“Yaşamak için çalışmak zorundaysak, savaşmadan ölmeyeceğiz” şiarını ilk defa 1831’de bayraklarına kazıyan Lyonlu dokuma işçileri, yaşam koşullarının iyileşmesinin nihai kurtuluşlarının yoluna nasıl kopmaz bağlarla bağlandığını mücadeleleri sonucu öğrenmişlerdi. Bugün yaşadığımız topraklar üzerinde, işçi sınıfının yaşam koşullarını daha da ağırlaştıran burjuvazinin ekonomik ve siyasal saldırılarına anlamlı bir karşı koyuş içerisinde olduğunu söyleyebilmek, yaşadığımız dönemin gerçekliğine uygun düşmüyor. Bugün için bu durumda olan Türkiye işçi sınıfı, bu topraklar üzerinde burjuva cumhuriyetin kuruluşundan çok önceye dayanan yıllarda grev, direniş gibi birçok işçi eylemi deneyimlerini yaşadı. İşçi sınıfının sayısız bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadelelerde edindiği birikimi bertaraf etmek isteyen burjuvazi, kendi sınıfsal iktidarına yerleştiği günden beri, egemenliğini ortadan kaldırma potansiyeline sahip işçi sınıfının örgütlülüğünü yok etmek için “yasal ya da yasadışı” her türlü aracı kullanmaktan geri durmamıştır, durmuyor da. Bu topraklarda siyasal erki elinde tutan burjuva devleti, kurulduğu günden bu yana, burjuva demokrasisi çerçevesinin sınırlarını aşmayan istemlerle yapılan eylemlere dahi pervasızca saldırmıştır. Ancak despotik devlet geleneğinden de kaynaklanan şiddetle bastırma uygulamalarına karşın, bu topraklardaki işçi sınıfı da ezenlerin karşısında tıpkı Lyonlu işçi kardeşleri gibi, ürettikleri zenginliklere el koyanlara karşı bir sınıf olma bilinciyle mücadele ederek kurtulabileceklerinin bilincine varmışlardır ve yürüttükleri mücadelelerle sendikal örgütlenme hakkı başta olmak üzere birçok hak elde etmeyi de başarmışlardır.
Burjuvazinin sistematik saldırıları sonucu tarihsel hafızasını yitirmiş, geçmişiyle bağları kopmuş durumda olan işçi sınıfı hareketini kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yeniden canlandırmak için, yaşanan deneyimleri Marksizmin ışığında yeniden süzgeçten geçirmek, işçi sınıfının deneyim hanesine, bilincine kazımak büyük önem taşıyor. Zonguldak maden işçilerinin 1991’de gerçekleştirdikleri “Büyük Yürüyüş”, bu bağlamda, gelişimi ve sonuçları itibarıyla yeniden hatırlanması gereken işçi eylemlerinden biridir.
Türkiye burjuvazisi, 70’li yılların sonuna kadar devrimci bir dalganın etkisi altında olan işçi sınıfının örgütlülüğünü tasfiye etmek için hazırlıklarına giriştiği darbeyi 1980 yılının 12 Eylül’ünde gerçekleştirmiş ve bu darbeyle o güne kadar sınıf mücadelesinin en ön saflarında yer alan öncü işçilere ve devrimcilere yönelik yaptığı tasfiye hareketi meyvelerini vermiştir: devrimcilerle işçi sınıfı arasında var olan bağları koparmıştır. O güne kadar işçi sınıfının birçok mücadele sonucu elde ettiği deneyimlerin bugüne taşınamamasının, aktarılamamasının temelinde bu gerçeklik yatıyor. O tarihten bu yana bir gericilik döneminin içinden geçen işçi hareketi, arada geçen zaman boyunca birçok işçi eylemi gerçekleştirmiş olmasına karşın, devrimci Marksist siyasal önderliğin de olmadığı şartlarda, süregitmekte olan durumu tersine çevirecek iradeden yoksun kaldı. Bu eksiklik, 80’den günümüze sınıf mücadelesi arenasında gerçekleşen kimi deneyimlerden doğru temellerde ders çıkarılamayışının ve işçi sınıfına aktarılamamasının nedenidir de.
