Geçenlerde birkaç genç arkadaşımla birlikte, mücadelenin sadece grev ve direnişlerden yahut sokaklarda eylem yapmaktan ibaret olmadığından, sınıf bilinci kazanmanın da sadece birtakım politik fikirleri bellemeye indirgenemeyeceğinden konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı ve kültürel açıdan kendimizi geliştirmenin önemine, bu bağlamda dinlediğimiz müzikten izlediğimiz filme kadar seçici olmanın gereğine geldi. Hangi müzikleri dinliyoruz, hangi filmleri izliyoruz derken bir soru sordum arkadaşlarıma, “Batı Yakasının Hikâyesi müzikalini izlediniz mi?” İzlemedik dediler hep birlikte. İzleyelim mi dedim birlikte, çok seviniriz dediler. Böylece film ve müzikal dünyasının kült örneklerinden olan, neredeyse tarihe geçmiş, film eleştirmenlerinin “ölmeden mutlaka izleyin” diye nasihat ettiği bu filmi beraberce izledik. Genç arkadaşlarımın hepsi de çok etkilendiler ve hiç de bekledikleri gibi “sıkıcı” bir film olmadığını, konusunun da çok çarpıcı olduğunu, hele bazı şarkılara bayıldıklarını söylediler. Ardından da film hakkındaki duygu ve düşüncelerini sordum, her biri kendince ifade etti. Amacım, bugünün işçi gençlerinin beğenisine pek de uymayan, 2 saat 33 dakikalık uzunca süresi ve müzikal olması sebebiyle gençleri sıkması yüksek ihtimal olan bu filmi izlerken neler hissettiklerini ve sonrasında filmin onlarda nasıl bir iz bıraktığını görmekti. Sizlere, onların bu müzikal film hakkındaki duygu ve düşüncelerinden bazı kesitler aktarmak istiyorum. Kim bilir, belki başka genç ve işçi arkadaşlarım da etkilenerek bu gerçek anlamda klasik hale gelmiş filmi izlemek isterler.
Öncelikle film hakkında biraz bilgi vereyim. Film, Arthur Laurents’in kitabından uyarlanmıştır. Arthur Laurents, Amerika’da meşhur McCarthy döneminde komünist faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla kara listeye alınmış bir yazar, oyuncu ve yönetmendir. “Batı Yakasının Hikâyesi” kadar bilinmese de “Bulunduğumuz Yol” ve “İp” adlı filmleri de ünlenmiştir ve yine McCarthy döneminin çelişkilerini anlatmaktadır. Laurents’in kitabı önce 1957 yılında müzikal olarak sahnelenmiş ardından da 1961’de filmi çekilmiştir. Kitabın müzikal ve film olarak sahnelenmesi fikri asıl olarak Jerome Robbins’e aittir. Zaten koreografileri düzenleyen ve filmi-müzikali yöneten de odur. Müzikleri de Leonard Bernstein yapmıştır.
Baştan söylemek gerekir ki, filmin-müzikalin ortaya çıkmasında rol alan bu üçlü, filmin başarısının ve klasikler arasına girmesinin de mimarlarıdırlar. Bir anlamda bu efsane üçlü bir araya gelerek bizlere unutulmaz bir film-müzikal hediye etmiştir. Tıpkı Laurents gibi çok yetenekli olan Jerome Robbins de döneminin muhalif sanatçılarındandır. Kendisi uzun yıllar boyunca klasik bale, sahne, film ve televizyonda çalışmış bir koreograf, yönetmen, dansçı ve tiyatro yapımcısıdır. En az “Batı Yakasının Hikâyesi” kadar meşhur olan “Damdaki Kemancı”nın da prodüksiyonunu yapmıştır. Üçlünün diğer üyesi olan Bernstein da onlarla dönemdaştır ve muhalif bir sanatçıdır. Kendisi ABD tarihinin en iyi kompozitör ve bestecilerinden kabul edilmektedir.
