Akdeniz’de, İspanya açıklarında, Yunanistan açıklarında alabora olan, batan tekneler… Bu teknelerle birlikte sulara gömülen kadın, çocuk, genç, yaşlı bedenler… BM Uluslararası Göç Örgütünün (IOM) bu yıl yayınladığı raporda, son on yıl içinde 63 bin 285 düzensiz göçmenin yaşamını yitirdiği, ölüm ve kayıpların 2023 yılında en yüksek seviyede olduğu kaydedildi. Ölümlerin ciddi bir oranda açık denizde boğularak meydana geldiği bilinmekte. Örneğin rapora göre 2014’ten bu yana farklı bölgelerde 36 bin kişi boğularak yaşamını kaybederken, 23 binden fazla göçmenin de kayıp olduğu ve denizde öldüğü tahmin ediliyor. Öte yandan göçmenlere karşı şiddetin son yıllarda arttığı belirtilen raporda 2014-2020 yılları arasında 2 bin 40 göçmenin şiddete bağlı nedenlerle hayatını kaybettiği tespit edilmiş. Göçmenlere yönelik şiddetin artan bir ivme kazandığı da 2021 ile 2023 yılları arasında gerçekleşen 2 bin 322 göçmen cinayeti kaydından anlaşılabilir.[1]
Dünya savaşının yayılan alevleri, ekolojik kriz, ekonomik kriz, gıda ve su krizi, işsizlik, doğal afetler, bölgesel çatışmalar… Dünya üzerinde yaşam alanlarını daraltan, insanlığı bir nefes, bir yudum su arayışıyla bilinmezliklerle yüklü yollara düşüren kapitalizm, yani dünya yüzündeki tüm sorunların müsebbibi bu akıl dışı sistem, insanı insana düşman ediyor. Örgütlülüğü ve bilinç düzeyi yetersiz olduğu için gerçek sorumlularla yüzleşemeyen milyonlar tüm zalimliklerden nasibini fazlasıyla almış olan sınıf kardeşlerine kinleniyor. Zaten geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı, kötü çalışma koşullarıyla etrafı sarılmış olan işçi ve emekçi kitleler kendi sınıfından olsalar da dili, dini, kültürü, yaşayış biçimi kendinden farklı olan göçmenleri yadırgıyor, sorunlarının nedenini onların omuzlarına yüklüyor.
Ken Loach’un son filmi
“Ülke ve Özgürlük”, “Ekmek ve Güller”, “Ben, Daniel Blake”, “Üzgünüz Size Ulaşamadık” gibi filmleriyle toplumsal eşitsizlikleri, sorunları yansıtan, sistemi sorgulatan filmleriyle ses getiren 87 yaşındaki yönetmen Ken Loach’un kendi açıkladığı üzere son filmi 2023 yılında gösterime girdi. Türkçeye “Umudunu Kaybetme” olarak geçen, Ken Loach ve senarist Paul Laverty ikilisinin çektiği The Old Oak filmi, göçmenlerle kasabada yaşayanlar arasındaki ilişkilere odaklanıyor. 2016 yılında Suriye’de yürüyen savaştan kaçan ve İngiltere’nin kuzeybatısında eski bir maden kasabasına gelen mülteciler üzerinden göçmenlere yönelik saldırıları ve nefret söylemlerini ele alıyor. Filmin çekildiği kasaba ise 1984-1985 madenci grevlerine tanıklık etmiş, Margaret Thatcher’ın grevleri ezmek üzere harekete geçmesiyle birlikte madenler kapatılmış ve kasabada yaşayan maden işçileri işsizliğe ve yoksulluğa terk edilmiştir.
Uzun yıllar sendikal örgütlülüğün güçlü olduğu maden kasabası, 1984 sonrasında derin bir çöküş yaşar. Hem birlik ve dayanışmayla yürütülen grevlerin ezilmesiyle yaşanan moral bozukluğu, hem yıllardır akrabalarını madene kurban veren madencilerin tek geçim kaynaklarının ellerinden alınması büyük bir yıkım yaratır. Zamanla bankalar, postaneler vb. iş kaynakları da yok denecek kadar azalmaya başlar. Diğer yandan kasabanın boş evleri düşük bir meblağ karşılığında satılmaya, buralara eski mahkûmlar ve zamanla da mülteciler yerleştirilmeye başlanır. Zaten yoksullukla boğuşan kasaba sakinleri kendilerini güvende hissetmemeye ve izlenen bu politikaya öfke duymaya başlarlar. Aslında öfke duydukları, muhtaç insanların, zenginliğin olduğu merkezlere değil de zaten muhtaç bir durumda olan yoksulların kasabasına yerleştirilmesidir. Fakat bu öfke, kaynağına doğru değil doğrudan yüz yüze gelinenlere yani göçmenlere yönelir.