Zonguldak Maden Havzasında İşçi Sınıfının Mücadele Tarihinden Kesitler
Zonguldak Maden Havzası, üzerinde kömür üretiminin başladığı 1848 yılından günümüze kadar geçen 156 yıllık sürede, iş ve yaşam koşullarının düzeltilmesi için mücadele eden madencilerin nice eylemine ev sahipliği yapmıştır. Havzadaki ilk eylem kapitalist cumhuriyetin kurulmasından önceye, 1908’e dayanır. Bu tarihte bir Fransız şirketine bağlı olarak işletilen madenlerde çalışan işçiler, kendileri için kurulan dispanserin masraflarının işveren tarafından karşılanması talebiyle grev yaparlar. Bu ilk direniş, taleplerinin kabul edilmesiyle neticelenir. O günlerde grev kelimesinin literatüre henüz girmemiş olması nedeniyle haberi yayınlayan gazeteler, “terk-i eşgal (iş bırakma)”in salgın hastalık haline geldiğini ve ülkenin iktisadî durumunu etkilediğini yazarlar.
Kömür üretiminin başlangıç tarihinden 1960 yılına kadar bölgede yaşayan işçilere madenlerde çalışma zorunluluğu (mükellefiyet dönemi) uygulaması devam etti. 1965’e gelinceye kadar havzada iş koşullarının düzeltilmesi için birçok eylem gerçekleşmiştir. 1965 Martında Kozlu’da büyük bir direniş patlak verdi. İki işçinin yaşamını yitirdiği eylem, sendika yönetiminin uzlaşmacı tutumu nedeniyle yenilgiyle sonuçlandı.
13 Haziran 1969’da bu defa Alpagut’ta çalışan işçiler, aylardır ödenmeyen ücretlerinin ödenmemesi üzerine maden ocaklarını işgal ettiler. 35 gün devam eden direnişlerinin sonunda taleplerini kabul ettirmeyi başardılar.
1980’li yılların başından itibaren maden ocakları, sermayenin değişen ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenerek küçültülmek ya da kapatılmak istendi. Aynı tarihlerde Thatcherizm olarak anılan neoliberal politikalar tüm kapitalist ülkelerde uygulamaya konulmaya başlanmış ve bugüne dek uzanan muazzam bir özelleştirme dalgası yaratılmıştı. Yine bu yıllarda İngiltere’de de maden ocakları kapatılmaya başlanmış ve İngiliz işçi sınıfı hükümeti yerinden edecek büyük bir grev dalgası başlatmıştı.
Kilimli bacaağzının kapatılarak burada çalışan işçilerin Karadon bölgesine çekilmeye çalışılması kapatmalar yönünde atılan ilk adım oldu. Önce üretim düşürülerek işletme sürekli zarar eden bir kurum olarak gösterilmeye çalışıldı. Kilimli Maden Ocağını kapatma hazırlıkları yoğunlaştırıldı. Özelleştirmeye bu tarihlerde hız veren burjuva devlet, bu yöntemi bugün de özelleştirmeyi hedeflediği işletmelere uygulamaktadır.
KİT’lerin hızla özelleştirildiği bu dönemde Zonguldak madenlerinin de özelleştirilmesi hedefi, zengin bir mücadele birikimine sahip maden işçilerinin engeline takıldı. Bu engeli aşabilmek için tekelci devletin 1988 yılını beklemesi gerekecekti.
18 Ağustos 1988’de dini bayram arifesinde ocaktan çıkan işçiler, temiz elbiselerinin bulunduğu dolapların soyunma yerlerinden alındığını fark ettiler. Dolaplar kamyonlarla alelacele Karadon’a taşınmıştı. Ama bayram hazırlıklarının derdinde olan işçiler bu duruma tepki koyamamışlardı. Bundan sonra, buradaki işçiler Karadon kuyusundan girip Kilimli bölümünde çalışmaya bir süre devam ettiler. Çok zaman geçmeden Kilimli ile birlikte İhsaniye, Çaydamar ve Dilaver ocakları da aynı gerekçelerle tamamen kapatıldı. Ocakların kapatılmak istenmesi, buradaki kömür damarlarının tükenmiş olmasından kaynaklanmıyordu, asıl neden yukarda da vurgulandığı gibi Türk burjuvazisinin izlediği ekonomik politikaydı.