Filmin konusuna gelecek olursak, pek çok kaynakta filmden Romeo ve Juliet’in modern bir uyarlaması olarak bahsedilir ki bu benzetme büyük ölçüde doğrudur. Nasıl ki bu ölümsüz eserinde Shakespeare, Romeo ve Juliet’in imkânsız aşkları üzerinden burjuvaziyle aristokrasinin çatışmasını işlemişse, Laurents de Tony ve Maria’nın gerçekleşmesi zor aşkları temelinde New York’un kenar mahallelerinde beyaz Amerikalılarla Hispaniklerin çatışmasını ele almıştır. “Batı Yakası”, o dönemin New York’unun işçi mahallesidir aslında ve burada kendini Amerika’nın sahibi gören beyaz göçmenlerle (Polonya asıllıların oluşturduğu Jetler çetesi), sadece onlardan daha sonra geldikleri için dışlanan Porto Rikolu Köpekbalıkları çetesinin çatışmaları filmin konusunu oluşturmaktadır. Film; kendini ABD’nin sahibi olarak gören beyazların da aslında göçmen olduklarını, Amerikan işçi sınıfının ve ezilenlerinin nasıl beyaz-Hispanik temelinde bölünüp birbirine düşürüldüğünü, devleti temsil eden polislerin nasıl da bunu el altından körüklediğini ve sırf beyaz oldukları için Jetler’i kayırdıklarını, bu temelde beyaz ırkçılığının ABD’de ne denli köklü ve devlet destekli olduğunu, yoksulların ve ezilenlerin yaşamlarının ve çıkarlarının ne denli ortak olduğunu son derece çarpıcı bir hikâye üzerinden işlemektedir.
Genç arkadaşlarımdan biri şöyle ifade etti bu durumu: “Ortaya konan muhteşem danslarla insanı büyüleyen bu müzikal aslında aynı zamanda çok büyük bir dramı, toplumun ve dolayısıyla da gençlerin bilerek bir bataklığa sokulduğu bir dönemi anlatıyor. New York’taki bu iki çete arasında geçen olayların sebebi yaşadıkları mahallelere hâkim olma çabasıdır. Buna ek olarak bir de Amerikalı gençlerin göçmenlerden rahatsız olmalarını, onları orada istememelerini de ekleyebiliriz. Ne kadar da abes aslında, Porto Rikolu göçmenleri orada istemeyen gençler de Polonya asıllılar gerçekte. Yaratılan bataklığa uygun çeşitli ayrıştırıcı silahlar kullanmak gerek olduğunda, bunda bir beis görünmüyor. Zaten müzikaldeki polis amiri Schrank’ın Amerikalı Jetler çetesine bir sahnede ben de sizden yanayım demesi de bunu gösteriyor.” Gerçekten de tarih boyunca egemenlerin sıklıkla başvurduğu yöntemlerden birisi değil midir bu?
Filmin konusuna daha fazla girip müstakbel izleyiciler için büyüyü bozmayalım ve gençlerin bu filmi izleyince neler düşünüp hissettiklerine geçelim. Bir arkadaşım şöyle ifade etti kendini:
“Film gerçekten çok etkileyici. Açıkçası müzikal bir filmin bu kadar çarpıcı olabileceğini, toplumsal sorunlara, bireysel ilişkilere ve güncele dair bu kapsayıcılıkta olabileceğini hiç düşünmemiştim. Film konusu ve hikâyesi üzerine biraz bakma şansım olduğunda Romeo ve Juliet’in modern uyarlaması olduğunu fark ettim. Açıkçası Romeo ve Juliet’in hikâyesini hep salt bir aşk hikâyesi gibi biliyordum. Oyunun kitabını okumamış olmam, hakkında da pek araştırma yapmamış olmam bunu doğuruyor haliyle. İki hikâye arasındaki benzerlikler dışında filmin sistemsel eleştiri yapabiliyor olması, bu filmi göçmenlerle ilgili ırkçı ve ayrımcı gelişmelerin yaşandığı bir dönemde izlememiz bizim için gerçekten önemli