Filmde bir minibüse doldurulmuş göçmenlere ve Newcastle United futbol takımının formasını giymiş bir kasabalının minibüsteki göçmenlere saldırısına tanık oluruz. Minibüstekilere hakaretler yağdıran bu kişi savaşı ardında bırakarak elindeki tek varlığıyla; fotoğraf makinesiyle yaşama tutunmaya çalışan genç bir kızın, Yara’nın o son varlığını elinden alarak kırılmasına neden olur. Bir fotoğraf makinesi üzerinden gelişen hikâyede makinenin sahibi Yara ve ona destek olmaya çalışan The Old Oak isimli barın sahibi TJ Ballantyne’nin mücadelesini ve gelişen dostluklarını izleriz.
“Birlikte yerseniz, birbirinize kenetlenirsiniz”
Kasabada bir taraftan göçmenlere dayanışma elini uzatan aktivistlerin çalışmalarını diğer yandan göçmenleri istemeyen kasabalının tepkilerini izleriz. Kasaba sakinleri yıllardır gidip geldikleri, kafa dağıttıkları, anı biriktirdikleri, kendilerini ait hissettikleri kasabanın tek barı olan The Old Oak yani Eski Meşe’de mültecilerle karşılaşınca rahatsızlık duyar, bu durumu da yüksek sesle dile getirmeye başlarlar.
Barın sahibi TJ Ballantyne ise, Yara ile bir dostluk kurmaya başlar. Zamanla The Old Oak barının arka kısmında yer alan eski bir odayı dayanışma yemeklerinin verileceği yere dönüştürmek isterler. Bu oda madencilerin fotoğraflarıyla doludur. Madencilerin grev günlerinden kalan fotoğraflarda bazı yazılar göze çarpar. Örneğin grev sürecinde hükümetin madencileri terbiye etmek için açlık dayatmasına karşı kurulan dayanışma mutfaklarından fotoğrafların altında “When you eat together you stick together” yani “Birlikte yerseniz, birbirinize kenetlenirsiniz” yazar. Geçmişte madencilere güç veren bu söz yeni bir dayanışmanın örülmesini de sağlar, filmde vurgulandığı üzere “hayırseverliğin” değil dayanışmanın! Siyah-beyaz fotoğrafların ardında yatan dayanışma kültürü, üzerine atılan küllerin savrulmasıyla aynı odada tekrar can bulur. Sadece göçmenler için değil, kasabada yaşayan ama evinde tencere kaynamayan insanları da kapsar bu dayanışma mutfağı.
Bara gidip gelen ve göçmen karşıtı olan kasaba sakinleri ise bu yemekhaneden rahatsızlık duyarlar. Mesela barın müdavimlerinden olan TJ Ballantyne’nin gençlik arkadaşı Charlie göçmenlerden şikâyetçidir. Çünkü göçmenlerin kasabada ucuza oturduklarını, evlerinin değerini düşürdüklerini düşünür. TJ arkadaşının bu düşüncesinin doğru olmadığını anlatmak ister ve kapısını çalar. Ona ikisinin de madenci çocukları olduğunu hatırlatarak söylediği sözler aslında egemenlere sesini çıkartamayan ama kendinden güçsüz gördüklerinin üstüne çullananlara cevap niteliği taşır: “Bütün köyün durumuna bak. Yıllardır başımıza gelen saçmalıklara bak. İkimizin babasının başına gelenler… Suriyeliler buraya gelmeden çok önceydi…/ Hayat kötüye gittiğinde hepimiz bir günah keçisi ararız. Asla yukarı bakmıyoruz. Her zaman aşağıya bakıyoruz. Altımızdaki zavallıları suçluyoruz. Bu her zaman onların hatasıdır. Bu, zavallıların yüzlerine damga vurmayı kolaylaştırıyor değil mi?”
Elbette tek bir cümle, tek bir konuşma insanların önyargılarını kırmaya yetmez, ama gerçekleri sorgulamaya girişmek de bazen tek bir cümleyle başlar. Nitekim filmde kasabada göçmenlere düşmanca davrananlar, dayanışma mutfağının ortadan kalkması için uğraşanlar yanlışlarına körü körüne tutunmazlar.