Büyük Grev Başlıyor
1990 yılı, kamu kesimi toplu iş sözleşmelerini imzalanacağı yıldı. Türk-İş’in yılın ilk yarısında imzaladığı sözleşmeler işçileri hiç tatmin etmemişti. Maden işçilerinin de aralarında bulunduğu diğer bir grup sektördeki işçilerin sözleşmeleri ise yılın ikinci yarısında imzalanacaktı. Toplusözleşme dönemleri gelen sendikaların (Petrol-İş, Genel Maden-İş, Teksif, Selüloz-İş ve Hava-İş) başkanlarından oluşturulan bir alt komisyon, Temmuz sonundan itibaren toplantılarına başlamıştı. Ekim sonuna kadar birkaç toplantı gerçekleştiren komisyon, Türk-İş yönetiminin baskıları ve hükümetin uzlaşmaz görüntüsü karşısında net bir karara varamamıştı. Sendikaların telaffuz ettikleri ücret rakamlarına (aylık ücretin net 2,5 milyon TL, yevmiyenin asgari 85 bin, azami 95 bin TL olması) hükümet “mümkün değil” diyerek yaklaşıyordu.
Nihayetinde toplanan Genel Maden-İş kurultayında, daha fazla beklemenin anlamsız olduğu, hükümete eylemli bir tepki vermenin gerektiği sonucuna varılarak, maden işçilerinin 30 Kasımda greve çıkmaları kararı alındı. Kurultayda sorunun sadece maden işçisinin değil, onun sayesinde yaşayan tüm Zonguldak’ın sorunu olduğu vurgulandı. Ayrıca mesele ücret meselesi olmakla sınırlı kalmayıp, maden ocaklarının kapatılması, küçültülmesi ve özelleştirilmek istenmesine de “hayır” demeye genişletilmişti.[1]
Zonguldak işçisi pek çok direniş ve iş bırakma eylemi gerçekleştirmişti. Ama iş grev aşamasına geldiğinde, sendikayla ve hükümet bir şekilde anlaşmış ve grev atlatılmıştı. Fakat bu sefer işler değişmeye başlıyordu. İşçilerin sorunlarına ortak bir şekilde sahip çıkmaları, sendikalarına kitlesel bir baskıda bulunmaları ve kararlılık sergilemeleri sonucunda, Zonguldak madencisi ilk kez bir grev yaşayacaktı. Bu heyecanı yaşayan yalnızca madenciler değil, onlara sonuna kadar desteğini esirgemeyen tüm Zonguldak halkıydı.
Bu arada hükümet sürekli olarak, kömür ocaklarının işçilerin taleplerini karşılayacak kadar kâr etmediğini, bunların özelleştirilmeleri gerektiğini propaganda ediyordu. İşçilerin aldıkları grev kararına karşılık, 4 Aralıkta başlamak üzere lokavt kararı alınmıştı. Grev başlamadan birkaç gün önce, Zonguldak’a jandarma, komando ve çevik kuvvet yığılmaya başlandı.
30 Kasım sabahı ilk grev pankartı Gelik işletmesine asılacaktı. Bu heyecanlı an yaşanırken, Türk-İş’in pek çok sendika genel başkanı da işçilerle birlikte Gelik’teydi. Fakat Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz, bu tarihi grevin açılışında yoktu. İşçilerin tam desteğini alan Denizer, “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık. Grevimiz tarihin en büyük grevlerinden biridir. Biz üretmiyoruz. Türkiye işçi sınıfı da üretmesin” diye sesleniyor ve genel grev çağrısında bulunuyordu.
Diğer ocaklara da grev pankartları asılmıştı. Denizer, yaptığı konuşmanın ardından işçilere evlerine gitmelerini ve kendisinden haber beklemelerini söylemişti. Ne var ki bir süre sonra sendika genel merkezinin önü, hiç de beklenmedik bir kalabalığın sloganlarıyla inlemeye başladı. Denizer, ocaklardan aileleriyle birlikte akın akın gelen işçilere bir konuşma yapmak zorunda kalacaktı.
