Türkiye’nin en demokratik döneminin yaşandığını çeşitli vesilelerle vurgulayan Erdoğan, bunu söylerken ağzından çıkan her bir cümleyle aslında ortada demokrasi olmadığını, tek adam rejimi olduğunu kanıtlamış oluyor. İktidara geldiği yıldan beri uzun uzun konuşmaktan kendini alamayan Erdoğan, bugün de her fırsatta kürsüde yerini alıyor ve başlıyor konuşmaya! Uluslararası arenada mazlumların sözcüsü rolüne soyunurken, iç siyasette “güçlü devlet”, “muasır medeniyetler seviyesine yükselecek bir Türkiye” söylemlerini döne dolaşa tekrarlıyor.
Kısa bir süre önce Erdoğan’ın katılımıyla, Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi gerçekleştirildi. Bu toplantıda yaptığı konuşma dikkat çekiciydi. Erdoğan, İstanbul için sarf ettiği “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” cümlesiyle “şaşırttı”. Akabinde yaptığı konuşmada şehirleşme konusunda ciddi sorunların, eksikliklerin ve hatalarının olduğunu söyleyen Erdoğan, İstanbul’un estetik olmayan taş yığınlarının yaygınlık kazandığı bir şehre dönüşmesinden üzüntü duyduğunu ifade etti. Onun bu ifadeleri, havuz medyası tarafından adeta mutluluk gözyaşları ile karşılanarak “tevazu”, “tarihin özeleştirisi” olarak nitelendirildi. Öyle ya koskoca dünya lideri kalkmış, “ben de suçluyum” diye kendini ortaya koyuyor! Ama biz “Başkan baba”nın ağzından çıkan cümleyi şu şekilde duyuyoruz: “Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, etmeye de devam edeceğiz, ben de bundan sorumluyum.” Böyle duyuyoruz çünkü Erdoğan’ın sözleri tamamıyla samimiyetsizliğin ve riyakârlığın ifadesidir. Çünkü İstanbul’a ihanet hâlihazırdaki projelerle devam etmektedir ve yeni projeler de yoldadır.
Bilindiği gibi kentsel dönüşüm adı altında başta TOKİ olmak üzere, çeşitli sermaye gruplarının eline teslim edilen İstanbul, dün olduğu gibi bugün de rant kapışmasının merkezi durumunda. Kendisini İstanbul aşığı olarak ifade eden Erdoğan ise “İnsanı ve tabiatı merkeze almayan hiçbir projenin ne kadar albenili olursa olsun benim gözümde hiçbir değeri yoktur” diyor ve maddi kaygılara kapılmamak gerektiğini söylüyor. Ankara’nın en güzel yerlerinden birine dikilen devasa sarayın gösteriş ve şatafat temelinde yapıldığını unutursak, şu an Marmaris’te yapılmakta olan yazlık sarayı hesaba katmazsak, Uzungöl’ü, Ayder Yaylasını, Hasankeyf’i, Gülpınar’ı, Akkuyu’yu... yani yeşil alanların tümüyle yok edilmesini, tarihi yapıların sözde restorasyon adıyla tahrip edilmesini saymazsak, yani gözümüzü körleştirirsek, AKP hükümetinin hayata geçirdiği ve geçirmekte olduğu projelerin insanı ve tabiatı merkeze aldığına inanabiliriz!
