buralardaki emekçi kardeşlerinin korku duvarını yıktığını gören diğer Arap halklarında ve civar ülkelerde sınıf mücadelesinin yeni yükselişlerinin yaşanması büyük olasılıktır. (…) Kapitalizmin krizinin ve tüm dünyada emekçi kitlelere saldırısının sürdüğü düşünüldüğünde, çok uzak olmayan bir gelecekte, Asya halkları da bu sürece yeni sayfalar ekleyeceklerdir.”[8]
Arap halklarının estirdiği isyan rüzgârı gerçekten de dünyanın farklı coğrafyalarındaki mücadelelere bir itilim verdi. Mısır’da Tahrir Meydanının işgali bir sembol haline geldi ve Avrupa’dan ABD’ye emekçiler, gençler, kadınlar “Her yer Tahrir” sloganıyla meydanları işgal etmeye başladılar. İspanya’da Öfkeliler Hareketi ile ABD’de “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri Yunanistan, Fransa, İtalya, İsrail, Belçika ve İngiltere’ye yayıldı. ABD’deki eylemlere “biz yüzde 99’uz” sloganı damgasını vurdu. İsrail’de 500 bin kişinin katıldığı kitle grevi ilk defa Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman nüfusu bir araya getirmişti ve ülkenin tarihinde ilk kez bu denli kitlesel eylemler yaşanıyordu. 15 Ekim günü ise 82 ülkedeki 951 şehirde yüz binlerce insan alanlara çıkarak ekonomik krize, toplumsal eşitsizliğe, işsizliğe ve kapitalistlerin açgözlülüğüne öfkesini haykırdı.
Aynı yıl Ağustos ayında İngiltere’de çoğunluğunu siyahların oluşturduğu göçmenlerin isyanı patlak verdi. Siyah bir emekçinin polis tarafından katledilmesiyle başlayan protestolar ülke geneline yayılarak bir isyana dönüştü. Görece kısa süren bu isyan İngiltere işçi sınıfının genelini içine çekmemiş olsa da çürüyen kapitalizmin derinleştirdiği toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik ve sefalet koşullarının emekçilerde yarattığı öfke birikiminin patlamasıydı. Bu anlamıyla dünya genelinde yaşanan mücadelelerden bağımsız değildi.
Arap isyanları onyıllardır iktidar koltuğunda oturan diktatörleri devirdi, bazı ülkelerde egemenleri siyasi ve ekonomik reformlar yapmak zorunda bıraktı. Ama devrimci bir önderliğin yokluğu koşullarında bu isyanlar ya geri çekildi ya da emperyalistlerin paylaşım savaşında başka yönlere savruldu. Suriye, Yemen ve Libya, zaten büyük projelerini hayata geçirmek için fırsat kollayan emperyalistlerin yürüttüğü paylaşım savaşının sıcak cepheleri haline geldi. İsyanın başını çeken Tunus ve Mısır’da emekçilerin sorunları çözülmedi, talepleri gerçekleşmedi. Dahası Mısır’da emekçilerin “devrimini çalıp” iktidar koltuğuna yerleşen Mursi, 2013 yılında ABD destekli bir ordu darbesiyle devrildi. Bu coğrafyada emekçilerin sorunlarıyla birlikte öfke ve tepki de birikirken, bu birikim 2018’de bir kez daha isyanlarla açığa çıkacaktı.
2011 yılı boyunca yaşanan isyanlar ve protestolar burjuvaziyi derin endişelere sevk etse de, kapitalizmin içinde bulunduğu durum kitleleri yatıştıracak birtakım iyileştirmeler yapmaya dahi izin vermiyordu. Bu durum kapitalizmin çürümüşlüğün doruğuna ulaştığının ve bir çıkmaza girdiğinin göstergesiydi. Elif Çağlı bir kez daha kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmaza ve bu çıkmazın kaçınılmaz sonuçlarına işaret ediyordu: “(…) globalleşen kapitalizm, krizlerden kaçıp kurtulmanın ve krizlerin yıkıcı etkilerini periferi ülkelere ya da daha az gelişmiş bölgelere ihraç ederek merkez emperyalist ülkeleri rahatlatmanın artık olanaksız hale geldiği bir uç olgunlaşma noktasına, yani bir çürümüşlük doruğuna ulaşmıştır. (…) Tarihsel açıdan umutsuz bir tükeniş noktasına sürüklenen tüm toplumsal formasyonların başına geldiği üzere, kapitalist sistem de artık geleceğe dair umut verememektedir. Kapitalizm, isyan ve öfke ateşi içinde neredeyse tüm dünyada peşpeşe dalgalar halinde sokaklara taşan kitleleri yatıştıracak reform kapasitesine de sahip değildir. Bu durum dünya burjuvazisini daha yıkıcı, daha gaddar ve o kadar da daha yalancı tutumlara sürüklemektedir.”[9] Dünya bir taraftan isyan dalgasıyla sarsılırken diğer taraftan emperyalist paylaşım savaşında yeni cephelerin açılması, büyüyen göçmen krizi, milliyetçilik ve faşizm dalgasının yükselmesi çürüyen kapitalizm tablosunu tamamlıyordu.
(devam edecek)
[1] Elif Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay.
[2] age
[3] age
[4] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, marksist.com
[5] Elif Çağlı, Kapitalizmin Hal ve Gidişatı, marksist.com
[6] Levent Toprak, Yunanistan’daki İsyanın Gösterdiği, marksist.com
[7] Oktay Baran, Kriz Kuyusundaki Kapitalizm, marksist.com
[8] Arap Halkları İsyanda, Çözüm İşçi İktidarında, marksist.com
[9] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com
link: Demet Yalçın, Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi, 3 Nisan 2021, https://marksist.net/node/7333