Grevin üçüncü gününde binlerce işçinin katıldığı yürüyüşler artık düzenli hale gelmişti. Polisin yürüyüşleri engelleme çabaları boşa çıkıyordu. Ayrıca greve uluslararası işçi sınıfından da destek geliyordu. Güney Afrika da dahil olmak üzere çeşitli ülkelerin kömür ve liman işçileri greve destek vererek, Türkiye’ye gelecek kömürlerin yükleme işlemlerini durdurdular.
Dördüncü güne gelindiğinde, esnaf kepenk indirmiş, belediye işçileri madencilerle omuz omuza vermiş ve sokaklardaki kalabalık 70 bin kişiye ulaşmıştı. Grev başladığı sırada, Türkiye’nin gündeminde Körfez krizi ve TC’nin olası bir savaşa girip girmeme tartışmaları da vardı. Hükümet grevi ertelemek için, savaş bahanesini de yükseltiyordu. İşçiler, yürüyüşlerde savaş karşıtı sloganlar atıyorlardı.
Grev üçüncü haftasına girdiğinde etkisi çevre illere de yayılmış, buradaki işçi kardeşlerinden destek akmaya başlamıştı. Şehir merkezinde düzenlenen mitingler, Zonguldak halkının bilincinde çok olumlu etkiler bırakmıştı. Öyle ki, Zonguldaklılar en sıradan duygularını dahi sloganlaştırarak ifade etmeye başlamışlardı.[2]Eylemler istenen sonucu vermeyince, sendikaların bastırması sonucu, Türk-İş 20 Aralıkta yaptığı başkanlar kurulu toplantısında 3 Ocakta Türkiye çapında bir günlük “Genel Greve” gitme kararı aldı. 4 Ocakta ise Ankara yürüyüşüne başlanacaktı.
“Genel grev” kararının alınmasının ardından hükümet, Bakanlar Kurulundan tehdit genelgeleri çıkardı. Genel grevin yasalara aykırı olduğu, o gün işe gelmeyenler hakkında soruşturma başlatılacağı ve işten atılacakları duyuruldu. Bu arada süren görüşmelerden de sonuç alınamamıştı. Hükümet sürekli çelişkili rakamlar açıklıyordu. Yevmiye ücretini 64 bin TL’nin üzerine çıkarmıyordu.
3 Ocakta Türkiye çapında işçiler iş bırakırken, Zonguldak madencileri Ankara’ya yürümenin hazırlıklarını yapıyorlardı. Hükümetse her türlü yolu deneyerek Denizer’i yürüyüşü ve grevi durdurmaya ikna etmeye çalışıyordu. Nitekim son gece yapılan ikna konuşmalarının ardından Denizer çark etmeye girişiminde bulundu. Ama işçinin kendilerini linç etmesinden duydukları korku, sendikacıların bu geri adımı atmalarına engel oldu. Sokaklara dökülen madenciyi istediğini almadan madene sokmak hiç de kolay değildi.
Sabahın erken saatleriyle birlikte çevre ilçe ve köylerden gelen madencilerle Zonguldak işgal edilmiş bir şehir görünümündeydi. Grevi yönetmek üzere işçiler tarafından bir grev komitesi oluşturuldu. Yürüyüş saat 10’da başladı. Grev kararı alınıncaya dek, sendika yöneticileri işçilerin eylemlerini hep geriden takip etmiş, eylemin sonunda da sahneye çıkıp eylemi kendilerinin öncülüğünde gerçekleşmiş gibi yansıtmaya çalışmışlardı. Aynı tutumlarını Ankara eylemi boyunca da gösterdiler. Sendika yönetimi yürüyüş için 1000 otobüs tuttuğunu açıklamıştı, ama polisin engellemeleri nedeniyle hiçbiri işçilere ulaştırılamamıştı. Plana göre Ankara’ya otobüslerle gidilmesi gerekirken, bu engel işçilerin yürüyerek yola çıkmalarına yol açtı.