Yara ve ailesi Suriye’den yola çıkarken babalarını akıbetini bilmez bir biçimde geride bırakmak zorunda kalmışlardır. Onun bir cezaevinde olduğu haberi gelir önce ve yaşadığı için mutlu olur aile üyeleri. Fakat günler sonra zaten yaşam kırıntılarıyla ayakta durmaya çabalayan ailenin ocağına bir kara haber gelir. Yara ve ailesi babasının öldüğü haberini alırlar. Bu durum sonrasında bir yas evine dönüşen Yara’nın evinin kapısı komşularının getirdiği çiçeklerle bezenir. Hem de o güne kadar onlara düşmanca davranan komşularının da evlerinden çıkıp ellerinde çiçeklerle yüzlerinde hüzünle geldiği görülür. İşte o zaman o yas evi aynı zamanda umut evi olur. Yara’nın babasının binlerce kilometre ötede olmayan mezarı, bir madenci kulübesinin kapısında farklı milletlerden emekçi insanların dayanışmasının yeşeren umudunu temsil eder. İşte bu kucaklaşmadır insanı insan yapan.
Filmin sonunda Durham madencilerinin yürüyüşüne tanıklık ederiz. Bir ağaç figürünün bulunduğu, üzerinde İngilizce ve Arapça “Güç, Dayanışma, Direniş” yazan bir pankartı İngiltereli ve Suriyeli emekçiler birlikte taşıyarak yürürler. Yürüyüşte işçi sınıfının enternasyonal mücadelesine vurgu yapan başka pankartlar da taşınır. Paul Laverty filmle ilgili verdiği bir röportajda bu sahnenin kurgu olup olmadığı sorusuna şöyle yanıt verir: “Hayır, bu 130 küsur yıldır her yıl düzenlenen Durham madencilerinin yürüyüşüne dayanıyor. Geleneksel olarak madencilerin toplanıp Durham sokaklarında yürüdükleri bir gün olmuştur. … Bu uzun süredir devam eden bir gelenek, işçi sınıfının tüm Avrupa’daki en büyük buluşmalarından biri. Orada yüz binler var; Hollywood bile 100.000 kişilik yürüyüşler organize etmeyi başaramazdı. Ken ve benim sık sık katıldığımız bir gösteridir. Sendikalar her yıl orada toplanır. Gerçek gösterilerin arasında kurgusal karakterlerimiz ve dayanışma pankartımızla onlara katılmak için izin istedik. Bunların hepsi gerçekti. Filistin bayrağı oradaydı çünkü gerçekten de oradaydı. Bu, 7 Ekimdeki korkunç İsrail katliamından önceydi ve tabii ki ondan önce de (ve o zamandan beri) Filistinlilere yönelik pek çok katliam yaşandı.”[2]
“Umudunu Kaybetme”
Her ne kadar filmde Suriye’deki savaşın iç savaş düzeyinde olduğu vurgusunun dışına çıkılmasa da Suriye’de yürüyen savaş çok boyutlu bir emperyalist savaşın parçasıdır. Öte yandan film Suriye savaşı ile birlikte göçenlere ışık tutuyor olsa da dünya üzerinde çok sayıda ülkede çeşitli nedenlere bağlı olarak göçler artarak devam ediyor. Son olarak İsrail’in kanlı katliamı düşünüldüğünde halkların çektiği acıların dayanılmaz boyutlara ulaştığı ortada.
Bununla birlikte göçmenlerin yaşadığı dram sadece bulundukları ülkelerde tanık olduklarıyla sınırlı kalmıyor. Yazının başında belirtilen rakamlar göç yoluna düşenlerin nasıl can verdiklerini ortaya koyuyor ama “şanslı” olup da yaşamaya devam edebilenlerin çektikleri çileler rakamlarla da ortaya koyulamıyor. Büyük sıkıntılarla vardıkları ülkelerde her gün yeni bir bilinmezliğe uyanan göçmenler horlanıyor, aşağılanıyor. En izbe yerlerde en temel gereksinimlerinden yoksun yaşamaya mecbur bırakılıyorlar. Patronların ucuz işçi diye el ovuşturduğu göçmenler, kimsenin yapmak istemediği zor, zahmetli, tehlikeli işlerde çok ucuza çalışmak zorunda kalıyorlar. Çoğu kayıt dışı çalışan bu işçilerin can güvenlikleri yok. Göçmen kadınlar ikinci eş olarak satılıyor, tacize, tecavüze uğruyor ve tüm bunlara seslerini çıkartamadan acı içinde yaşıyorlar. Küçücük çocukların oyun yerine yaşam telaşına düştüğüne, üç kuruş kazanabilmek için toplu taşımalarda, sokaklarda en iyi ihtimalle acıma bakışlarına maruz kaldığına da bizzat tanıklık ediyoruz.