ve değerli. Ayrıca Porto Rikoluların kendi aralarındaki müzikal atışma sahnesinde kadınların ve erkeklerin gözünden, işçi sınıfının gözünden, zenginlerin gözünden Amerika’nın görünümü eğlenceli ama hicivli bir şekilde işlenmiş. Her sınıf ve kesimin aynı ortam içinde nasıl var oldukları, onların algılayışlarını da etkiliyor. Aslında filmin belki en güzel yanı bunların hepsini söylemesi ama gözümüze sokmaması. Algısı açık olan herkesin biraz dikkatli ve özenli izlediğinde bir şeyler alabileceği bir filmken, algısı kapalı olan birisi için sanırım bol müzikli ve aşk hikâyeli bir film özelliği taşıyabilir. Daha önce bir film, dizi, kitaptan aldığımızla şimdi aldığımızın hep değiştiğini düşündüğümüzde, sanırım her izlediğimde ayrı şeyler katacak güzide bir eser oldu bu da… Neticede film bende çok güzel izler bıraktı. Film, tiyatro, kitap ve türlü sanat öğelerinin tarihiyle olan bağımızın kopması sanırım ’80 sonrası toplumda yaratılan kopuşun bu topraklarda etkilerinden en önemlilerinden birisi. Kendimizde de yıllarca hissettiğimiz, farkına vardıkça kapatmak için mücadele ettiğimiz bu eksiklik çevremize ve dünyaya baktığımızda hayretle nasıl böyle bir duyarsızlık, nasıl böyle bir bilgi kopuşu olduğunu gösteriyor sanırım. Kapitalizm türlü gereçleri ile insanları etkiliyor, oyalıyor günü ve günceli, bunun yanı sıra da tarihi bilinçlerden koparıyor. Ortaya çıkan tabloda da canı direkt olarak yanmayan, bilinci çarpıtılmış nesiller maalesef heba oluyor.”
Sizin de gördüğünüz gibi, kendi aramızdaki bir sohbetten iş nerelere geldi. Yukarıda alıntıladığım düşünceler, bu genç arkadaşımın filmden alabileceğini fazlasıyla aldığını gözler önüne seriyor kanımca. Ama devam edelim. Diğer bir arkadaşım da şunları söyledi:
“Film içinde geçen müzik parçalarının sözleri ve cümleleri oldukça anlaşılır ve yalın. Amerikan rüyasına kapılıp göçmen olarak ülkelerinden ayrılan gençlerin hayal kırıklıkları ve umutları müzikal sayesinde derinden hissediliyor. Dans sahnesi sonrasında Köpekbalıkları arasında geçen sahnede Maria dans esnasında «Amerika’dayız ve artık burada kadınlar dans etmekte özgür» derken göçmen kadınların aslında ne umutlarla geldiğini anlatıyor. Sonrasında geçen konuşmalarda ise bir yandan aradıklarını bulamadıklarını söylerken diğer yandan araba, telefon hayallerinden bahseden göçmenleri görüyoruz. Kadınlar geri dönmeye hiç sıcak bakmazken erkekler ise hayallerini gerçekleştirip Porto Riko’ya geri dönmek istiyor. Filmde göçmen kadınları çeşitli sahnelerde çalışırken, terzilik yaparken görüyoruz. Belki de bu yorum farkını sağlayan ana etmen budur. Devamında geçen sahnede ise Amerika hayalleri ve gerçekleri kadınlarla erkeklerin gözünden çok yalın ve içerden bir dille anlatılmaya devam ediyor. Kısacası en beğendiğim sahnelerden biri olan Amerika şarkısının söylendiği sahnede göçmen genç kadın ve erkeklerin gözünden Amerika anlatılıyor. Başka bir sahne daha var ki o da Amerikalı gençlerin gözünden polisi anlatan Krupke sahnesi… Ailelerinden şefkat ve ilgi görmediklerini, sürekli şiddet gördüklerini, işsiz ve serseri olduklarını gene esprili ve etkileyici bir