İşçi Yürüyor Baştan
Bir türlü korteji harekete geçirmeyen sendikayı, onbinlerce işçi, ellerindeki yolluklarını havaya kaldırarak “ölmek var, dönmek yok”, “yolumuz Ankara, hedefimiz Çankaya” sloganlarıyla harekete geçmeye zorladı. Grev komitesinin aldığı karara göre, yürüyüş disiplini gereği her ocağın işçisi kendi kortejinde yürüyecekti. Böylece istihbaratı alınan 500 MİT görevlisinin sızmasına engel olunmak isteniyordu.
Sadece göz boyamak için protokol kortejinde yerlerini alan ve işçilerle hiçbir ortak sınıfsal çıkarları olmayan burjuva parti temsilcileri, sendika bürokratları; işçilerin büyük bir coşku, kararlılık ve düzenle sürdürdükleri yürüyüşe ayak uyduramayarak kendi araçlarına biniyorlardı.
Yürüyüş kolunun geçtiği yerleşim yerlerinde yaşayan emekçiler, yürüyüşçülere yiyecek, içecek ve alkışlarıyla moral destekte bulunuyordu. Kortejdeki kadın işçilerin rahat yürüyebilmeleri için, terlik ve ayakkabı ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi sınıf dayanışmasının bütün güzellikleri bu yürüyüşte sergilenmiştir.
Bu arada sınıf düşmanı, işçilerin bu eylemlerini kırmak için elinden geleni yapıyor, sendika yöneticileriyle bir yandan görüşmeleri yürütürken, bir yandan da yollar üzerine barikatlar kurduruyordu. Yürüyüş güzergâhı üzerindeki ilk barikatla Devrek yolu üzerinde karşılaştılar işçiler. Ancak bu barikat 80 bin işçiyi durdurabilecek bir barikat değildi. İşçiler bu barikatı zorlanmadan aştılar. Devrek’e varan işçileri Devrekliler büyük bir konukseverlilikle karşıladılar ve gece boyunca dışarda bir işçi bile kalmayacak şekilde ağırladılar.
5 Ocak sabahı kortej yeniden oluşturularak yürüyüşe geçildi. O yıllarda başbakan olan Yıldırım Akbulut’un isteği üzerine, Genel-Maden İş Sendikasının Genel Başkanı Şemsi Denizer, Devrek çıkışında işçilerden habersizce ayrılarak kendi özel aracıyla Bolu’ya gitti.
Devrek’ten sonra kortejdeki işçilerin sayısı yeni katılımlarla birlikte 100 bini aşmıştı. Nicel artışına coşkusunun da eşlik ettiği kortej, Dorukan Tüneli girişinde ordu birliklerinin büyük bir barikat kurduğu haberini almıştı. Bu haber, büyük bir coşkuyla yoluna devam etmekte olan kortej üzerinde doping etkisi yaratacaktı. Ordu birliklerine ise, barikata yaklaşınca protokol kortejinin yana çekilmesiyle öne geçen işçilerin sel olup tünelden akışlarını seyretmek kalacaktı.
Denizer’den gelen “görüşüyoruz, görüşmeler bitene kadar Mengen’de bekleyin” haberi üzerine yürüyüş durdurularak bekleyişe başlandı. Nihayet Denizer Bolu’dan dönmüştü. Ancak işçilerin beklediği haberlerle gelmemişti: “Görüşme falan yok... Görüşmek için ön şart öne sürdüler... Yürüyüşü bitirin gelin dediler... Para filan vermeyiz, teklif de sunmuyoruz. Yürüyüş sırasında olabilecek her şeyden siz sorumlusunuz, dediler”. İktidar işçilerin iradesini sendika üzerinden kırmaya çalışmaktaydı. Bu nedenle de kendi cephesinden oldukça net ve uzlaşmaz bir tavır sergileme çabası içindeydi.
İşçiler buna tepki olarak hep bir ağızdan “Hedefimiz Ankara geliyoruz Çankaya”, “Çankaya Özal’a mezar olacak” sloganlarını haykırdılar. Bu aşamadan sonra yürüyüş, sendika bürokrasisinin bataklığına saplanmaya başladı. Barikatların durduramadığı işçiler, kendilerine yol göstermesi gereken kişiler olarak gördükleri bürokratlar tarafından durduruluyorlardı.