Erdoğan’ın bu şekilde konuşması kimileri için alkış tutulası olsa da aslında itiraf mahiyetindeki bu sözler kesinlikle tesadüfî değildir ve belli amaca yöneliktir. İçeriye dönük ekonomik ve siyasi yaptırımları rahatça hayata geçirebilmenin zeminini döşemeye çalışan iktidar, bunu yaparken daha öncekilerden farklı olarak “bizim de hatalarımız var” benzeri şaşırtmalarla taktik yapıyor, düzeltilebilecek ufak tefek hataları olabileceğini söylüyor. “Ben de sizin gibi düşünüyorum ama...” türevi konuşmalarla “Milletin adamı” imajıyla yeni yapacağı icraatlar için sempati ve güven kazanmaya çalışıyor. Fakat Erdoğan gibi liderlerin yanardöner olduğunu, bugün bir söz söyleyip, yarın aynı konuda tam aksini iddia edebileceğini biliyoruz. Nitekim “İstanbul’a ihanet ettik...” sözlerinin üzerinden çok geçmeden, Fatih Belediyesi Kültürel Mirası İhya Restorasyon Projeleri Tanıtım Programı’nda konuşan Erdoğan; “Onlar yıktı biz ise inşa ediyoruz, ihya ediyoruz. O yıkan zihniyet hangi zihniyetti? Malum CHP zihniyetiydi. Onlar az önce izlediğiniz o güzelim eserleri yeri geldi ahır olarak kullandılar. Yıktılar onunla iftihar ettiler. Biz ise inşa ve ihya ediyor ve bugünün nesline diyoruz ki «Bak senin deden işte böyleydi. Bunları yaptı. İşte size bıraktı. Ama birileri de geldi bunları yıktı»” diyerek bir anda eleştiri oklarının yönünü değiştiriverdi.
Erdoğan’ın adalet arayışı
Erdoğan’ın konuşmalarında dikkat çeken başka bir husus da isyankâr bir edayla sarf ettiği “adaletin bu mu dünya!” minvalindeki sözleridir. Gerek D8 Zirvesinde gerek TRT World Forum’da yaptığı konuşmalar adeta melodramvari bir şov niteliğinde. Dış siyasette bir oraya bir buraya yalpalanan iktidar, özellikle ABD ile gerilimin artmasıyla birlikte dünyada adaleti ve demokrasiyi sorgular oldu.
“Bu dünyada yaşamak bizim için bir zul. 7’den 70’e masum, mağdur insanların üzerine varil bombalarının indirildiği bir dünyada yaşamak, bizim için zuldür. Böyle bir dünyada yaşayıp da ne yapacaksınız?” Bakın siz şu işe! Ortadoğu’da paydaşlardan biri olmak için canhıraş çalışan, “bir gece ansızın vurabiliriz” tehditleri savuran, silahlanmaya hız verenler, o 7’den 70’e masum insanların katledilmesiyle hiç alâkaları yokmuş gibi, “bu dünyada yaşamak bir zul” diyebiliyorlar. Burnunun dibinde yüzlerce masum ölürken, hapishaneler masum insanlarla dolup taşarken, masum insanlar evsiz kalırken, aç kalırken son derece demokratik ve adil olduğunu iddia eden Erdoğan söylüyor bunları... Bununla da yetinmiyor bu dünyanın adil olmadığını ifade ederek “Özellikle ekonomik noktada güçlü olanın «haklı» olarak takdim edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Haklı olanın güçlü olduğu değil, güçlü olanın haklı olduğu bir dünya. Böyle bir dünyayı kabullenmek mümkün değildir” diyor. Müslümanların sözde hamisi, görüldüğü gibi adeta kapitalist sisteme kafa tutuyor!
Kapitalist sistemin adaletsizliğine sözde isyan eden bir liderin emperyalizm konusunda ne düşündüğünü de tahmin etmek zor değil! En son İslam İşbirliği Teşkilatı Kadın Danışma Konseyi Genç Kadınlar Liderlik ve Girişimcilik Programı Sertifika Töreninde yaptığı konuşmada Erdoğan; Türkiye’nin mücadelesinin ezilenlerin mücadelesi olduğunu, hatta özünde anti-emperyalist bir mücadele olduğunu belirtti. Kavga ve çatışma istemediklerini, sadece adalet istediklerini söyledi. Hemen hemen her fırsatta, Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili benzer mesajlar veriliyor. Sanki Türkiye uslu durmak istiyor ama büyük ağabeylerinin zoru ve kışkırtmasıyla oyuna dâhil olmak zorunda kalıyor ve onların mızıkçılığından ötürü de kavga çıkıyor! Erdoğan’ın adaletsiz dediği olay aslında, emperyalizm oyununda oyun kurucu olamamasında yatıyor. Ortadoğu’da istediği hamleleri yapamaması, yaptığı politikaların boşa düşmesi sinirlerini bozuyor ve hâl böyle olunca da “bana ne bana ne” diye mızmızlanmaya başlıyor.