Hal böyleyken kapitalizmin emekçilere yaşattığı tüm sorunların yol açtığı büyüyen tepkinin hedefi göçmenler haline getirilmeye çalışılıyor. Amerika’da ve Avrupa’da ırkçılık ve göçmen karşıtlığı faşist örgütlenmeler, partiler tarafından kışkırtılıyor. Türkiye’de ise özellikle seçim dönemlerinde muhalefet “göndereceğiz” diyerek göçmen düşmanlığını körüklerken, iktidar da sıkıştığı ve okları başka yöne çevirmek istediği dönemlerde göçmenleri hedef tahtasına oturtuyor. Böylesi dönemlerde hangi partiye oy vermiş olursa olsun işçi ve emekçi kitlelerde “misafirlik bitti, geri dönsünler” algısı artmaya başlıyor. Oysa ortada Suriye diye yaşanılabilecek bir ülke kalmamış durumda. Ama bu gerçeklik algılanmıyor, tahayyül edilemiyor. 6 Şubat depremlerinin ardından yerle bir olan on ilimizin yaraları hâlâ sarılamıyorken bir de Suriye’yi düşünelim. Suriye de depremlerin ardından çok ciddi bir yıkım yaşadı. Üstelik savaşın yarattığı yıkımın üstüne gerçekleşti bu yıkım. Halkın yaşama tutunduğu sayılı bölgelerde taş üstünde taş kalmadı. Ne yiyecek, ne içme suyu, ne tarım arazisi, ne de kafalarını sokabilecekleri bir ev… Üstelik bu süreçte Suriye’nin yardım çığlıkları duymazdan gelindi ve dünyadan yeterli desteği göremedi. İnsanın temel yaşam ihtiyaçlarını karşılayamayacağı ortada olan bir yere göz göre göre dönmesi beklenebilir mi?
Hangi ülkede olursa olsun kapitalistlerin çıkarları uğruna yaşam alanları yok edilmiş emekçi kitleler yaşamak için göç ederler, etmek zorundadırlar. Sorunun kaynağı derinlerdedir, çözümü de kolay değildir. “Göç sorunu kapitalist sistemin yarattığı küresel bir sorundur. Öte yandan Türkiye’de göç sorununu daha büyük bir kriz haline getiren siyasi iktidar ve sermaye sınıfıdır. Hayat pahalılığının, enflasyonun, ağır çalışma koşullarının, düşük ücretlerin, işsizliğin sorumlusu mülteciler değil siyasi iktidardır. Bu gerçeğin üzerini örten tüm argümanlar kötü niyetlidir, hedef saptırmakta ve emekçileri aldatmaktadır.”[3]
Filme dönecek olursak, elbette filmde yaşananlar gerçekle kurgunun iç içe geçmesinden oluşuyor. Dolayısıyla filmin sonunda yaşanan kucaklaşma kurgudan ibaret gibi görülse de gerçek Bertolt Brecht’in Dayanışma şiirinin “kendileri konuşsalar halklar hemen dost olur” sözlerinde somutlanıyor. Irkçı hareketlerin yönlendirmesi, hükümetlerin kışkırtmalarıyla galeyana gelen kitleler gözü dönmüş biçimde göçmenlere saldırıya geçiyor, bu bir gerçek. Ya da bu baskı ve dışlanmışlığın bir sonucu olarak göçmen emekçiler de benzer biçimde şiddet eğilimi gösteriyor, bu da bir gerçek. Ama başka bir gerçek de alabora olmuş botların içinden çıkan göçmenleri emekçilerin evlerinden getirdikleri battaniyeleriyle karşılamasıdır. “Düşman botla değil limuzinle gelir” dövizini eylemlerde taşıyan emekçilerin “mülteciler kardeşimizdir” diye haykırmasıdır. Filistin halkından yana olan Yahudilerin “Filistin’e özgürlük” diyerek sokaklara çıkmasıdır. Gözaltılara, tutuklamalara rağmen savaşa hayır diyen öğrencilerin üniversitelerini terk etmemesidir. İşçilere kötü çalışma koşullarını dayatan patronlara karşı göçmen ve yerli işçilerin birlikte mücadele etmesidir.
İşte tüm bunlar gösteriyor ki dünya halklarının acı içinde kıvrandığı koşullarda tek bir gerçek insanlığı kurtuluşa ulaştırabilir, o da işçi sınıfının enternasyonal mücadelesidir. Dünya işçi sınıfı kendisine dayatılan utanç prangalarını kırıp atma cüretini gösterdiğinde tüm insanlık için kurtuluş yolu açılacaktır.
link: Başak Güler, “The Old Oak”: Düşmanı Görmek İçin Tepedekilere Bak, 24 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8294
Bilincimizdeki Ayna Nöronlar ve Görünmez Zincirlerimiz
Anaların Ağıtlarına Sansür