Başkan, Mengen Belediyesi binasında yürüyüş komitesini topladı. Toplantı boyunca dışarıda kötü hava koşulları altında bekleyen işçiler, kararlılıklarını attıkları sloganlarla ifade ediyorlardı: “ölmek var, dönmek yok”, “gemileri yaktık, geri dönüş yok”, “yağmur yağsa da, kıyamet kopsa da yürüyeceğiz”. İşçilerin bu kararlılığı karşısında, sendika yönetimini elinde tutan bürokrasi de “koltuğunu kaybetmeme” kararlığındaydı.
Akşam saat 9’da Denizer işçilere belediye hoparlöründen şöyle sesleniyordu: “Canlarım, bu gece Mengen’deyiz... İstirahat edin. [Sokakta!] Yarın sabah size kararımızı bildireceğiz. Taşkınlık yapmayın, içinizde provokatörler var, onları dinlemeyin. [Devrimcileri kastediyor!] Ben ne dersem onu yapacaksınız.” Bir çıkmazın içinde olduğunun iyice farkına varan Denizer, alınması muhtemel kötü bir sonucun faturasını devrimcilere kesmenin hazırlığını yapıyordu.
İşçiler Mengen’de bekleyişlerini sürdürürlerken, o gece sabaha dek ormana askeri yığınak yapıldı. Yürüyüş sırasında birinci ve ikinci gün iki işçi ölmüştü. Şiddetli soğuk altındaki bayan işçilerden biri barikatta hayatını kaybetmişti. Fakat sendika yönetimi, işçilerin kendi kontrolünden çıkması korkusuyla, ölümü gizlemek için onun yoğun bakıma alındığı yalanını uydurdu.
Yürüyüşün üçüncü günü olan 6 Ocakta, sabah Denizer kadınlara Zonguldak’a geri dönmeleri çağrısında bulundu. Gece yola barikat kurulduğu haberleri alınmıştı. Ne var ki, o güne kadar yürüyüş kolunun en ön saflarında yer alan ve madencilere moral desteklerini hiç eksik etmemiş olan kadınlar bunu reddederek sonuna kadar yürüyüş içinde yer alacaklarını belittiler. Sabah yürüyüşe geçen işçiler, 12 kilometre yol kat ettikten sonra devasa bir barikatla karşılaştılar. Buldozerlerle, su sıkma araçlarıyla, yüzlerce asker ve polisle desteklenen barikat, hükümetin işçileri daha fazla yürütmemeye son derece kararlı olduğunu gösteriyordu. Barikatın 50 metre önünde duran işçiler beklemeye koyuldular. Tüm geceyi ateşler yakarak, halaylarla, türkülerle, barikatın birkaç kilometre gerisindeki alana ve ormana yayılarak geçirdiler.
7 Ocakta ordu ve polis işçileri caydıramayınca, geri dönüşü engelleyen, kitleyi diri tutan işçileri gözaltına alarak direnişi kırmayı düşündü. Bunu yapabilmek için, “barikatı zorladıkları” bahanesiyle 201 işçiyi sabah uykudayken gözaltına aldı. Denizer’in işçileri hükümetin tahriklerine kapılmamaya çağırması sonucu işçiler gözaltılara beklenen tepkiyi göstermekten alıkonulmuştu.
Bu arada başta Şevket Yılmaz olmak üzere, Türk-İş yönetimi, yürüyüşe hiç sıcak bakmadığını, hükümetle aranın bu kadar gerilememesi gerektiğini düşündüğünü her fırsatta belli ediyordu. Denizer’e sürekli geri dönün mesajı iletiliyordu.