Hatırlarsak Erdoğan 2014’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Dünya beşten büyüktür” diye bir çıkış yapmıştı. O günden beri her konuşmasında kullandığı bu spot cümle ile aslında yukarıda belirttiğimiz adalet derdinin dermanına işaret ediyor. Şöyle diyor: “Beş daimi üye. Bütün dünya bu beş daimi üyenin iki dudağının arasında. Onlar ne derse o. Fakat çok ciddi de bir aldatmaca var. Nedir o aldatmaca? 15 tane de geçici üye koymuşlar, o 15 tane geçici üyelik için de bütün ülkeler yarışıyor. Ben oradan geçici üyelik kaparsam ne olur diye. Hiçbir şey olmaz. Biz de bir kere kaptık, ne oldu? Orada bir yaptırımın var mı? Yok. Sadece Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde sen de geçici üyesin. Aslolan beş tane daimi üye. Ben diyorum ki artık bunun değişmesi lazım. 196 devlet Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bunun mücadelesini vermesi lazım. Demesi lazım ki, buradaki beş tane daimi üyenin hakkı ne ise aynı hakka ben de sahip olmak istiyorum. 20 üye mi olacak, 20 üye olsun. Dönemli olarak iki yılda bir her birine bir sıra gelsin. Hiç olmazsa dünyadaki tüm ülkeler, ben de dünyanın kaderinde söz sahibi oldum, rol sahibi oldum desin. Dünyanın buna geçmesi lazım. Eğer demokratsak, eğer gerçekten adil bir dünyayı tesis edeceksek, kuracaksak buna ihtiyacımız var. ”
Dünyanın beşten büyük olduğu kafalara iyice kazındı da, sorulacak olsa “Beşten büyük de kaçtır meselâ?” diye, verilecek cevap özünde; “İçinde ben de olacaksam 6 olsa kâfidir” şeklinde okunabilir. Çünkü mesele dünya ezilenlerinin maruz kaldığı yoksulluk, savaş, eziyet, acı değildir aslında. Timsah gözyaşlarıyla dillerinden düşürmedikleri Müslüman halklar da değildir. Gerçek mesele, yani adalet adı altında yaygarası kopan şey, zalimin zulmünden öte bu zulüm düzeninden kimin daha fazla nemalanacağıdır. Erdoğan çıkmış, kapitalizmin, çıkarları garanti altına alınmış bir avuç mutlu azınlık dışında kimseyi tatmin etmediğini söylüyor. Sanki sınıflar üstü bir pozisyondaymış gibi konuşuyor. Hâlbuki kendisi kapitalist sınıfın temsilcisidir. Hoşnutsuzluğu da emperyalist hiyerarşinin basamaklarında istediği gibi yükselememesindendir. Özellikle ABD’nin kendisinden hoşnutsuz olduğunun ve buna yönelik politikalarının farkında olmasındandır. Yoksa uygulamalarından da anlaşıldığı gibi kendisinin demokrasi ve adaletle pek işi yoktur.
Alman faşizminin temsilcisi Hitler şöyle der: “Propagandanın görevi, kişiyi ilmî olarak bilgi sahibi yapmak değildir. Onun görevi kitlelerin dikkatini belli olaylar, şartlar ve benzeri objeler üzerine çekmektir.” İşte bugün de tanık olduğumuz budur. Totaliter rejim kurumsallaşırken, bir taraftan da kitlelerin bilinci tek adama endekslenmeye çalışılıyor. Bunun için de Erdoğan her türlü demagojiyi yapıyor, sözüm ona hatasını da söylüyor, yaptığı külhanbeyliğini de... Kısacası gerek iç siyasette gerekse de emperyalist dünya arenasında, hacıyatmaz gibi bir o tarafa bir bu tarafa kaykılıyor ama ille de ayakta duracağım diyor. Yani her ne kadar “Biz makam koltuk sevdasında değiliz” dese de, o koltuğu kolayına terk etmeyeceği aşikârdır.
link: Başak Güler, Bu Neyin “İkrarı”, Neyin İsyanı?, 22 Kasım 2017, https://marksist.net/node/6067
Ahmet Yıldız Bu Ortalamaya Girer mi?
O Sensin!