şekilde anlatıyor sahne. Sahneye dâhil olan yargıcın gençler için «ahlâksız ve psikolojik olarak hasta bu çocuklar» demesi ve çete lideri Riff’in yargıca «ahlâksız değilim ahlâksızlaştırıldım» sözüyle cevap vermesi, toplumsal ahlâk ne demek sorusunu bizlerin kafasında oluşturuyor. İşsizlik, ekonomik problemler, kapitalizmin yok ettiği aile ilişkileri ve ortaya çıkan Amerikan gençliği. «İyi değiliz, çünkü dünyaya faydamız yok» diyerek biten müzikal bölümü gençlerin içinde bulunduğu acı durumu da özetliyor. Sahne bitimi ardından teğmenin Jetlere verdiği öğütler ise düzenin koruyucularının tavrının aradan yıllar geçse de değişmediğini, düşmanlaştırma ve yabancılaştırmanın asıl kimlerin işine geldiğini anlatmaya çalışıyor. Yıllardır izlediğimiz kurtarıcı Amerikan asker ve polislerinin en azından bu filmde olmaması oh be dedirtmiyor değil. (…) Bugünün gençleri için bilinmeyen bu hikâye artık bizim için bilinir oldu. Amerikan rüyası işçi ve emekçilerin gençlerinin rüyası olmadı ve günümüzde de olmuyor. Filmin son sahnesinde Hispanik ve beyaz Amerikalı gençlerin Tony’nin cesedini birlikte omuzlamaları ise her ne kadar film bitmiş olsa da başka bir başlangıcın ve ihtimalin gerekliliğini anlatıyor. Bu ihtimal günümüzde, bizlerde yaşamaya devam ediyor. Egemenlerin yalanlarına kanmayıp başka bir düzen kurmanın mümkün olduğu ihtimali yaşamaya devam ediyor.”
Uzun lafın kısası, Batı Yakasının Hikâyesi bizler için çok tanıdık ve eskimeyen bir hikâyedir aslında. Yine genç arkadaşlarımdan birinin özetlediği gibi “birbirinden güzel dansları ile muhteşem seyir zevki veren bu güzel müzikal (film) verdiği keyif kadar çıkarttırdığı anlamlı dersler ve biraz dikkatlice izleyince sunduğu çarpıcı gerçeklikler ve daha birçok yönü ile izlenilmesi, üzerine konuşulması gereken bir müzikaldir”. Yaşadığımız dönemde ülkemizde de egemenler içinde bulundukları açmazdan kurtulmak için bu tür ayrılıkları körüklüyor, işçi ve emekçileri suni kutuplaştırmalarla, provokasyonlarla bölüp ayrıştırarak birbirine düşürmeye ve böylece iktidarlarının ömrünü uzatmaya çalışıyorlar. Eğer onların bu kirli oyunlarına kanarsak bizim de sonumuz filmdeki gibi acı olacaktır. Genç arkadaşımın dediği gibi, “İnsanlar böylesi ayrımcılıklara genelde sessiz kalıyorlar maalesef. Ama bu sessizliklerinin çoğunlukla öyle düşündükleri için değil de egemenler öyle empoze ettiği için olduğunu düşünüyorum. İnsanların gözlerini açıp yaşanan haksızlıklara karşı çıkmaması için bilerek yapılıyor tüm bu ayrıştırma, birbirine düşürme, aşkı yasaklama…”
İşte böyle genç arkadaşlar. Film deyip geçmeyin. İyi seçilmiş bir film bize yeni ufuklar açabilir, gözümüzdeki bir perdeyi kaldırabilir. Hepinize düzenin verdikleriyle yetinmeyeceğiniz, sorgulayıcı, araştırmacı ve meraklı olacağınız, kültürel birikiminizi arttırmak için çaba sarf edeceğiniz ve öğrendiklerinizi sınıfınızın mücadelesi uğruna kullanacağınız günler dilerim.
link: İstanbul/Avcılar’dan bir MT okuru, Batı Yakasının Eskimeyen Hikâyesi, 21 Ağustos 2021, https://marksist.net/node/7436
İran’da Büyüyen Öfke Rejimi Hedef Alıyor
Şemdinli’deki Orman Yangını Ne Anlatıyor?