O gün Denizer’in de aralarında bulunduğu Türk-İş’e bağlı bazı sendika genel başkanları, bir toplantı düzenlediler. Denizer toplantı sırasında Çalışma Bakanı İmren Aykut’tan bir telefon almış ve ertesi gün görüşmek üzere Ankara’ya davet edilmişti. Toplantı sonunda “işçilerle konuşup onları geri dönemeye ikna etme” kararı alındı. İşçiler, Denizer’in görüşmeler ve DGM duruşması nedeniyle üç gün Ankara’da kalması gerektiği argümanı üzerinden ikna edilmeye çalışılacaktı.
8 Ocakta, sabahın erken saatlerinde belediye binası önünde toplanan işçiler, “ölmek var dönmek yok” sloganlarıyla tüm meydanı inletiyorlardı. Saat 11 sularında pencerede görünen Denizer işçilere meşhur etkileyici konuşmasını yaptı. İşçileri önce “canlarım” diyerek ve överek kendine iyice bağlayan Denizer, sonunda sadede gelmişti:[3]
“Denizer: İşçiler hak arama mücadelesinin dışına çıkmazlar. Aralarına kışkırtıcı sokulsa da. … İşçi-sendika bütünlüğü içinde, disiplin kurarak kenetlendik. … Başarı, disiplin, güven, bunu siz yarattınız. Türkiye işçi sınıfı, emekçi halkı, sizinle övünüyorum. Eylem amaçlıdır. Yürüyüş planımız, anlaşma ortamı yaratmaktı. Bugün yönetim kurulu ile Ankara’ya gidiyorum. Üç gün Zonguldak’a gelemiyorum.
İşçiler: Biz buradayız.
Denizer: Şimdi biz önceden planladık. “İşareti ben veririm” demiştim. Bana inanıyor musunuz?
İşçiler: Evet.
Denizer: Bana güveniyor musunuz?
İşçiler: Evet. Gemileri yaktık, geri dönüş yok.
Denizer: Yürüyüş eylemi bitmiştir. Sizler Zonguldak’a dönüyorsunuz.
Bir kadın: Hayır başkan, hayır, geri dönüş yok.
İşçiler: Geri dönüş yok. Başkan ne derse onu yaparız.
Denizer: … Ben böyle istiyorum. Suçlayacaksanız beni suçlayın. Genel başkan olarak konuşuyorum. … Anlaşma ortamı yarattık. (Eliyle geri dönüş yok diyenleri işaret ederek) Kışkırtıcılar seslerini kessin. Maden işçileri oyuna gelmez.
İşçiler: Başkan ne derse o olur.”
Böylece Denizer, geri dönmek yok diyen işçileri “kışkırtıcı” ilan edivermişti. Böyle bir suçlamanın ardından ne yapacaklarını şaşıran işçiler, hüngür hüngür ağlayarak birbirlerine “nasıl olur” diye soruyorlardı. Ama sonuçta sustular ve Zonguldak’a dönüş için getirilen araçları beklemeye koyuldular. İşçiler o gün otobüslerle Zonguldak’a taşınmış ve eylem apar topar bitirilmişti. Artık hükümet de rahattı.
Beklenen Son
Ankara yürüyüşü boyunca yaşananlar, sendikanın hiçbir ciddi hazırlık yapmaksızın bu işe soyunduğunu gösteriyordu. Ne yol boyunca kalacak yerler ayarlanmıştı, ne işçilerin soğuktan korunma, yiyecek gibi en temel ihtiyaçlarının karşılanmasına dönük hazırlıklar yapılmıştı. Denizer işçilerin sevgisini kazanmış bir başkan olarak tartışmasız bir otoriteye sahipti. Ne var ki bu otorite, işçinin Denizer’in her dediğine boyun eğmesini beraberinde getiriyordu. Yürüyoruz deyince yürüyen işçiler, asla dönmeyiz kararlılığı içindeyken dahi, Denizer’in bir konuşmasıyla, homurdanarak da olsa geri dönebiliyordu.
Ankara’da Aykut’la yapılan görüşmenin ardından, Denizer yöntemde anlaştıklarını görüşmelerin devam edeceğini söyledi. Hükümetin çeşitli manevraları sonucu, yapılacak görüşmeler günlerce sürüncemede bırakıldı. 16 Ocak gecesi ABD ile Irak arasında Körfez Savaşı başlamıştı. 21 Ocakta yapılmaya başlanan ve iki gün süren görüşmelerden bir sonuç çıkmadı.
Metal sektöründe de bir aydır grev devam ediyordu. 25 Ocakta MESS ile Türk-Metal sendikası, İmren Aykut’un da bulunduğu bir toplantıda anlaşmaya vardılar ve 85 bin işçiyi kapsayan toplusözleşmeyi imzaladılar. Aynı gün toplanan Bakanlar Kurulu, “milli güvenlik” nedeniyle tüm grevleri 60 gün süreyle ertelediğini duyuruyordu. Böylece çeşitli sektörlerde devam eden ve 115 bin işçiyi kapsayan grevler fiilen bitirilmiş oluyordu.
Bu kararın ardından toplanan Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısında “savaşa karşı genel grev” çağrısı yapılması sesleri tek tük de olsa gelse bile, sonuçta herhangi bir eylem kararı alınmadı ve bir bildiriyle savaşa karşı olunduğunun duyurulmasıyla yetinildi. 6 Şubatta ise Zonguldak madencilerini de ilgilendiren toplusözleşme imzalandı.
Sonuçta, yürüyüş öncesinde talep edilen 98.000 TL yerine 49.905 TL’ye imza atıldı. Böylece hükümetin grevin kırılmasından önce teklif ettiği 64.000 TL’den de geri düşülmüş, 2.900.000 TL için yola çıkan Zonguldak işçisi 1.100.000 TL ücrete mahkûm edilmişti. Sendika yönetimi, masa başında taviz vere vere büyük bir direnişin yenilgiyle sonuçlanmasına neden olmuştu.
Zonguldak deneyiminin de gösterdiği gibi, 1980 darbesi sonrasında da çok önemli işçi eylemleri gerçekleşmiştir. Ancak bu deneyimler yakın bir tarihte gerçekleşmiş olmasına karşın, bugün bu eylemlerin işçi sınıfının hafızasında yer tuttuğunu söyleyemeyiz.
İşçi hareketinin yükselişe geçtiği, militanlaştığı dönemlerde daha sol bir jargon kullanan sendika bürokrasisi, hareketin zayıfladığı dönemlerde ise sermayenin çıkarlarını daha açıktan savunur. Sendikaları başlarına tünemiş olan bürokrasisinin elinden kurtararak yeniden işçilerin kendi öz-örgütlülükleri haline dönüştürmek için savaşan, devrimci Marksist bilince sahip militan işçiler olmadan işçi sınıfı kendi kurtuluşuna giden yolda adım atamayacaktır. Sendika bürokrasisi ancak bilinçli işçilerin kararlı mücadelesiyle tünediği yerden defedilebilir.
İşçi sınıfının yolu, yaşanan deneyimleri geçmiş mücadele deneyimleriyle kaynaştırarak bugünkü işçi kuşaklarına aktaracak, işçi sınıfının mücadelesine yeni bir dünyanın kuruluşu yolunda rehberlik edecek Marksist devrimci önderliğin yoludur, onun yaratılma mücadelesinin yoludur!
[1] Madencilerin basına ve DKÖ’lere göndermek üzere hazırladıkları metinde şu talepler de yer alıyordu: “TİS ve grev bittikten sonra; 1) Erken emeklilik ve işsizlik tazminatı, 2) 6 saatlik 4 vardiya sistemi, 3) Başka işkollarında iş akdi tazminatı ödenerek istihdam.”
[2] İşte sloganlardan ikisi: “1 Ocak, 2 Ocak, 3 Ocak, 4 Ocak, zafer bizim olacak” , “1 kara, 2 kara, 3 kara, 4 kara, geliyoruz Ankara”
[3] Aktaran: Sevkuthan N. Karakaş, Eylem Günlüğü - Zonguldak Maden Grevi ve Yürüyüşü, Metis Yay., Şubat 1992
link: Cem Keskin, Zonguldak Madencilerinin Grevi ve Büyük Ankara Yürüyüşü, 3 Ocak 2005, https://marksist.net/node/435
Martinik
“Kapitalizm Erken Uyarı Sistemi” Alarm Veriyor!